Zardandam, dördüncü albümü “Kalbim Yok” ile, müzik piyasamızın (aslında tüm dünyada mevcut her türden ‘piyasa’nın) dayattığı kural ve şartlara kazan kaldırdı. Zardanadam(lar), son albümlerini BEDAVA aktarıyorlar dinleyicilerine-hayranlarına. Sitelerine (kardanadam.com) giriyorsunuz ve bütün bir albümü, boydan boya kendi bilgisayarınıza aktarabiliyorsunuz. Ya da ‘eski usul’ bir dinleyicisiniz, müzik dediğiniz şeyi ille de ‘elle tutulur’ bir ‘şey’ (format) üzerinde dinlemek isteyenlerdensiniz; o zaman da, grubun muhtelif noktalara bıraktığı albümü alıyor, çantanıza atıyorsunuz. O kadar; albüm sizindir! Karşılığında, bir şey yapmıyor, bir şey ödemiyorsunuz.
Popüler müziğimizin kurucularından biri olan Ömür Göksel, müzikal yaşamını 70’lerin son günlerine kadar oldukça aktif bir şekilde sürdürmüş, ’12 Eylül’ günleri ile birlikte yaşanan karmaşanın müzik dünyamızı da etkilemesi üzerine yurtdışına gitmişti. Uluslararası bir otel zincirinin sanatçının önüne koyduğu kontrat oldukça uzun süreliydi. Kontratın süresi, çalışmadan her iki tarafın memnun kalması üzerine defalarca uzatılmış ve bu da Ömür Göksel’in, 15 yıldan daha fazla ülkeden uzak olmasına yol açmıştı. 90’lar bitmek üzereyken memlekete dönen Ömür Göksel’in ilk yaptığı, sony ile anlaşmak ve ‘Bir Ömür’ adlı albümünü yayınlamak oldu. Bu albümün ardından sahne çalışmaları kaldığı yerden devam etti ve şarkıcı Odeon önderliğinde hazırlanan ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’ adlı diziye şarkıları ile konuk oldu. Harekat, ‘Meydan Okuyorum yıllara’ adlı çalışma ile sürüyor.
Henüz “Yüreğine Al” albümüne doyamamış ve rafa kaldırmamışken, Alpay, bu sefer de “Tango & Latin” albümü ile çıktı önümüze. Alpay, yalnızca Türk popunun öncülerinden biri olarak kalmak istemiyor, aynı zamanda “en faal sanatçı” unvanını da almak istiyor ki, zaten bu unvan epeydir onun. Türk popunu yaratan, önünü açan isimlerden olup da, günümüze kadar neredeyse ara vermeden şarkı söyleyip, albüm yayımlamış başka bir isim yok.
Arda Uskan'ın Radikal'deki köşesini okuyanlardansanız, bu anlatacaklarımı hatırlayacaksınız. Bir süre önce yazmıştı Arda Uskan. Ajda Pekkan, Philips ile mevcut kontratı nedeniyle Paris'tedir ve sıkı bir şekilde Mmort Shuman'la çalışmaktadır. Arda Uskan tam bir tarih vermemişti ama muhtemelen 'Babylone Babylone' plağının hemen öncesi günler olmalıydı. Süperstar, Mort Shuman'la çalışmıştı o plağında. Bugünlerde İngilizlerin de yeni keşfetmeye niyetlendikleri, övgü dolu eleştiriler yazdıkları Mort Shuman. O günlerin birinde denk gelir Arda Uskan bu çifte. Mort Shuman deli gibi aşık olmuştur bizimkine, bizimkinin ise umrunda değildir. Hatırlıyorum da, 'Babylone, Babylone' plağı yayımlandığında , Ajda-Mort aşkının haberleri eşlik etmişti plağa. Bunların zorlama, hatta düpedüz yalan olduğunu düşünmüştüm o zamanlar. Meğer öyle değilmiş. Zavallı Mort 'bir Türke gönül vermişti'.
Soruyu İspanyol eleştirmen-yazar Vicente Fabuel sormuş bir yazısında. Selda’nın (Bağcan) kendi adını taşıyan bir albümü, hem CD hem de LP olarak yurt dışında yayınlandıktan sonra, amatörü/profesyoneli, dinleyicisi/eleştirmeni mest oldu. Duyulan “ses”in (ya da çoğu eleştirmenin dediği gibi, “çığlık”ın) kalplere (teşbihte hata olur ama bunda asla) “bir ok gibi” saplanmasından hemen sonra, dünya resmen ayağa kalktı. “Kim bu Selda?.. Şimdiye kadar neredeydi?.. Nasıl olur da bugüne kadar duymamışız bu sesi?..” Haksız sayılmazlardı. Selda’nın yıllar yılıdır yapabildiği bir şeydi bu; en azından bizim buralarda. O şarkısına başlardı ve en taş kalplimiz bile, duygusuzluğunda, “Bana dokunmaz bu şarkılar!” inadında direnemez ve ama sessiz sedasız, ama hıçkırıklar içinde salardı kendisini.
Film müziklerini albüm olarak yayımlamak, bizde de epey bir zamandır yapılan bir şey. İyi de oluyor. Dışarda yayımlananlara bakıp, “adamlara bak, her şeyi nasıl da tam tekmil yapıyorlar” diye kendimize yanmaktan kurtulduk. Bizde de öyle artık. Bir film gösterilmekteyken, çoğunlukla albümü de plakçılarda raflara çıkıyor. Yerli filmlerimizde de böyle bu. Daha filmin proje aşamasında bile, film müziğinin albüm haline gelmesi de düşünülmüş ve bunu yayımlayacak firma ile el sıkışılmış olunmakta.
Aşka ve tutkuya dair aklından, içinden geçirdikleriyle döndü aramıza Alpay. Pop müziğimizin öncü kuşağının (çok az sayıda) bir kısmı böyledir; müzik hayatlarının orta yerindedir; yaratmadan, yazmadan, söylemeden durmasını bilmezler. Ne durması; nasıl yaşanabileceğini dahi bilmiyor olmaları mümkündür. Varlık nedenleridir şarkı söylemek. “Aşka Dair”, Alpay’ın çok uzun bir süredir üzerinde çalışıyor olduğu bir albümdü. Yayımlanan albüm yola çıkılan ilk albümden, aralarda tamamlandığı varsayılan toplamlardan çok çok farklı olmalı; çünkü hazırlıklar sırasında, sevenlerinin bir biçimde dinleyebildiği bazı şarkılar bu albümde yer almıyor bile. Yer alanlar da, bu hallerinde değildi zaten. Bir de bu var işte: Dur/durak bilmez bir deneme ve çalışma çabası vardır Alpay ve benzerlerinde.
İskender Paydaş’ın hazırlıkları, tamamlanması zaman almış “Zamansız Şarkılar”ı nihayet yayımlanabildi. 2011 bitmek üzereyken plakçı raflarında, radyo mikrofonlarında arz-ı endam eden albüm, en müşkülpesent dinleyici ve eleştirmeni dahi memnun edecek kadar iyi. Bazı müzisyenler böyledir; müzik onlar için her şeydir. En önemli (aslında tek) motivasyonları budur, bu nedenle de her yaptıkları diğer meslekdaşlarına, dönemdaşlarına fark atar. Paydaş da öyle; fark atmış! Şaşırtıcı değil. Popüler müziğimize taklalar attırmış ve efsane katına yerleştirilmiş Muhittin Paydaş’ın oğlu İskender Paydaş’tan söz ediyoruz. Her tuttuğunu altına çevirmiş ve babası gibi (hem de şimdiden) efsane olmuş büyük bir yaratıcı ve müzisyenden.
Geçen yıl çıkan ama (daha kolay, daha basit ve giderek daha bayağı olana meyleden) günümüz dinleyicisinin gerekli alakayı göstermediği Nazan Öncel albümü “Hayvan”, 15 adet remix sığdırılmış ikinci bir diskle (“Hayvan’a Remix”) desteklenerek yeniden piyasaya verildi.
Müzik dünyasındaki “yaz bereketi” hiç şüphesiz çok heyecan verici. Onlarca albüm, yüzlerce yeni şarkı sunuldu önümüze: Yavaşı–hızlısı, normali – remix’i. Radyo ve televizyonların ısrarlı bir şekilde üzerinde durduğu isim ya da albümler elbette bizim de baş tacımız olmakta. Bunları zaten ya “banko” sevmiş oluyoruz ya da uygulanan reklam ve tanıtım kampanyalarından etkilenip, mecburen onlarla yatıp kalkmaya başlıyoruz. Bu yaz; Yıldız Tilbe, Tarkan, Ajda Pekkan, Nilüfer, İbrahim Tatlıses, Ebru Gündeş, Mustafa Sandal, İzel ve birkaç başka isim için oldukça sorunsuz geçti. Bu isimler, son çalışmaları ile tepelere kuruldu, çok sattı ve hem kendilerine, hem firmalarına hem de bize karşı “mahcup” olmaktan kurtuldular.
Yıl 2000. Milenyum deliliği, kafa karışıklığı geride kalmış artık. Gencecik, adı o güne kadar hiç duyulmamış Aylin Aslım ilk albümünü çıkarıyor: “Gel Git”. Henüz kimse bilmiyor ama geçen zaman ile birlikte en iyi elektronik müzik albümlerimizden biri olacaktır bu albüm. Yıl 2005. Herkes “Gel Git”in devamını beklemekteyken, bir rock albümle, “Gülyabani” ile dönüyor. İki albüm arasında geçen zamanda çıktığı sahneleri/mekanları hep rock’a bulamıştı ama büyük çoğunluk kendisinden, dans-pop arası ya da civarı bir şey beklemekteydi.
“Benimle Oynar mısın?” albümüne eşdeğerde bir albüm beklentisi, Bülent Ortaçgil hayranlarının en iflah olmaz beklentilerinden biriydi. Hayranlarının tamamı bir ozan, eşsiz bir yaratıcı kabul eder Ortaçgil’i. Her albümü, albümlerindeki her şarkısı da, elbette vazgeçilmezdir onlar için. Hatta, hayat denilen kazası-belası eksik olmaz yolda, tutunacak bir dal ya da sığınılacak bir kucaktır. Ama yine de, o “Su olsam, ateş olsam/Göklerdeki güneş olsam” ve benzeri, insan için çarpan bir kalbin orta yerinden fırlamış dizelerle dolu o ilk albümün yeri, herkes için ayrı, herkes için başkaydı. Ortaçgil’in yeni/son albümü “Sen”, belki herkes tarafından değil ama çoğu hayran tarafından diyelim, bu ilk albümün hemen yanına (bilemediniz yakınına) yerleştirilecek.
Dünya ahret Superstar’ım Ajda Pekkan’ ı çok sevmekle, çıkardığı her albümün her formatını (hem LP hem kaset ya da hem CD hem diğeri) almakla kalmaz, geçmişte bir şekilde atlamış olduğum herhangi bir 45’ lik kapağının peşine düşmekle yetinmez, Paris’ in bit pazarlarını “Belki haberi memlekete kadar ulaşmayan bir plağı çıkmıştır zamanında” düşüncesi ile hop hop aranmaktan yılmaz yorulmaz; aynı zamanda da, şarkılarını söylediği insanların da peşine düşerdim... Hala da öyleyim...
İlk Eurovision Şarkı Yarışması 1956 yılında yapılıyor. İsviçre’nin Lugano şehrinde yapılan bu yarışmayı, ev sahibi ülkenin şarkıcısı Lys Assia (‘Refrain) kazanıyor. O gün bugün, yarışma aralıksız olarak yapılmakta. Her geçen yıl ile birlikte katılanların sayısı arttı... Almanya ve İsviçre hiç sektirmeden her yıl katılmışlar. Buna rağmen, Almanya bir kere (1982 yılında Nicole ile), İsviçre ise iki kere (1956 yılında Lys Assia ve 1988 yılında Celine Dion ile) kazanabilmiş yarışmayı. Finlandiya 35, Portekiz 34 ve Yunanistan 21 kere katılmış olmalarına rağmen yarışmayı hiç kazanamamışlar. Demek ki, jüri üyeleri bir tek bizim hakkımızı yemiyor. Jürinin, haklarını yemeye meraklı olduğu başka ülkeler de varmış demek ki.
Pop denilen müziğin yerlerde süründüğü bir zamanda, Tarkan gibi bir ultra star’ın ne yapacağı, yoluna nasıl devam edeceği, aklı eren ermeyen herkesin merak ettiği bir şeydi. Hele hele, elde “Metamorfoz” geçir(t)miş bir Tarkan da olunca, merak (hatta kaygı) daha da artıyordu. Yersiz de değildi bu merak ve kaygımız; “patlama” olarak adlandırılmış bir çağın, yani 90’ların en büyük star’ıydı o. Serdar Ortaç, Mustafa Sandal, Kenan Doğulu ve şürekasından başkaydı, çok başka. Ajda Pekkan sonrası görülebilmiş/ortaya çıkabilmiş en büyük pop yıldızımızdı. Seviyorduk onu; kimimiz şu şarkı, kimimiz bu albüm, bir başkamız filanca gelişme nedeniyle de olsa, hepimiz seviyorduk onu. Ve ihtimam gösteriyorduk; şu ya da bu ölçüde ihtimam.
Bu (‘yabancı’ da değil, ‘yerli’, fazlasıyla yerli) kucaktan kaçabilmenin, ya da bu kucağa yapışıp kalmamanın yegane yolu da, dediğimiz gibi, rotası farklı müzisyenlerin-yorumcuların peşinden gitmek, onlara kulak vermekten geçiyor. Bunların başında da Mehmet Güreli geliyor hiç şüphesiz. Hayatı önce kendisi, ardından da (paylaşmayı, paylaşarak büyümeyi-zenginleşmeyi benimsediği için) bizim için bayram yerine çevirenlerden Güreli. Çok şey görmüş geçirmiş biri aynı zamanda; Sartre ve arkadaşlarının altını çizmiş olduğu sıkıntı ve bunalımın ne demek olduğunu da biliyor, postmodern çağın dayattığı “Bir hiçsin, sen bir hiçsin, hiçoğlu hiçsin!” dayatmasını da. Güreli, çok şey görmüş geçirmiş bir müzisyen, hayatı anlamaya çalışmaktan yorgun düşmemiş bir şair.
Nerdeyse bütün dünyanın, ama bilerek (yani kötücüllükten) ama bilmeyerek (yani saflıktan), “Bu olmaz!” dediği bir metodu/sistemi gerçekleştirmişti Açık Radyo; yüzde yüz kolektivist bir sistemi. “Aydın” nitelemesini boydan boya hak eden Ömer Madra’ya verilmişti radyonun sevk ve idaresi ama, geri kalan işlerin (hemen hemen) her adımında; birlikte düşünülüyor, birlikte karar alınıyor, birlikte hareket ediliyordu. İşin özeti, uygulanabileceği her yeri cennetten bir köşeye çevirebilecek bir metod ya da sistemdi bu. Kendi alanında zaten yaptı da bunu; dinleyicilerinin hayatını cennete çeviremediyse dahi, bayram yerine çevirdi.
90’lı dalganın en güzel iki “yüz”ü olan Sibel Tüzün ve Deniz Seki, bu aralar listelerin tepesinde. Sibel Tüzün, tam herkesin “bitti artık” dediği bir dönemde “Kırmızı” ile çıkıp geldi ve çoğu insanın hiç şans vermediği bu albümü ile neredeyse kendisini zorla kabul ettirdi. Deniz Seki ise, yalnızca bir albüm daha yapmak niyeti ile değil, öncesi ve sonrası ile dört başı mamur bir “geçmişe dönüş” projesi üretmek için yola düşmüştü, öyle de yaptı – yapıyor. “Aşkların En Güzeli”, boydan boya bir “cover” albümden çok daha fazlası. 60 ve 70’lerin havasını yeniden ve layıkıyla yaymak için, Deniz Seki dikkatli olmak gerektiğini biliyor, öyle de davranıyor... ş ve “farklı” olanın peşinden
80’li yılların bir hediyesi remix; o yıllarda, müzik, giderek daha çok elektronik ağırlıklı olmaya doğru kayıp, bir süre sonra “new wave” adını alacak olan akıma bağlı gruplar bu eğilimi daha canla – başla sahiplenmeye başlayınca, remix de neredeyse kendiliğinden ve bir mecburiyet halinde ortalığı sarmıştı. Önceleri “maxi version” ya da “extended mix” olarak, yalnızca diskoteklerin işine yarayabilecek (asıl versiyonun bir – iki katı) uzunlukta mix’ler imal edilmesiyle başlayan bu iş, uzun bir zaman böyle devam etti ve normal format olan 45’liğin yanında, piyasaya sürülmüş olan maxi – single’ların üzerinde hem diskoteklere hem de evlere girdi.
“Our Golden Songs” serisini, birkaç yıl önce yayımlamaya başlamıştı Yeşil Giresunlu. Dizinin ilk albümü, en azından açıp da içine bakana kadar bizi şaşırtmadı değil. “Bizim şarkılarımız”dan söz ediliyordu ama albümün hem dışı, hem de içi yabancıydı. Yabancı şarkılarla dolu bir albümün nasıl “bizim” olabildiği kolay anlaşılabiliyordu tabii. Dinledik ve “Evet ya” dedik, “bu şarkıların hepsini biliyoruz biz…” Biliyorduk, çünkü Türkçe versiyonları vardı.
İlkbahar mevsiminin son vizyon haftasındayız. Önümüzdeki hafta resmen yaz başlıyor! 78. Cannes Film Festivali, 24 Mayıs akşamı düzenlenen ödül töreniyle sona erdi. Juliette Binoche başkanlığındaki jüri, Altın Palmiye Ödülü’nü ‘Un Simple Accident’ filmiyle İranlı yönetmen Cafer Panahi’ye verdi... Dördü yerli yapım, biri yeniden vizyon gören beş yabancı film olmak üzere toplam dokuz yeni film merhaba diyor bahar mevsiminin son haftasına! Zeynep Köprülü’nün ilk uzun metraj kurmacası olan yerli dram ‘Su Yüzü’ haftanın notlarımızda geniş olarak yer alan tek yenisi.
Çeyrek yüzyılı aşkın, başta pop olmak üzere müziğin tarihini tutan, radyo programları üreten, kitaplar, eleştiriler yazan, plaklar çalan Naim Dilmener bu uzun yürüyüşün Gazete Pazar ile Radikal adımlarında kaleme aldığı yazılarıyla, müzik serüvenimizden önemli ve değerli isimleri bizlerle paylaşıyor.
Bir kargo şirketinde pilot olarak çalışan Antoine de Saint-Exupéry, And Dağları çevresinde kaybolan yakın dostu Henri Guillaumet’yi kurtarmak için harekete geçer. Pablo Agüero imzalı ‘Saint-Ex’, ‘Küçük Prens’in yazarının hayatından bir kesiti aktarırken şiirsel bir havada seyreden, görselliğiyle dikkat çeken bir yapıt olmuş. Filmde başrolleri Louis Garrel, Vincent Cassel ve Diane Kruger paylaşıyor. UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/10.05.2025)
Gündemdekilere ve vitrindekilere aldırmadan upuzun sinema tarihinden cımbızla seçilen hoş filmler, insan kokan öyküler, gözden kaçanlar, ıskalananlar, pamuklara sarılması gereken mütevazı başyapıtlar ve diğerleri Hilal Çetinder’in kaleminden Film Makarası’nda…
Sinema salonlarına giden seyirci sayısı giderek düşse de, vizyona giren filmlerin sayısı azalmıyor. Hatta, tam tersine artıyor. Her ne kadar, bunların çoğunluğu vasat olsa da, aralarında güzel sürprizler de çıkabiliyor. Bu hafta da önce, bunlardan birine, Sinners’a bir göz atalım. Sonra, modern klasikler kontenjanından vizyona giren, 20 yıllık bir Star Wars filmine, Tolga Karaçelik’in Amerika’da çektiği ilk filme, Güney Kore yapımı bir gençlik filmine ve bir cin filmine bakalım.
TRT İzmir Radyosu sanatçısı Tuncay Kemertaş'ın sunumu ve konuklarının icrasıyla özel bir repertuvar bugün 18.00'de TRT Müzik'te.
Yeni fotoğrafı görmek, müzikseverlerin beğenisinin ne kadar değiştiğini öğrenmek için yerli rockta ‘bütün zamanların en iyileri’ni sinemamuzik.com okurlarına ve müzik eleştirmenlerine sorduk. İlginç liste çıktı ortaya:
Her biri meslekte en az 20 yılı devirmiş müzik yazarlarımızın saptadığı yerli grupların ‘şeref tablosu’nda Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi ile ‘orta yaş’a dayanmış akranlar mor ve ötesi ile Duman gözüküyor. Hemen enselerinde Kurtalan Ekspres ile Dervişan yer alıyor. Bir alt basamakta ise, az zamanda çok iş yapmış Hardal ve Mazhar Fuat Özkan bulunuyor. Aslında gözler Mazharlar’ı daha üstte arıyor da, ‘ticaret’in dozunu kaçırmak bazen böyle sonuçlara neden oluyor.
Sinemamuzik.com, bir çoğu Altın Portakal’da jürilik de yapmış sinema yazarlarına sordu: ‘Antalya Altın Portakallı en iyi film hangisi’?... Birinciler listesinde ‘kortej’e çıkan ve bütün zamanların Altın Portakal birincilerini değerlendiren 31 sinema yazarının katıldığı araştırmada, Zeki Ökten’in 1980 tarihli Sürü filmi 213 puan toplayarak birinciliği kazandı. Sürü’yü 204 puanla Muhsin Bey (Yavuz Turgul) ve 192 puanla Uzak (Nuri Bilge Ceylan) izledi.
Sinemamuzik.com sinema yazarlarına sordu: ‘İlk uzun filmini 21. yüzyılda çeken en iyi 10 yerli yönetmen kim?... 30 sinema yazarının katıldığı araştırmada bol ödüllü Emin Alper 195 puan toplayarak birinciliği kazandı. Alper’i 145 puanla Pelin Esmer ve 136 puanla Özcan Alper izledi. Emin Alper'i 27 sinema yazarı listesine alırken, Pelin Esmer’e 25, Özcan Alper’e 20 listede yer verildi. Bazı popüler isimler ön sıralarda yer alamadı.
İletişim yayınları etiketiyle satışa çıkan kitapta müzik yazarı, eleştirmen, programcı Murat Beşer, Türk müziğinin zarif sesi Nesrin Sipahi’nin yaşamı ve sanat serüvenini ayrıntılarıyla anlatıyor. Kitap, Yeşilköy’de başlayan çocukluğun, radyolardan plak kayıtlarına, turnelerden gazinolara uzanan başarı öyküsüne dönüşümü kadar Sipahi’nin bilinmeyen yönlerini de ortaya koyuyor. Nesrin Sipahi-Sahnelerin, Radyoların, Plakların Hanımefendisi aynı zamanda bir dönemin kültürel portresi.
Türkiye´nin büyük kentlerinde yayında olan radyo kanallarının geniş listesi
Genç yaşına karşın uzun yıllardır rap müzikle uğraşan ´sinemamuzik.com´ okuru Emre Onaran sitemiz için şarkı yazdı. Yapıtını arkadaşı Uygar´la (Ragyu) birlikte seslendiren Emre Onaran´ın (Sürgün) videosu içeride:
Ünlü grupların kuruluş öyküleri, müzik serüvenleri yakından takip edilse de isimlerinin nasıl doğduğu ve koyulduğu pek bilinmez. Meraklısı için ilginç bir liste hazırladık:
Hemen her öğretmenin, okul müdürünün maratona benzettiği hayatın henüz başında biri Lezzet. Başka bir deyişle; böğürtlenli, limonlu, çilekli, çikolatalı, vişneli, karamelli, karadutlu dondurmalardan henüz tatmadı, sadece vanilyalının tadını biliyor. Onunla tanışmak için sayfaları çevirmen yeterli. Çelişki Bilmez Lezzet’in Geçmiş Zaman Maceraları Uğur Vardan’ın çocukluk anılarından yola çıkarak yazdığı öykülerden oluşuyor.
Popüler orkestralar ile grupların Türkiye serüvenini ‘Günlerin İçinden Canım’ / 100 Yıllık Türkiye Popüler Orkestralar ve Gruplar Tarihi (1923-2022) adlı internet sitesinde anlattım.