SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

ZÜBEYDE HANIM VE DİĞERLERİ

22 Ekim 2023 Pazar 12:32
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Her ne kadar İstanbul’un geçtiğimiz haftaki sinema gündemi Filmekimi olsa da biz Ankaralı seyirciler vizyon filmlerini takip etmeye devam ettik. 20 Ekim itibariyle Engelsiz Filmler Festivali’nin başladığını da not olarak düşüp, haftanın menüsüne geçelim. Bu hafta, Cumhuriyetin 100. yılı dolayısıyla bolca karşımıza çıkacak Atatürk filmlerinin ilkine bir göz attık, ayrıca yeni yerli sinemadan bir melodrama ve Derviş Zaim’in yeni filmine baktık. Bir de yılın en az izlenen filmlerinden biri olacak, Martin Scorsese’ye fazlasıyla öykünen bir filmimiz var.

Zübeyde, Analar ve Oğullar:
Yanlışım yoksa, önümüzdeki birkaç ayda izleyeceğimiz dört Atatürk filminden ilki. İsminden de anlaşıldığı gibi, Zübeyde Hanım'a odaklanıyor aslında. Uzunca bir süre Mustafa Kemal'in çocukluk ve gençlik yıllarını görüyoruz. Türün bildik kalıplarını kullandığı için, bir yenilik getirdiğini söyleyemeyiz ama Atatürk filmlerinin tuzaklarına da pek düşmüyor. Bildiğimiz kronolojik olaylar ve anekdotların anlatımları biraz sıksa da, senaristin daha serbest davrandığı yerler daha hoşuma gitti. Mesela annesinin ikinci evliliğini duyunca efkarlanan Mustafa Kemal ve sonrasındaki diyaloglar, onun karakterinin derinliklerine inebildiğimiz ender anlardan biriydi. Nâzım Hikmet'in çocukluğunun hikâyeye girmesi de serbest davranılmış, hoş bir detaydı.
Filmde Zübeyde Hanım, güçlü bir kadın olarak çizilmiş. Bunun en belirgin olduğu an, Mustafa Kemal'i döven mahalle mektebinin hocasına, gözlerinden alevler çıkarak gittiği ve onu sözleriyle dövdüğü sahneydi. Evet, gerçek olma ihtimali düşük ve biraz fazla kör göze parmak bir sahneydi ama seyirciden, Zübeyde Hanım’a helal olsun tepkisini almak için yapılmıştı ve amacına ulaşıyordu.
Aslıhan Güner, Zübeyde Hanım'ı mümkün olduğunca yaşayan bir karakter haline getirmeyi başarmış. Yaşlılık kısımlarını da o canlandırıyor ve oralardaki makyajın pek başarılı olmadığını söylemek lazım. Mustafa Kemal'i ise, çocukluk, gençlik ve yetişkinlik olarak, 3 farklı oyuncu canlandırıyor. Üçünü de beğendim ama Alican Yücesoy fiziksel olarak da çok iyi olmuş. Zaten daha önce de Atatürk rolünü oynamıştı.
Filmin durduğu yeri de beğendim. Zaten yukarıda bahsettiğim, mahalle mektebinin hocasına karşı tavır ve Nazım Hikmet göndermesi, filmin nerede durduğunu gösteriyordu. Üstüne bir de Abdülhamid'i baskıcı ve kötücül bir padişah olarak konumluyordu.
Filmin zayıf olduğu yerlerden de bahsedelim. Bu tip bir dönem filmi için, yeterli bütçesi yokmuş belli ki. Özellikle başlardaki çatışma sahnesi, daha büyük olması gereken savaş sahneleri kötü duruyordu. Belki de bu sahnelere hiç girilmese, daha iyi olurmuş. Bir de yaklaşık 45 seneyi, 100 dakikada anlatmaya çalışınca, bazı olaylar, konu başlığı şeklinde geçmek zorunda kalmış. Belki, anlatılan zaman dilimi biraz kısıtlanabilirdi.

Roza:
Töre cinayetleri, kadına karşı şiddet gibi konuları ele alan bir melodram. Biraz televizyon dizisi kafasında ama artılarıyla, eksileriyle yine de izlenebilir bir film. En büyük artısı oyunculukları. Özellikle baba rolünde Fikret Kuşkan, uzun zamandır görmediğim kadar iyi. Tüm hikâyenin üzerinden döndüğü Xezal'ı canlandıran Bahar Şahin'i de beğendim. Esasen ana kadro gayet iyi ama yan rollerdeki oyuncular, onlara ayak uyduramıyorlar. Zayıf kalmışlar.
Zor koşullar altında ayakta kalmaya çalışan ailenin durumu, anne-baba arasındaki dalgalı ilişki, genç kızlara bakış gibi kısımlar da iyi işlenmiş. Filmin görsel dünyası da iyi. Merak edip görüntü yönetmeni Aşkın Sağıroğlu'nun önceki işlerine baktım. Ortalamanın bayağı altında. Bundan önce Cumali Ceber, Çılgın Dersane gibi işlerde çalışmış. Bu film, onun için de bir basamak olur belki.
Gelelim filmin zayıf taraflarına. Yönetmen Mustafa Kotan, daha önce Annem filminde yaptığı gibi, melodram yapıyorum diye, seyirciyi delice ağlatmalıyım demiş. Afişte "ablamın ölümünü annem onayladı" yazdığı yetmezmiş gibi, filmin girişinde de ablanın öldüğü bilgisini alıyoruz. Buna rağmen bitmek bilmeyen yavaş çekimli final sekansında o ölüm, o kadar uzatılmış ki, duygu sömürüsünün dibine vurulmuş.
Filmin adı Roza ama, en işlemeyen hikâye aksı da onunki. Uyarlandığı kitapta nasıldı bilmiyorum ama filmin adının neden Roza olduğunu da hiç anlamadım açıkçası. Filmi açıp kapatan o ama karakteri çoğunlukla bir gözlemci konumunda. Asıl hikâye ablanın, yani Xezal'ın hikayesi.
Bir de finaldeki klasik, bilmem kaç yıl sonra kısmında inanılmayacak bir hata var. Ben mi yanlış anladım diye uzun uzun düşündüm ama hayır. Bir karakterin hayatında 15-20 yıl geçmişken, diğerinin hayatında 7-8 yıl geçmiş!

Tavuri:
Derviş Zaim'in yeni filmi, kimi yönleriyle ilginç bulduğum, kimi zaman da göz devirdiğim bir yapım  oldu. Bir defa, Zaim'in çocukluğundan tanıdığı, yıllarca dolandırıcılık yapıp, hapse girip çıkan Tavuri, gerçekten ilginç bir kişilik. Zaim, bu karakteri 5 yıl boyunca takip ederken, kendisini de belli ölçüde hikâyenin bir parçası yapıyor. Daha da önemlisi, bunu yaparken, pek çok belgeselin yaptığı, şu anda gerçek bir şey izliyorsunuz algısını kırıp, kameranın kayda aldığı bir şey izlediğimizi vurguluyor.
Bunu nasıl yapıyor? Mesela onu, kameranın konacağı yere karar verirken görüyoruz, Tavuri'ye yürümeye başlaması için komut verirken duyuyoruz, mikrofon kadraja giriyor vs. vs. Evet, bu belgesel sinema açısından büyük bir yenilik değil belki ama çok sık gördüğümüz bir şey de değil. Bu gerçeği kırma çabası çoğunlukla işliyor ve bu sayede filmin başka kısımlarında gerçek olarak izlediğimiz şeyleri de sorguluyoruz.
Ama Derviş Zaim'in filme dahil olduğu yerlerin işlediğini pek söyleyemeyeceğim. Birincisi, Tavuri ve Zaim, çocukken öyle çok da arkadaş değillermiş. Mahallede gördüğümüz, arada oynadığımız öbür çocuk tadında bir arkadaşlık. Böyle olunca Zaim'in ne güzel günlerdi onlar özlemi, Tavuri'nin hikayesine eklemlenemiyor. İkincisi, Zaim göründüğü yerlerde, hiç doğal durmuyor maalesef. Bunu, gerçek algısını kırma çabası içine de sokamıyorum. Daha çok, Zaim'in yeri kamera önü değilmiş diyorum.
Son olarak, en çok göz devirdiğim, bunu yapma ama demek istediğim yer:
-SPOILER gibi-
Bir yerde Derviş Zaim, Tavuri'ye tuğla gibi bir kitap veriyor ve bunu oku, sonrasında ne düşündüğünle ilgili konuşalım diyor. Sonra kitabın adına netliyoruz. Doğru tahmin ettiniz: Suç ve Ceza! Gerçekten, ilk gençliğinden beri suç işleyen, bu suçlardan hiç bir vicdan azabı duymayan bir adama Suç ve Ceza kitabı vermek kadar, kör parmağım gözüne başka bir gönderme olabilir miydi bilmiyorum. Bir adım ötesi, adamın takma adının Raskolnikov olması olurdu herhalde!

The Gemini Lounge (Yasa Dışı):
Bir haftada vizyondan çıkan ve sadece 222 kişinin izlediği bu film çok vasat diyerek bir şey yazmayacaktım ama hadi boş geçmemeyim.
Yönetmen Danny A. Abeckaser, belli ki Martin Scorsese'yi çok seviyor. Zaten hangimiz sevmiyoruz ki? Ama ben de Scorsese filmi çekerim dediğiniz zaman iş değişiyor. Hikâye akışı olarak çoğunlukla Goodfellas'ı model almış, araya ufaktan Departed yerleştirmiş. Karakterler, diyaloglar, oyunculuk tarzları, hikâyenin geçtiği mekanlar vs. her şeyiyle Scorsese diye bağırıyor. Tüm bunları koyunca da herhalde "e tamam, oldu işte" demiş. Valla üzgünüm, ama olmamış.
Evet, kesinlikle benziyor ama karakterler, olaylar, ahlaki ikilemler, o kadar sıkıcı ve tekdüze ki, Scorsese dokunuşu da orada ortaya çıkıyor işte. Sabrınız olursa, önce Goodfellas'ı, sonra Gemini Lounge'u arka arkaya izleyin (pek çok yerde adı Inside Man olarak da geçiyor bu arada), farkı görün. Ya da daha iyi bir fikrim var. Siz Goodfellas'ı arka arkaya iki defa izleyin, daha iyi.
Haftaya görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar