BİR FİLM HADİSESİ
Ülkemizin önemli film dağıtımcı şirketlerinden Bir Film, bu seneye yeni bir etkinlikle giriş yaptı: Bir Film Hadisesi. Bu etkinlikte, Türkiye hakları kendilerine ait olan, 11 filmi, 4 farklı şehirde gösterdiler. Bu filmlerin bir kısmının vizyon tarihleri belirlenmiş durumda. En popülerleri de onlar oldu sanırım ama ben onları vizyona erteleyerek, kalan 7 filmi izledim. Bu filmlerin de Türkiye hakları alınmış olduğuna göre, ileride gösterime girmesi beklenebilir. En kötü ihtimalle, dijital platformlara geleceklerine, kesin gözüyle bakabiliriz.
Pendant ce temps sur Terre (Bu Sırada, Dünya'da):
Bir uzay görevi sırasında kaybolan abisinin yasını tutan bir genç kızla iletişime geçen yaratıklar, onu geri getirebileceklerini ama bazı şartları olduğunu söylerler. İlginç bir bilim-kurgu olabilir demiştim ama biraz zayıf çıktı. Aslında body-horror'a kayan kısmı ve hemen arkasındaki kanlı bölüm dikkat çekiciydi ama filmin asıl derdinin, yas süreci ve bu acı ile baş etme çabası olduğunu da hızlıca anlıyoruz. Bunu anlatma şekli ise, fazla yavan geldi açıkçası.
Yönetmen Jérémy Clapin'in Bedenimi Kaybettim filmine bayılmıştık. Burada da animasyon sekanslar var ama filmin tümünün aynı etkiyi yarattığını söylemek, çok zor. Belki de yine, tümünü animasyon yapsa ve hayal gücünü daha serbest bıraksa, daha iyi olurdu. Bu haliyle, kaçmış bir fırsat denebilir.
Kensuke's Kingdom (Saklı Krallık):
Robinson Crusoe hikayesinin, farklı bir çeşitlemesi diyebiliriz. Ailesiyle beraber bir tekne yolculuğunda olan bir çocuk, fırtınada denize düşer ve köpeği ile beraber bir adada gözünü açar. Ama adada yalnız değildir. Zaten filmin (ve uyarlandığı romanın) İngilizce adında, hiç gizlemeden Kensuke'nin adını vermiş. Evet, asıl Robinson, Kensuke aslında. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu adaya düşmüş ve yıllarını bu adada geçirmiş bir Japon, Kensuke. Çocukla birbirlerinin dillerini anlamasalar da, aralarında sağlam bir dostluk kuruluyor. Ona adanın bozulmamış doğal güzelliklerini gösteriyor. Zaten filmin çok net, çevre dostu bir mesajı var. Filmin kötü adamları, adadaki hayvanlara zarar vermek isteyen avcılar.
İkinci Dünya Savaşı ve Japon bir karakter deyince, hikâyenin bir yerinden atom bombasına da bağlanacağını tahmin ediyoruz. Gerçekten de öyle. Film çocuklara yönelik bir yapıda olsa da, atom bombasının etkisini göstermekten de çekinmiyor. Filmin bir animasyon olduğu, herhalde afişten anlaşılmıştır. Eski usül bir çizim tekniği var. Hatta bana eski Fransız animasyonlarını hatırlattı. Filme de yakışmış.
Seslendirme kadrosunda Cillian Murphy ve Sally Hawkins gibi bildik isimler var. Ama anne-babayı seslendirdikleri için, çok da uzun rolleri yok. Asıl başroller çocuk ve Kensuke. Onları da Aaron MacGregor ve Ken Watanabe seslendiriyor. Gerçi Kensuke, çoğunlukla sessiz olduğu için, Watanabe'nin toplam repliği de epey az olmalı.
Sonuç olarak, yılın en iyi animasyonları arasına almam ama özellikle verdiği mesaj ve duygusal tonu ile, iyi bir film.
Small Things Like These (Böyle Küçük Şeyler):
Bilmem hatırlayan var mı ama 2002 yılında, The Magdalene Sisters isimli bir film vardı. Epey de beğenilmişti o dönem. Hikayesini gerçek olaylardan alan bu film, günahkâr(!) genç kızların kapatıldığı, manastır-hastane karması bir yerde yaşanan dehşeti anlatıyordu. Böyle Küçük Şeylet ise, aynı olaylara kasabadan bir adamın gözünden bakıyor. Cillian Murphy'nin canlandırdığı Bill, geçmişinde büyük travmalar yaşamış ama kendini kurtarmayı bilmiş, kıt kanaat geçinen, iyi bir aile babası. Daha da önemlisi, iyi ve yardımsever bir insan.
Kömür ticareti ile uğraştığı için, bu bahsettiğim yere girebiliyor ve genç kızların yaşadıklarına kısmen tanık oluyor ve onlara yardım etmek istiyor. Aslında bu yaşananlar, çok da gizli değil. Bir anlamda herkesin bildiği sırlar niteliğinde. Ama herkes de, kilise çok güçlü, aman ağzımızın tadı bozulmasın diyor.
Yönetmen Tim Mielants, küçük anların ve detayların etkilerine yaslanan bir anlatı kurmuş. Çok etkileyici anlar, seyirciyi yükseltecek sahnelerdense, tüm filme yayılan sakin ve hüzünlü bir atmosfer yaratmış. Cillian Murphy'nin filmdeki oyunculuk tarzı da buna uygun. Hatta, bana sorarsanız, Oppenheimer'daki oyunculuğu yerine, bu filmdekini tercih ederim. Burada resmen rolünün içinde kaybolmuş. Filmi izlerken, Oscarlı bir film yıldızı olduğunu unutuyorsunuz. Belli ki, kendisi de projeye inanmış. Yapımcılarından biri çünkü. Üstelik Oppenheimer setinde, Matt Damon'ı da ikna etmiş.
Geçen sene Berlin'de prömiyer yaptıktan sonra, çok adı anılmamıştı ama bence sağlam filmmiş.
Treasure (Hazine):
90'ların başında, doğu bloku yıkıldıktan sonra, Amerika'da yaşayan ama kökleri Polonya'ya dayanan bir baba-kız, babanın doğduğu toprakları ve eğer hala duruyorsa, baba evini görmek üzere, bir yolculuğa çıkarlar.
Keyifle izlediğimi, zaman zaman duygulandığımı söyleyebilirim. Bu anlamda, kötü bir film değil. Ama hem baba-kız arasındaki ilişkiyi, hem de soykırım hikayesini, onlarca kez izlediğimiz ve çok kolay tahmin edilen yerlerden kuruyor. Politik açıdan bakınca da yıkılan doğu bloğunun fakirliğinin vurgulanması ve Amerikan dolarına duyduğu ihtiyacın da birkaç kez, farklı şekillerde gösterilmesi de dikkat çekiyor.
Stephen Fry'ın, şeytan tüyü olan baba karakteri, filmi hareketlendiriyor. Lena Dunham'ın karakteri ise, daha sıkıcı. Filmin en güzel sürprizi ise, Zbigniew Zamachowski idi. İsim hemen tanıdık gelmemiş olabilir. Kieślowski'nin Beyaz'ının başrolü diyeyim.
Hikayesi, ödül sezonunun flaş filmlerinden A Real Pain'i de anımsatıyor. Benzerlikleri var gerçekten. İkisinin de farklı açıdan daha güçlü ve zayıf noktaları var. A Real Pain'de karakterler arasındaki ilişkiler, daha ilgi çekici. Ama bu filmin hikâye yapısını daha çok sevdim.
La plus précieuse des marchandises (En Değerli Hediye):
Michel Hazanavicius, ana akım aksiyon filmlerinin sıradan bir yönetmeni iken, The Artist ile büyük bir başarı yakalamıştı. O günden beri de, asla o seviyeye çıkamadı. Sürekli bunun için uğraşıyor ama olmuyor, olamıyor. Bunun için, çok dokunaklı hikayeleri, duygu sömürüsü yaparak anlatmaya, seyirciyi bu şekilde etkilemeye çalışıyor. Bu kez, animasyonla anlattığı bir soykırım hikayesini ele almış. Filmin iyi yanları da var ama izlerken bir türlü, bunu ödül için yapmış hissinden kurtulamadım.
Toplama kampına giderken trenden atılan bir bebek, onu bulan fakir bir oduncu ailesi ve çevredeki ırkçı tanıdıklar. Hem oduncu ailesinin, hem de toplama kampına gidenlerin başına, binbir türlü kötü olay geliyor. Bunlar gerçekçi de olabilir ama anlatımı, duygu sömürüsüne kayıyor.
Yine de filmin iyi yaptığı iki şey var. Birincisi, animasyonu kullanarak, etkileyici anlar yaratmayı başarıyor. Bunlar çok fazla olmasa da, neden animasyon sorusunun cevabını veriyor.
İkincisi, spesifik bir zamana ve mekâna bağlı kalmıyor. Evet, çok net bir şekilde, İkinci Dünya Savaşı'ndaki Yahudi soykırımını konu alsa da, bir tarih belirtmiyor, Yahudi demiyor, Nazi demiyor, svastika göstermiyor. Bu şekilde, filmi zamansız kılmayı başarmış. Bu, kötülüğün zamansız olduğunu göstermek için, iyi bir tercih ama bu sefer de günümüze bir gönderme yapmasını beklerdim. Günümüzde, zamansız bir soykırım filmi yapıyorsan ve Filistin'de yaşananlara, en azından bir gönderme yapmıyorsan, filmin bir yanı eksik kalıyor.
Sauvages (Vahşiler):
Yine, çevre dostu bir animasyon. İlk bakışta, ormanda yaşayan yerliler ve oradaki hayvanlar için kullanılıyor gibi gözüken "vahşiler" nitelemesinin, aslında modern/kentli insan için kullanıldığını, çok kısa bir sürede anlıyorsunuz. Filmin kötü adamları, çok net bir şekilde büyük bir şirketin elemanlarıyken, iyiler de yerliler, onların yanında yer alan beyaz adamlar ve ormanın hayvanları. Ama anlatıyı da, beyaz adamın içindeki iyi insanlar geldi, hepimizi kurtardı gibi bir yerden kurmuyor. Daha ziyade, beraberce mücadele ettik, direndik gibi bir anlatısı var.
Filmin animasyon tarzı, yönetmenin önceki filmi, Kabakçığın Hayatı'na benziyor. Yine stop-motion animasyon ve yine aynı sevimlilikte karakterler. Kabakçığın bizde de çok seveni olduğunu biliyorum. Bu filmin hitap ettiği yaş kitlesinin, daha düşük olduğu söylenebilir. Yetişkinlere yönelik tarafları da var ama özellikle karakterlerin, keskin çizgilerle iyi-kötü olarak ayrılması ve hikâyenin basitliği, yaş kitlesini düşürüyor. Gerçi bizim izlediğimiz seansta bir tek çocuk vardı ve biraz fazla konuştu (evet, bir noktada dayanamadım onu da uyardım, üzgünüm) ama vizyona dublajlı versiyonu da girerse, çocukların da daha fazla ilgi gösterebileceği bir film.
Der Himmel über Berlin (Berlin Üzerindeki Gökyüzü):
Sıra sevdiğim klasikleri yazmaya gelince, uzun uzun bir şeyler söylemeyip, sadece hayranlığımı belirtmekle yetiniyorum. Berlin Üzerindeki Gökyüzü de gerçekten inanılmaz bir film, büyülü bir film. İnsanlar arasında sakince süzülen kamerası ile, akıllarından geçenleri belli belirsiz takip ederken siz de kendinizi meleklerin arasında gibi hissediyorsunuz. Ama onların insanların arasına inme isteğini de hissediyorsunuz. Wenders'in arka arkaya başyapıtlar çektiği dönemin, en iyi örneklerinden biri.
Özellikle gençler açısından, biraz yorucu olabilir, kabul. Bizim seanstan çıkan 3 arkadaştan biri, "ben bazen durup saatlerce boş duvarı izlerim, o bile bu filmden eğlenceliydi" dedi mesela. Ben de filmi ilk kez, benzer yaşlarda, Tübitak'ın bir konferans salonunda, üstelik Türkçe altyazı olmadan izlemiştim. İtiraf ediyorum, ben de sıkılıp uyuklamıştım biraz. Yine de arada duyulan Türkçe konuşmalar, aniden gelen Zülfü Livaneli, bir şok etkisi yaratmalıydı ya. Bir de bizim kuşak Peter Falk'u da Komiser Kolombo olarak tanıyan bir kuşaktı. Onun filmde olması da ilgi çekiciydi.
Bahsettiğim arkadaşlar, bir şekilde bu yazıya denk gelirse, garanti ediyorum, eğer bu tarz filmlerde ısrarcı olur, bu filmi de bir on sene sonra tekrar izlerlerse, ne kadar iyi olduğunun hakkını verecekler.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN