35. ANKARA FİLM FESTİVALİ ANILARI
2024 yılı bitmeden bu yılki son festival yazımızı da yetiştirelim. Bu yıl 7-15 Kasım arasında gerçekleştirilen Ankara Film Festivali, üzerinden hüznün eksik olmadığı bir festivaldi. Bir süredir sağlık sorunlarıyla mücadele eden, festivalin başkanı sevgili İnci Demirkol, tam da festivalin açılışından bir gün önce vefat etti. Festivalin açılışı ve sonraki gün Büyülü Fener sinemasında yapılan anma töreni, İnci Hanım’ı yıllardır tanıyan Ankaralı sinemaseverler için zor dakikalardı. Buradan kendisine tekrar Allah’tan rahmet, eşi İrfan Demirkol’a da sabır dileyelim.
İnci Hanım’ın başında olduğu son festival yine zengin bir programa sahipti. Seyirciler hemen hemen tüm filmlerde salonları doldurdular. Belgeseller biraz kıyıda köşede kaldı, oradan da cevherler çıkabileceğini tekrar hatırlatalım (gerçi ben de az film izledim o bölümden). Bu yıl bol bol festival dolaşınca, Ankara’daki filmlerin bir kısmını önceki festivallerde izlemiştim. Özellikle Ulusal Uzun Yarışması’ndaki filmlerden, sadece bir eksiğim vardı. Bu nedenle, bölüm bölüm değil, izleme sırası ile filmlere bakalım.
The Seed of the Sacred Fig (Kutsal İncirin Tohumu):
Filmin artıları, eksileri ayrı konu ama en başta Mohammad Rasoulof ve tüm ekibin cesaretini takdir etmek lazım. Filmi izleyince anlıyoruz ki, yönetmen alacağı tüm cezayı ve sürgünü kabullenip, bu filme girişmiş. İran sineması ile ilgili, sansürün etrafından dolaşmak için zekice yollar bulan bir sinema denirdi hep. Fakat son yıllarda, sansürün ve sistemin doğrudan üzerine giden, sözünü hiç çekinmeyen filmler de görüyoruz. Bunu da doğrudan, çok güçlü ve cesur kadın hareketine bağlıyorum.
Bu tarz filmleri normalde, mesajını çok doğrudan, çok üst perdeden veriyor diye eleştiririm ama burada, bunu yapmak gerekiyormuş diyerek, o kusuru bir gereklilik olarak gördüğümü söyleyebilirim. Evet, filmi fazla didaktik yapıyor ama belki de bugün itibariyle, buna ihtiyaç var.
Film, yeni terfi almış bir soruşturma hakimi, onun eşi ve iki kızı arasındaki ilişkiler üzerinden yürüyor. Özellikle ilk bölümde, aile arasındaki diyaloglarda, büyük kıza manifesto niteliğinde sözler söyletmiş Rasoulof. Bu kısımları epey sevdim. Festivalde normalde ara verilmez ama bu film, 3 saate yakın olduğu için, ara verildi. Aradan sonra, adeta filmin türü değişti. Çünkü, o noktadan sonra hikâye, babaya görevi nedeniyle verilen silahın kaybolmasına odaklanıyor. Önce bir dedektiflik, sonra bir kaçıp kovalamaca filmine dönüşüyor adeta. Buralar daha sıkıntılı. Özellikle kaçıp kovalamaca sahneleri, çok iyi çekilememiş. Gizem çözüldükçe, senaryodaki açıklar da daha çok ortaya çıkmaya başlıyor.
Finalde Rasoulof, başka bir İran filminde de aynen gördüğüm bir şey yapıyor. Kadın hareketinin yanında bir tavır kesinlikle. Bu yanıyla takdir ediyorum da, şunu da kabul etmeliyiz, uluslararası bir festivalde, yoğun alkışı, hatta ödülü garanti eden bir hareket.
Fakat başa dönersek, cesaretinden dolayı, tüm eleştirdiğim noktalarını görmezden gelmeye meyilliyim. O yüzden Cannes'da jürinin, bu film için olmayan bir özel ödül yaratmasını çok iyi anladım. Belli ki diğer ödülleri vermek içlerine sinmemiş ama bir ödül de vermek istemişler.
Son not: İran filmi dedim de teknik olarak İran filmi değil aslında. Yapımcılarından dolayı, Alman-Fransız ortak yapımı. Hatta, Almanya'nın Oscar adayı. Ama İran'da, gizli gizli çekilmiş. Rasoulof kaçabildi ama kadın oyuncuların başına bir şey gelmemiştir umarım.
Marcello Mio:
Christophe Honoré, güzel bir fikirle yola çıkıyor. Chiara Mastroianni'yi, yani Marcello Mastroianni ve Catherine Deneuve'ün kızlarını alıyor ve kendisinin bir versiyonunu oynatıyor. Hatta filmde Deneuve de kendisini oynuyor.
Her ikisi de dev birer oyuncu olan, bir anne-babanın olması, üstelik sen de oyunculuk yapmak istiyorsan, hiç de kolay olmamalı. Chiara, artık kendini kanıtlamış bir isim ama en azından kariyerinin başlarında, bu filmdeki gibi, sürekli anne-babası ile kıyaslanmış olması muhtemel. Filmdeki Chiara da, bir noktada, aynaya bakınca babasını görüyor ve önce fiziksel olarak ona benzemeye, sonra onun gibi davranmaya başlıyor.
Honoré buradan hem sinema dünyasına dair bir taşlama çıkarmış, hem de Marcello'nun klasik filmlerine bir saygı duruşunda bulunmuş. Film gayet eğlenceli kimi anlar içeriyor. Filmde gördüğümüz hemen herkesin, kendisinin bir versiyonunu canlandırması da hoş. Özellikle çok kısa bir zaman içinde, Stefania Sandrelli'yi ikinci kez beyaz perdede görmek çok güzeldi.
Tüm bunlara karşın, bu fikir iki saatlik bir filmi doldurabilecek bir fikir de değilmiş. Filmin yaptığı numarayı anladıktan sonra, çekici noktaları da azalıyor. Yönetmen, bir orta metrajda, hatta 20-30 dakikalık bir kısa metrajda bile, aynı şeyi anlatabilirmiş.
Shahid:
Gerçekle kurmaca arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran yapımlardan biri daha. Bir yandan da, film çekim sürecinin kendisini de filmin içine katarak, çıtayı yükseltiyor. Aslında anlattığı şey, yönetmenin kendi hikayesi. İran'dan Almanya'ya iltica etmiş olan yönetmen Narges Shahid Kalhor'un, isimden Shahid kelimesini kaldırmak için, Alman bürokrasisi ile giriştiği mücadeleyi ve bu kelimenin, kendisinde yarattığı travmayı izliyoruz.
Ama bunu öyle klasik bir belgesel şeklinde değil de müzikle, danslarla, mizahla yapıyor. Kendisini de, başka bir oyuncu, Baharak Abdolifard canlandırıyor zaten. Kamera arkası da sürekli olarak filmin bir parçası ve film ilerledikçe, bunun dozunu da arttırıyor.
Ama kamera arkasının da aslında kurmaca olduğunu tahmin ediyoruz. Oyuncular da söyleşide bunu doğruladı zaten. Benim aklımda 1-2 sahne için, yine de soru işareti kaldı. Mesela otobüse binip kameranın önünü kesen taraftarlar, gerçek miydi? O da kurmacaydı demeye yakınım gerçi.
Filmin bulduğu fikirleri sevdim ve keyifle izledim ama burası olmadı, hadi başa dönüyoruz numarasını biraz fazla tekrarlamışlar ve sonlara doğru dağılıyor film. 84 dakikalık süresi çok uzun değil ama biraz daha kısaltılabilirdi belki. Yine de festivalin ilginç filmlerinden biriydi.
Ha, bu arada, Shahid, bizim kulağımıza ilk tınladığı gibi Şahit anlamına gelmiyor, Şehit anlamına geliyor. Travma da, ölmüş biri için söylenen bir sıfatı taşımak zaten. Antalya'da gösterilen bir filmde, Şahit'in Shahed olduğunu öğrenmiştik zaten.
The Shrouds (Kefenler):
Cronenberg, her filmine baştan olumlu bir önyargı ile yaklaştığım bir yönetmen. Çoğunlukla da hayal kırıklığına uğratmıyor zaten. Bu kez, çıkış noktasını ve kişiselliğini çok beğensem de toplamda pek olmadı.
Senaryoyu karısının ölümünden sonra yazan Cronenberg'in ana karakteri de karısının ölümünden sonra, onun bedenine veda edemeyen bir adam. Mezarda onun yanında olmak istiyor ama bunu yapamadığı için, mezarın içine, karısının çürüyen bedenini sürekli izleyecek bir sistem kuruyor. Hatta bu iş insanı olarak, bunu bir projeye dönüştürerek, yakınlarının mezarlarının içini bir app vasıtası ile görmek isteyenlere, bu imkânı sağlıyor.
Söz konusu kişi Cronenberg olunca, bunu yapmayı gerçekten arzu ettiğine, çok rahatlıkla inanabilirim. Bu duygudan kurtulmak için, bu senaryoyu yazdığına da. Zaten Vincent Cassel'in filmdeki hali de, belirgin şekilde Cronenberg'e benziyor. İşin bu tarafı, hem Cronenberg'in yıllardır değindiği temalarla çok uyumlu, hem de çok kişisel. Bu nedenle filmin ilk bölümünü çok sevdim. Fakat, mezarların bilinmeyen birileri tarafından tahrip edilmesi sonrası devreye giren karakterler, ortaya çıkan grift yapı ve gizem hikayesi, pek işlemiyor.
Burada da, başka bir bilgi devreye giriyor. Bu proje en başta, Netflix için yapılacak bir dizi olacakmış. Sonradan konsept Netflix için fazla aykırı gelmiş olmalı ki, vazgeçmişler. Cronenberg'in aklında, bu karakterleri ve olayları çok daha uzun ve detaylı anlatmak varmış büyük ihtimalle. O dönem verdiği röportajlarda, projeye 8-10 saatlik bir film olarak yaklaştığını söylemiş zaten. Benzer bir durumda kalıp, oradan başyapıt çıkartan David Lynch gibi bir örnek de var elimizde ama Cronenberg bunu yapamamış maalesef. O yüzden, başarılı bir film olmamış ama şahane bir dizi olabilirmiş, o fırsat kaçmış diyorum.
April (Nisan):
İlk filmi Beginning'e bayıldığım Dea Kulumbegashvili'nin yeni filmi April'i merakla bekliyordum. Bu sefer, bazı yerlerinin fazlasıyla yavaş geldiğini itiraf edeyim ama festivaldeki tüm filmler içinde, en unutulmaz sahnelerden bazıları da bu filmdeydi.
Film, Gürcistan'daki bir doktorun, ölümle sonuçlanan bir doğum sonrasındaki soruşturma sürecinde geçiyor. Aynı zamanda, yasa dışı kürtaj yaptığı da bilindiği için, işler karışıyor. Ama konuyu bundan ibaret görmek yanlış olur. Karakter üzerine derinlikli bir yapı kurulmuş.
Yönetmen, doğum ve kürtaj sahnelerinde alabildiğine gerçekçi bir anlatım tutturmuşken, kimi zaman devreye gerçeküstü sahneler de giriyor. Bu kısımlardaki yaratığın neyi temsil ettiği konusunda, farklı festival takipçileriyle, uzun uzun konuştuk. Bir de filmin hem gerçekçi, hem simgesel diyebileceğimiz bazı sahnelerinde, karakterden sıyrılıp, kimi doğa olaylarına şahitlik ediyoruz. İşte bu sahneler, uzun süre aklımdan çıkmayacak. Hem görsel, hem işitsel olarak çok müthiş sahnelerdi. Bu arada, filmin ses tasarımına ayrıca dikkat çekmeli. Sessizliği ve çevreden gelen sesleri de çok iyi kullanmış.
Filmin akılda kalan sahnelerinden biri de gerçek zamanlı olarak izlediğimiz, kürtaj sahnesiydi. Yönetmenin seyirciyi konumladığı yer de, çok ince düşünülmüş. Seyirciyi grafik detaylarla rahatsız edip bu şekilde dikkat çekeyim dememiş (doğum sahnesindeki açıdan çekse, o sahnede salonu terk eden çok kişi olurdu) ama olayın tüm huzursuz edici duygusunu da vermeyi başarmış. Bu sahnenin çok uzun bir plan olmasının nedeni anlıyorum. Filmdeki diğer bazı sahneler için de geçerli bu ama özellikle diyalogların fazla yavaş olduğu sahneler, benim için fazla geldi.
İlk filmi kadar sevmesem de Dea Kulumbegashvili'nin günümüzün dikkatle izlenmesi gereken yönetmenlerinden biri olduğu açık. Ayrıca, izledikten bir süre sonra bu satırları yazarken, filmin demlendikçe değerlenen bir yapım olduğunu da fark ediyorum.
Sürgün Asla Bitmez:
Ankara'da, belgesel yarışmasını yine tümüyle takip edemedim ama en iyi belgesel seçilen filmi yakalamışım. Son yıllarda pek çok belgeselde gördüğümüz gibi, burada da yönetmen Bahar Bektaş, kendi ailesinin hikayesinin izini sürüyor. Film, yönetmenin kardeşi Taner'in Almanya'da hapisteyken, Türkiye'ye sınır dışı edilme kararı ile başlıyor. Almaya'da yaşayan Bektaş ailesi, oğulları için Türkiye'de bir ev ayarlamaya çalışıyorlar. Bu sırada da aile üyeleri ile yapılan söyleşileri izliyoruz. Süreç uzadıkça uzuyor, bu sırada da ailenin kişisel tarihine dönüp bakıyoruz. Dersim kökenli Kürt-Alevi bir aile, Bektaş ailesi. Yıllar önce Almanya'ya gitmek zorunda kalmışlar ama orada da ırkçı davranışlar ile yüz yüze kalmışlar.
Bahar Bektaş, ailesinin hikayesini anlatırken, iki ülkede de öteki olmayı, bir anlamda her yerin sürgün olmasını, başarılı bir şekilde anlatmış. Ancak, anlattığı şey için, biraz uzun geldi bana. Gerçi anlattığı süreç de uzun ama, biraz daha kısa sürede toparlanabilirdi. Bunun yanında, benzer filmlerde gördüğümüz yapının üzerine, çok da yeni bir şey katmıyor.
İzlediğim belgesel yarışma filmleri arasında, benim için de en iyisiydi aslında. O açıdan jüriye katılabilirim ama yarışma filmlerinin çok azını izlediğimin, tekrar altını çizeyim.
Sterben (Ölmek):
180 dakikalık süresi nedeniyle, karşıma çıkan festivallerde kaçtığım bir filmdi. Konusu da bana ağır gelir diye düşünmüştüm ama Ankara'da artık izlemenin vakti geldi dedim. Valla, gayet iyi ve rahat izlenen bir film çıktı.
Film, bir Alman ailesi çevresinde geçiyor. Anne-baba iyice yaşlanmış ve ölmeye yaklaşmış. Hatta, baba, kafa olarak da gitmiş. Erkek çocuk, orkestra şefi. Başarılı bir kariyeri var. Ama anne-baba ile uzaktan, biraz da formalite icabı ilgileniyor. Kız çocuk ise, aileden tamamen kopmuş, kariyer olarak da bir yere varamamış, alkol sorunları yaşıyor. Böyle bir aile.
Filmin adındaki "Ölmek" kelimesini, anne-babanın fiziksel durumu için düşünebiliriz ama çocukların ruhsal halleri de pek yaşıyor gibi değil. Bu arada, orkestra şefi de, en az kendisi kadar hayattan bezmiş bir arkadaşı ile, "ölmek" isimli bir eser üzerinde çalışıyor. Karakterleri bu şekilde tanıtınca, çok depresif bir film gibi duruyor ama değil. Duygusal açıdan yoğun sahneleri, mizahla dengeliyor. Olaylara ve karakterlere farklı açılardan bakan, beş farklı bölümden oluşması da filmin seyrini kolaylaştırıyor.
Berlin'de aldığı senaryo ödülünü hak etmiş. Olay akışı ve karakter ilişkileri iyi çizilmiş. Bölümler arasındaki bağlantılar ve kesişimler de ince ince hesaplanmış. Oyuncular da çok iyi. Lars Eidinger'i zaten biliyoruz. O da rolün içinde kaybolan, manyak oyuncu modellerinden. Burada da orkestra yönetmeyi öğrenmiş. Hatta filmin sonundaki yazılarda, orkestranın çaldığı eserlerde, şef olarak Lars Eidinger'in adı var. Kız kardeşi canladıran Lilith Stangenberg'i de çok beğendim. Farklı filmlerde karşımıza çıkmış aslında ama en rahat hatırlanabilecek filmi, 2016 tarihli Wild sanırım. Orada da çok başarılıydı.
When It Melts (Eridiğinde):
Oyuncu olarak, özellikle Broken Circle Breakdown'da bayıldığım Veerle Baetens, yönetmen olarak ne yapmış acaba diye, çok da beklentim olmadan gitmiştim ama duygusal açıdan, festivalin en etkileyici filmlerinden biri oldu.
Film, Eva'nın iki farklı zaman dilimine yayılan hikayesini karşımıza getiriyor. İlk gençlik döneminde çok yakın arkadaş oldukları iki erkek çocukla yaşadıklarını izlerken, yıllar sonraki dönemde Eva'nın onlardan koptuğunu görüyoruz. İki farklı zamandaki hikayeler ilerledikçe, ayrılığın nedenlerini anlayacağımızı tahmin ediyoruz. İlk gençlik döneminde Eva, arkadaşlarından birinden daha farklı şekilde hoşlanmaya başlıyor ama arkadaşı, tipik bir ergen erkek çocuğu olarak, daha gösterişli kızların peşinde. Tamam diyoruz, duygusal bir travma yaşanmış. Ama bir noktada olay hiç beklemediğimiz bir yöne sapıyor ve çok karanlık bir noktaya geliyor. Keyifli denebilecek bir büyüme hikayesi izliyoruz derken, olayın seyri değişiyor.
Konuya dair daha fazla detay vermeyeyim ama Veerle Baetens'in, bu zaman dilimlerini birleştirirken kurduğu yapıyı, kurgudaki geçişlerini ve yönetmen olarak, kilit sahnelerdeki tercihlerini gayet başarılı buldum.
Oyunculuk açısından tüm filmin yükünü, Eva'yı canlandıran iki oyuncu üstleniyor. İkisi de iyi ama özellikle genç Eva'yı oynayan Rosa Marchant çok başarılı. Film sonrasında, o yaşta bir oyuncu, bu sahnelerin altından iyi kalkmış diye düşünmüştüm. Sonradan bakınca, 2005 doğumlu olduğunu öğrendim. Filmdeki karakteri çok daha küçük olduğu için, oyuncunun da öyle olduğunu düşünmüştüm. 18-19 da çok büyük değil tabii de, en azından belli bir olgunluk var.
L'histoire d'Adèle H. (Adele H.'nin Öyküsü):
Bir kadının, aşkına karşılık bulamadığı halde, sevdiği erkeğin peşinde ülkeden ülkeye gezdiği, saplantılı bir aşk hikayesi. Evet, Demirkubuz'un Masumiyet'inden önce, Truffaut'nun Adele H'i varmış (benzetme Tanju Baran'ın).
Bazı klasik filmleri izleyip izlemediğinizden emin olamazsınız. Adele H, benim için onlardan biriydi. Isabelle Adjani'nin bu filmdeki bazı görüntüleri sinemasal belleğimize işlediği için, sanki izlemişim gibi geliyordu ama emin de değildim. Yok, izlememişim. Açıkçası Truffaut'nun en iyi filmleri arasına koyamıyorum. Adjani'nin genç yaşındaki, çok başarılı oyunculuğuna rağmen, bir dönem filmi olarak çok doğal gelmedi. Sahnelenmiş bir yapı izlediğimi, fazlaca hissettim diyeyim.
Ama Fransız yeni dalgasının, belki de en ana akıma yakın ve türden türe atlayan yönetmeninin, gerçek olaylardan alınmış bir dönem filminde neler yaptığını görmek ve filmografisinde, bir adım daha ilerlemek için değerliydi. Adjani'yi kariyerinin ilk adımlarında görmek de öyle.
Kilikya'ya Yolculuk: Fejes'in İzinde:
110 yıl önce, Macar bir gezginin çektiği fotoğrafların izinde, aynı rotayı izleyen ekibin yolcuğunu takip ettiğimiz bir belgesel. Zamanın, mekanları ve insanları ne kadar değiştirdiğine dair güzel anları var.
Yönetmenler, mümkün olan en eskiyi hatırlayabilecek insanları bulmak adına, çoğunlukla yörenin yaşlılarına gitmişler. Bu kısımlar, beni mekanların değişimine göre daha çok etkiledi açıkçası. Hatta, filmin ana teması bu bile olabilirmiş. Bu insanların, yaşlandıkça bulanıklaşan hafızaları, bir yandan o yaşta kendilerine değer verilerek soru sorulmasının verdiği gurur ve mutluluk, soruyu soranlara yardım etme isteği ama bir yandan da hafızadan uçup gidenler nedeniyle yaşanan çaresizlik. Aynı anda pek çok duygu.
Film, mekanların değişimi ile birlikte insanların değişimini de yan yana götürse, daha çok sevecektim ama o denge tam kurulamamış. Bir de yolculukta, her günün sonunda, günü özetleyen bölümler var. Buralar çok kitabi olmuş bence. Filmin doğallığını baltalıyor.
Belgesel yarışmasındaki çok iddialı filmlerden değildi belki ama yine de belli bir seviyenin üzerinde diyebilirim.
Les femmes au balcon (Balkondaki Kadınlar):
Noémie Merlant yazmış, yönetmiş ve oynamış, senaryoda Portrait'teki yönetmeni Céline Sciamma'dan da destek almış. Beraberce, Allah tüm erkeklerin belasını versin diyen, bol kanlı ama çok eğlenceli bir film yapmışlar. Tam bir Uçan Süpürge filmi aslında. Feminist mesajını çatır çatır verirken, asık suratlı da değil. Kadın dayanışmasını vurguluyor, erkeklere sağlı sollu çakıyor ama iyisini bulursak neden olmasın da diyor. Gerçi, onu bulmak imkansıza yakın diyor da olabilir.
Günümüz bakış açısı ile, özelikle rıza kavramı üzerinde duruyor. Hatta bu konudaki mesajının altını da belki biraz fazlaca çiziyor. Kimi filmleri, şiddet kullanımı açısından eleştiriyoruz. Burada da şiddet var, kan var ve hatta bu film, oradan mizah çıkarmaya da çalışıyor. Ama bu sefer başarılı işte. Şiddeti kullanmasının bir nedeni var çünkü. Yine de bu tarz sahnelerden rahatsız olanlar, iki kere düşünmeli. Ben sevdim.
Köpekle Kurt Arasında:
Festivalin ulusal yarışma bölümünde, daha önce izlemediğim tek filmdi. İşlediği büyük suça rağmen, hiç vicdan azabı duymayan, yeniden bir araya geldiği eski sevgilisine karşı da duygusuz davranan bir karakteri izliyoruz film boyunca. İzlerken önce, bu Demirkubuz'un Yazgı'sı değil mi diye düşündüm. Film ilerledikçe, o da bir Yabancı uyarlamasıydı zaten dedim (film gayet yavaş aktığı için, izlerken bunları düşünmeye epey fırsat bırakıyor).
Öncelikle, yönetmenin zor bir işin altına girdiğini söylemek lazım. Anlatması zor, seyirciyi yakalaması daha da zor bir karakter. Karakteri sevmeniz zaten mümkün değil de, hayata karşı nötr tavrından ötürü, nefret de edemiyorsunuz. Karaktere karşı bir duygu geliştiremeyince, filmi takip etmesi de zorlaşıyor. Ama potansiyel olarak, çok sıkılabileceğim bu filmi merakla izlemeye de devam ettim. Kurulan yapı, yine de çalışıyor. Hatta bazı fazlalıklar olmasa, filmi daha çok sevebilirdim.
Estetik bir şekilde çekilmiş olsa da, rüya sahneleri ya da filmin adıyla uyumlu olsun diye çekilmiş gibi duran, adamın hayvanlaştığı sahneler, biraz fazla geldi bana. Final, yine adamın umursamazlığını gösteren bir yapıda ama öyle apar topar bitiyor ki, ne oldu şimdi diyorsunuz. Kimi dokunuşlarla daha iyi olabilecek bir filmmiş ama bu haliyle tam da olamamış. Galiba yönetmen Murat Düzgünoğlu'nun tüm filmleri için aynı cümleyi kurabilirim.
Köklere Yolculuk:
Bülent Vardar hocamızın, Selanik'ten göçmek zorunda kalan, kendi ailesinin izini sürdüğü bir belgesel. Son zamanlarda, belgesellerde yönetmenlerin kendi ailelerinin hikayelerini anlatmasının yeni bir örneği. Vardar ailesi ile birlikte, Evrenos ailesinin de hikayesini anlatıyor. Bunun için, hem aile üyeleri ile görüşmeler yapmış, hem de Yunanistan'da ilgili yerlere gidilmiş.
Açıkçası, Bülent Vardar bunu kendi merakını gidermek için yapmış gibi de duruyor biraz. Zaten söyleşide de bu projeye girişmek için çok geciktiğini söyledi. Aileden o dönemi asıl hatırlayanlar, vefat etmiş çünkü. Söyleşide bir de, konuşan kafalar belgeseli yapmak istemediğini söyledi ama biraz öyle olmuş maalesef.
Aslında filmi izlerken, ben de kendi ailemi düşündüm biraz. Bizde de benzer bir hikâye varmış. Anneannem Selanik'ten gelmiş ama o vefat ettikten çok sonra öğrendim bunu. Hiç konuşulmazdı evde. Belki de bir askerle evlendiği için, konuşulmasını da istemiyordu, kim bilir? Büyük dede de Çanakkale'de şehit düşmüş ama şimdi onların izlerini sürmeye çalışsam, hiç mümkünü yok sanırım. Sadece buraya yazdığım bu iki bilgi var kulaktan dolma. Bülent Vardar, en azından somut bilgilere ulaşabilmiş. O açıdan bile, değerli bir belgesel.
Toxic:
Litvanya yapımı bu filmde, bulundukları şehrin çıkışsızlığından kurtulmak için, modellik seçmelerine katılan iki genç kızın hikayesini izliyoruz. Yaşadıkları yer gibi, karakterleri gibi, film de son derece mesafeli ve soğuk. Yönetmen Saule Bliuvaite, hiç öyle seyirciyi yakalayayım, onu filme bağlayayım gibi çabalara girmemiş. Kenara çekilip, uzaktan hikayesini anlatmaya odaklanmış. Bu nedenle, izlemesi de biraz çaba gerektiren bir yapım.
Yakın zamanda izleyince, aklıma Substance da geldi. Burada yaşlılık gibi bir durum söz konusu olmasa da, kadınlar üzerindeki güzellik baskısı konusunda, benzer yerlerde dolaşıyor. Ama o film ne kadar gösterişliyse, bu film de o kadar soğuk ve gerçekçi. Karakterlerden birinin, güzellik için yaptığı bir eylem var ki, aslında çok rahatlıkla body-horror'un kapılarını açabilirmiş. Ama dediğim gibi, yönetmen hiç o yola gitmeyi tercih etmemiş.
Sonuç olarak, ilgi çekici tarafları ve iyi performansları olsa da, toplamda beni çok yakalayamadı. Yine de, bir şans verilebilir.
Salve Maria:
Son yıllarda, annelik kavramını, annelerin çocuklarını kayıtsız şartsız sevdikleri ön kabulünü sorgulayan filmleri daha sık izlemeye başladık. Salve Maria da onlardan biri. Bir yazar ve yeni anne olan Maria, ikiz bebeklerini öldüren bir kadını izliyor.
İlk başta, kriminal bir hikâye mi izleyeceğiz acaba derken, Maria'nın, kendi çocuklarını öldüren kadının, bunu neden yaptığını anlamaya çalışmasını, kendisinin de anne olma hali ile ilgili hislerini sorgulamasını takip ediyoruz.
Filmi izlerken, bir arkadaşımın anne olduktan bir süre sonra, "çocuğunu şunu şunu yaparak öldürdü şeklindeki üçüncü sayfa haberlerini çok iyi anlıyorum, o kadar ince bir çizgi ki o, bir anda geçebilirsin" demesini hatırladım (not düşeyim, çocuğunu çok sağlıklı şekilde büyüttü). Film, muhtemelen bizim erkekler olarak ancak uzaktan anlayabileceğimiz bu duyguları vermekte son derece başarılı. Yönetmeni, senaryo yazarı ve hatta uyarlandığı romanın da yazarı kadın ki, bu konuyu bir erkeğin hakkıyla anlatabileceğini çok düşünmüyorum zaten.
Erkek karakterin son derece anlayışlı olması, filmin gerçekçiliğini biraz azaltıyor gibi geldi bana. Vardır elbette öyle erkekler ama azınlıktadır sanki. Bir de filmin finalinde, kadının özgürleşmesinin gösterilme şekli, pek hoşuma gitmedi. Orada, fazla ahlakçı bakmış olabilirim.
Başrol oyuncusu Laura Weissmahr'ın çok başarılı olduğu notunu da düşeyim. Karakterin çelişkilerini ve kafasındaki soru işaretlerini çok iyi yansıtmış.
Another End (Farklı Bir Son):
Hedeflediği seyirci konusunda çok arada kalmış bir film. Ana akım olmak için fazla yavaş, büyük bir festivalde yarışma filmi olmak içinse fazla yüzeysel. Benzerlerini farklı film ya da dizilerde gördüğümüz bir fikir üzerinden gidiyor.
Yakın gelecekte, büyük bir şirket, şöyle bir hizmet sunuyor: Zamansız kaybettiğiniz ve veda etme fırsatı bulamadığınız bir yakınınızın benliği, kısa bir süre için, yaşayan bir bedene aktarılıyor. Siz de onunla son bir kez görüşme fırsatı buluyorsunuz. Çok sevdiğiniz bu kişinin farklı bedende olmasının tuhaflığı bir yana, o kişinin de kendi bedenine yabancılaşması beklenir. Ama her nedense, kişi kendi bedenine yabancılaşmıyor. Film, bir karakterin ağzından bunun nedenini açıklıyor da hiç inandırıcı değil açıkçası.
2000'lerin başında bu fikri ilginç bulurduk ama bugün öyle değil. Yine de buradan farklı yerlere gidilebilirdi ama senaristler, basit bir aşk ve pişmanlık hikayesine saplanmışlar. Bir de finale tahmin edilebilir, tahmin edilmese bile, çok gerekli olmayan bir sürpriz kondurmuşlar. Üstelik bu sürpriz, son derece Hollywood kokuyor. Madem öyle, filmi daha ana akım kodlarla yapsaydınız da uyumlu olsaydı.
Filmin hakkını teslim etmemiz gereken bir yanı var. Oyuncuları. Çok farklı ülkelerden, yetenekli oyuncular toplamışlar. Filmi ayakta tutanlar da onlar.
Zamora:
60'ların İtalya'sında geçen bir futbol komedisi. Hiç futbol merakı olmayan bir adam, yeni girdiği işte, patron dahil herkesin futbol delisi olması ve kendi aralarındaki maçları çok ciddiye almaları üzerine, futbol öğrenmeye başlar ve olaylar gelişir.
Keyifli olmasına keyifli de fazla şirin, fazla şeker bir film. Böyle olunca da inandırıcılığı çok yüksek değil. Yine de anlattığı dönemi, hem mekanları, hem kostümleri, hem de müzikleri ile başarılı bir şekilde yansıttığını söyleyebiliriz.
Açıkçası festivalden çok, elçiliğin yıl sonunda düzenlediği, İtalyan Filmleri Haftası'nda gösterilmesi daha uygun olurdu, sanki.
Yeni yılda görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN