SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

2025 FESTİVAL RAPORU-YERLİ FİLMLER

15 Aralık 2025 Pazartesi 09:22
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Uzunca bir süredir bu köşeye yeni yazı ekleyemedim. Bu sene güz festivallerinden pek çoğuna katılma fırsatı buldum ama filmlerin yorumlarını aynı hızda yetiştiremediğim için, bu köşenin takipçilerine bir özür borçluyum. Yazın ortasında Karlovy Vary, sonra sırasıyla Ayvalık, Adana, Antalya ve Ankara Film Festivallerinde, arada Filmekimi’nde ve başka özel gösterimlerde pek çok film izledim. Yılı kapatırken en azından, bu festivallerde öne çıkan yerli ve yabancı filmlere bir göz atalım istedim. Bu hafta 10 yerli film, iki hafta sonra da 10 yabancı filmi odağımıza alalım. Bundan sonra da, bu köşe için, 2 haftada bir periyodumuzu tutturmaya çalışalım.

O da Bir Şey mi:
Hem özel hayatında, hem de yaratıcılık konusunda krizde bir yönetmen, onun kendi hikayesini anlatmak, belki de yeniden yazmak isteyen bir hayranı, çeşitli yan karakterler, onların kendi hikayeleri ve bunların arasındaki ilişkiler. Baştan şunu söylemeliyim. Pelin Esmer'in bayıldığım filmleri var, sevmediğim filmi yok. Bunu da sevdim ama bu sefer olmamış tarafları biraz daha fazla geldi bana. Ancak, Esmer’in Adana’da neredeyse tüm ödülleri toplayan bu filmini iki kez izledim. İkinci izleyişimde görüşlerim olumlu tarafa daha fazla kaydı.
Sevdiğim taraflarından başlayayım. Öncelikle Aliye karakteri ve ilk filminde Merve Asya Özgür. Sürekli perde arkasında kalan, kendisini anlatmak isteyen ama aslında kendi hikayesinden de memnun olmadığı için, onu da yeniden kuran bir karakter bu. Gerçekle ve seyirciyle oynayan bu kısımları sevdim. Filmin mekanlarını ve sanat yönetimini de başarılı buldum. Söke'de gerçekten var olan eski bir sinema kullanılmış. Filmin büyük bölümünün geçtiği otelin havası da gerçekle hayal arasında kalan bir atmosferi destekliyor.
Timuçin Esen'in yönetmen karakteri ve bunalımları ise benzerlerine çok rastladığımız ve aynı notalara basan bir karakter gibi geldi bana. Ancak yönetmenin annesi ile olan ilişkisi ve annesinin kendi hikayesi, çok daha başarılı idi. Bu ikinci izleyişte keyfine daha çok vardığım bir detay oldu.
Pelin Esmer, İşe Yarar Bir Şey'de olduğu gibi, kısa ekran süreleri olan yan karakterleri de ilgi çekici kılmaya çalışmış. Ama burada, o filmdeki kadar başarılı değil bence. Nur Sürer gibi birkaç isim, doğal karizmaları ile yine etkili ama bazıları sadece finaldeki toparlamaya hizmet etmek için konmuş gibi. Bir de Esmer'in kendisine referans verdiği bir sahne var. O, zorlama geldi bana.
İzlediğime memnun muyum? Evet. Daha iyi olabilir miydi? Evet.

Tavşan İmparatorluğu:
Bu da, Antalya’dan ve Ankara’dan pek çok ödülü toplayan bir film. Baş karakterinin bir çocuk olması ve onun hayvanlarla olan ilişkisi üzerinden ilerlemesi ile Sivas'ı akla getiren bir yapım. Sivas kadar başarılı değil ama yine de festivalin iyilerindendi. Jüri de çok beğenmiş belli ki, ödülleri yağdırdı.
Aynı gün izlediğimiz, Aldığımız Nefes'te olduğu gibi, yine annenin olmadığı, maddi güçlükler içinde bir aile. Burada durum daha da karanlık. Çıkış yolunu, çocuğa engelli numarası yaptırıp, devletten maaş almakta buluyorlar. Zaten kasabadaki engelli okulunu da karanlık bir adam işletiyor ve burada gerçek engelliler olduğu gibi, numara yapan bir sürü çocuk da var. O da, öğrenciler üzerinden ödenek alıyor. Böyle bir düzen kurulmuş. Okul da berbat bir yer zaten. Aynı karanlık adam, tazı yarışları da organize ediyor ve bu yarışlarda, tazıları koşturmak için tavşanları kullanıyor. Baş karakterimiz Musa da bu tavşanları kurtarmanın peşinde.
Filmin en güçlü tarafı, kurduğu atmosfer ve karanlığın içinden gelen görüntüleri. Meksikalı görüntü yönetmeni Claudia Becerril Bulos, gerçekten çok iyi iş çıkarmış. Filmin yönetmeni Seyfettin Tokmak da, söyleşide onu bayağı övdü zaten.
Özellikle çocuk oyuncular çok başarılı. Gerçi film 3 yıl önce çekildiği için, epey de büyümüşler. Musa'yı canlandıran Alpay Kaya, çok iyi bir keşif. Bölgede çobanlık yapan bir çocukmuş ve hala aynı işi yapıyor.
Filmin zayıf bulduğum tarafı ise, senaryoda inandırıcı bulmadığım ve tekrara düşen bazı kısımlar. Çocuğun defalarca okuldan kaçışı ve ciddi bir yaptırım uygulanmaması mesela. Ayrıca finale de itirazlarım var. Ona çok girmeyeceğim, spoiler olur ama şöyle diyeyim. Umut ışığını göstermek istemesini anlıyorum ama bu sefer de gerçeklikten uzaklaşmış.

Aldığımız Nefes:
Hayata tutunmaya çalışan bir ailenin, bir baba-kızın hikayesi. Bir fabrikadan başlayan yangın, bir türlü söndürülemez ve bölgedeki ailelerin yaşamlarına ciddi etkileri olur. Antalya'da izlediğim yarışma filmlerinin, benim için en iyisi oldu.
Aslında yangın olmasa da elimizde güçlü bir hikâye var. Ailenin yükünü, babası ile birlikte üstlenen, adeta hayatını kaybeden annesinin yerine geçen ama özellikle babasının hala küçük bir kız çocuğu olduğunu unuttuğu Esma karakteri çok iyi çizilmiş ve oynanmış. Esma, hem babasının erkek çocuklara gösterdiği ilgisini, hem de okula geri dönmeyi istiyor. Yönetmen, bu karakteri yazarken, kızkardeşinden yola çıktığını söyledi. Gerçekten, tanıdığı bir karakter olduğu hissediliyor. Henüz 10 yaşındaki Defne Zeynep Enci de çok iyi oynamış gerçekten. Bazen böyle sizi çarpıp geçen çocuk oyuncu performanslarına rastlıyoruz. Bu da onlardan biri. Jüriler genellikle bu tip rolleri, özel ödüllerle değerlendirir. Valla, en iyi kadın oyuncu verseler, hiç itiraz etmezdim.
Yönetmen Şeyhmus Altun'un iyi bir sinema gözü olduğu hissediliyor. Filmin harika bir giriş sahnesi var. Senaryo arada teklese de ara ara kurduğu iyi sahnelerle filmi yukarıda tutmayı başarıyor. Finale doğru, bunların sayısı artıyor ki, bir tanesi çok iyi bir final olurmuş. Oradan sonra, şok etkisi yaratacak bir sahne için filme devam ediyor ama orayı biraz abartılı buldum. Ne olduğunu yazmayacağım tabii ki ama Esma, o hareketi yapmayacak kadar akıllı bir kızdı.
Malum kahve zincirinin filmin destekçilerinden biri olması biraz canımı sıktı açıkçası ama boykottan önce çekilip bitmiştir diye görmemiş gibi yapalım hadi. Ama yönetmen de söyleşide politik bir soruda, itina ile top çevirdi. Ağzımızın tadı bozulmasın, kafasında gibi geldi bana.

En Güzel Cenaze Şarkıları:
6 bölümlük bir, hımmmmm, ne demeli? Aile draması desem, tam değil, aile komedisi desem, o da tam değil, zaten anlatılan herkes, aynı aileye dahil de değil. Fakat bu parçalı yapıdan çıkan işi, 1-2 nokta dışında, epey sevdim.
İlk bölümlerde, birbirinden bağımsız hikayeler mi izleyeceğiz acaba derken, güzel bir şekilde toparlandı. Her bölümde yeni karakterler devreye girerken, eskilerin de hikayeleri büyüdü. Bazı karakterleri sadece tek bir bölümde gördük ama onlar da genelde ilgi çekici karakterlerdi.
Kaybedilen bir eş/baba üzerinden duygusal bir durum var ama gözümden yaş gelecek kadar güldüğüm yerler de oldu. Hatta, ana akım komedilerde gülmediğim kadar güldüm diyebilirim. Ziya Demirel, çok radikal farklılıklara gitmese de her bölüme ayrı bir tarz da oturtmuş.
En büyük itirazım, final bölümüne. Oradaki karakterleri zaten pek merak etmemiştim, hikayelerini de çok ilgi çekici bulmadım. Asıl sorun, beşinci bölümün finali, filmin finali olacak kadar güçlüydü, onun üzerine gelince, filmi benim için aşağı çekti. İlla o karakterler de anlatılsın isteniyorsa, ufak kurgu numaraları ile son iki bölümün yeri değişse, daha iyi olacaktı sanki. Film daha yüksek bir noktada biterdi. Bir de Nalan Kuruçim ve Yıldız Kültür'ün karakterlerini tekrar görmek isterdim. Tadı damağımızda kaldı.
Bu sene, güz festivallerinde karşımıza çıkan yerli filmlerden hiçbirine dört dörtlük diyemiyorum ama En Güzel Cenaze Şarkıları, buna en çok yaklaşanlardan biri.

Buradayım, İyiyim:
Son yıllarda, kutsal annelik kavramını silkeleyen filmlere sıkça rastladığımızı daha önce de yazmıştım. Bu da bizden bir örnek. Beylik tabirle, bir kadının doğum sonrası depresyonunu anlatıyor diyebiliriz ama bu tanım filmi tam da tarif etmez. Ana karakterimiz Filiz, çok daha nüanslı ve klişelerle tarif edilemeyecek bir karakter. İyi yazılmış ama aynı zamanda çok iyi oynanmış bir karakter. Adana’da filmi izlediğimiz anda, Bige Önal kadın oyuncu ödülünün en büyük adayı demiştik, nitekim aldı.
Çocukla birlikte, işini, evliliğini, eş-dost-akrabanın abuk subuk yorumlarını idare etmeye çalışan karakter portresi çok iyi. Tüm o hissiyatı alıyoruz. Filmin bu kısmında, yarışmanın en iyi filmini izliyoruz galiba diye düşünüyordum. Fakat bir noktada, film başka bir yöne doğru kaymaya ve bir kadın dayanışması filmine dönüşmeye başlıyor. Fikir olarak itirazım yok ama bu kısım, o kadar iyi işlemiyor. Elit İşcan da çok sevdiğim bir oyuncudur ama bu kez elindeki karakter çok iyi değil bence.
Yönetmenin finaldeki tercihi de tartışmalı. Spoiler vermeyeyim ama filmin ilk bölümünde tahmin ettiğimiz yerlere gitmiyor, biraz daha güvenli alanda kalıyor diyeyim. Yine de yılın iyileri arasında adı anılacak bir film gibi duruyor. Kadınları daha da fazla yakalayacağını tahmin ediyorum.

Perde:
Adana’da festivalin en iyi filmi değildi belki ama en güzel sürpriziydi. Filme beklentisiz girmiştik ama karşımıza taş gibi bir senaryo çıktı. Esasen kurulan yapı çok orijinal değil. 3 çift, bir akşam yemeğinde bir araya gelirler ve birtakım hesaplaşmalar yaşanır. Bir de, bu altı kişinin dışında olayları tetikleyecek bir durum daha oluyor. Filmin hemen başında gerçekleşen bir olay ama yine de buraya yazmayayım. Ne olduğu bilinmeden izlenirse, daha güzel olur.
Tek mekânda ve finale doğru 2 karakter daha dahil olsa da, temel olarak 6 karakter arasında geçen bir film. Bu tip filmlerin iyi olması için, senaryonun ve oyunculukların iyi olması gerekir. Burada her ikisi de çok iyi. Sinematografik olarak bazı sıkıntıları var. O yüzden tam bir başarı diyemiyorum ama artıları, eksilerinden fazla. Harika bir tiyatro oyunu olurmuş bu arada.

Parçalı Yıllar:
Seks Filmlerinin Unutulmaz Jönü.
Filmin adı bu da olabilirdi. Zaten filmin bir sahnesi, çok bariz şekilde, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ne gönderme. Ama bu filmin de bir Yavuz Turgul dokunuşuna ihtiyacı varmış.
Konu afişten hemen anlaşılıyor. İdealist bir oyuncu olan baş karakterimiz Aytekin (o da Aydemir Akbaş'a bir gönderme olabilir), maddi zorluklar nedeniyle erotik filmlerde seslendirmeler yapmaktadır, günün birinde bu tip filmlerde oyunculuk da yapmaya başlar ve olaylar gelişir. Aytekin, idealist olduğu kadar, sektörün pisliklerinden de uzak kalmış bir oyuncu. Seks filmlerinde oynarken bile son derece saygılı, hatta utangaç bir karakter. Zaten karakterleri tanıdıktan sonra, filmin nereye doğru ilerleyeceğini tahmin ediyoruz.
Filmi izlemeden önce, 131 dakikalık süresi, bir şüphe uyandırmıştı. İstisnalar var elbette ama 100-110 dakikayı aşan yerli filmlerde, genelde bir kesmeye kıyamamışlık hali oluyor. Burada da öyle. Yönetmenin döneme ait vermek istediği bazı mesajlar var, anlıyorum. Zaten tüm film, erotik filmlerde oynayanlara ön yargı ile bakmayalım diyor, bu filmlerde oynayan kadınlara bakışın çok daha aşağılayıcı bir yerden olduğunu söylüyor, erkeklerin bu dönemin etkilerinden sıyrılabildiğini ama kadınların bir şekilde damgalandığını söylüyor. Tüm bunlara hiç itirazım yok da, filmin akışı içinde bu mesajları alıyoruz zaten ama yönetmen karakterlerine uzun uzun bunları anlattırıyor, tartışmaları yaptırıyor. Hele sektöre yeni giren yapımcı sekansı var ki, orası direkt mesaj vermek için. Komple atılsa, olurmuş bence.
Yetkin Dikinciler, gerçekten iyi. Tüm filmi sırtlıyor. Yetkin Dikinciler olduğunu unutmak, onu Aytekin olarak görmek biraz zor ama o sesiyle de kendini unutturması da zor. Nitekim Antalya’da en iyi erkek oyuncu ödülünü de aldı.
Ele aldığı döneme yaklaşımını, günümüze yaptığı göndermeleri sevdim. Duygu sömürüsünden biraz uzak dursa, süreyi kısaltsa, yan karakterleri de güçlendirse, çok daha iyi bir film olurmuş. Yine, sınıfı geçiyor da potansiyelini kullanamamış.

Bağlar, Kökler ve Tutkular:
Türkiye'deki azınlıklar, onların karşılaştığı sorunlar ve ırkçılık ile ilgili üç hikâye. Bir Afgan, bir Suriyeli ve bir Kürt. Farklı kurgulansa, üç kısa film de olabilirmiş ama yönetmen, hikayeleri iç içe anlatmayı seçmiş. Aslında hikayeler kesişmiyor ama tematik ortaklıkları var. Genel olarak başarılı kurulmuş olsa da hikayelerde bazı inandırıcılık problemleri de var. Daha büyük bir problem ise, zaman zaman mesaj kaygısı, kendini fazla hissettiriyor.
Afgan çobanın hikayesi en sağlam olanıydı bence. Hem sade, hem gerçekti. Baran Can Eraslan, rolün içine girmiş gerçekten. Suriyeli kızın hikayesi ise, bahsettiğim mesaj kaygısının en fazla hissedildiği bölümdü. Dans sahneleri de sanki başka bir dünyaya aitti. Eski Kürt militanın hikayesi ise o kadar geçmedi bana. Büyük ölçüde Ushan Çakır'a bağlıyorum. Kötü oynamış diyemem ama perdede, geçmişi o şekilde olan bir karakter izlediğime ikna olamadım. Fiziksel olarak, yanlış kast seçimi bence.
Filmin en belirgin özelliklerinden birisi de görsel yapısı idi. Yönetmen çok dar bir kadraj ve çok hareketli bir kamera kullanmış. Kadraj 4:3'den daha dardı. Biraz daha zorlasa, telefon gibi dikey bir görüntü olacakmış neredeyse. Her ikisi de izlemeyi zorlaştıran tercihler ama biraz zaman geçince alışıyorsunuz. Anlatılan hikayeler için, doğru tercih olabilir. Film için de, kimi itirazlarıma rağmen, Antalya’da festivalin iyileri arasındaydı diyebilirim.

Ev:
Orhan Eskiköy, yıllar sonra, İki Dil Bir Bavul'da yaptığına benzer bir şeyi, deprem bölgesinde yapmak için yola çıkmış. Bölgede yaşayan bir aileyi takip ediyoruz. Karasu ailesi, halen çadırda yaşıyor. Evlerine girmeleri mümkün değil ama tümüyle yıkılmadığı için, yeni yapılacak evler için sıraya da giremiyorlar (oradaki prosedürü tam anlamamış olabilirim, yanlış bir şey söylemeyeyim).
Bir aileye, çoğunlukla da o ailenin oğlu İbo'ya odaklansa da, depremzedelerin durumunu iyi yansıtan bir belgesel. Ya da, kurmaca mı? Bence, o alanın gri olduğu filmlerden biri değil. Net bir şekilde belgesel derim. Zaten galiba yönetmen de söyleşide böyle demiş. Ama bazı anlarda, oyunculara (ki, oyuncu demek de çok doğru değil), o anda ne yapacaklarına dair bir şeyler söylendiği, onların da bunu canlandırmaya çalıştıkları hissediliyor. Ki, bu filmin zayıf noktası bence. Kamerayı hissetmediğimiz filmlerden biri olmak zorunda değil ama öyle olmak isterken, zaman zaman hissettiriyor bence. Bu da perdede gördüğümüz kişilerin doğallıklarını bozdukları anlarda oluyor çoğunlukla. Aslında bu açıdan İbo'yu takip etmek filmin en doğru tercihlerinden biri. En doğal kalabilen karakter, o çünkü.
Konuyu duygu sömürüsüne hiç girmeden anlatması da filmin olumlu taraflarından biri. Neticede iyi bir belgesel. Hiç bitmeyen tartışmalarımızdan birine girelim. Bu filmin yeri, ana yarışmada, kurmaca filmlerin yanı mıydı? Dünyanın en büyük festivalleri de, kurmaca ve belgeselleri aynı yarışmaya koyuyor. Aynı kriterlerle değerlendirmek zor belki ama bu tartışmayı geçtik bence. Yine de aklımda şu soru var. Adana'nın ayrı bir belgesel yarışması da varken, bu film neden orada değil de ana yarışmada? Üstelik son 2 yılda, depremle ilgili de çok iyi başka belgeseller de izledik. Bunun cevabı da, Orhan Eskiköy'ün adı bence. Bunu filmin iyiliği ya da kötülüğünden bağımsız olarak söylüyorum. Heybesinde İki Dil Bir Bavul gibi bir filmin olması, etkili olmuştur.

Kardeş Türküler ile 30 Yıl:
Sanıyorum filmin ne anlattığını yazmama gerek yok. Adından çok belli. Değerli olan şey, Kardeş Türküler grubunun hikayesi ile birlikte, Türkiye'nin de 30 yılını anlatması. Gerçi politik tarafı olan bir grup olunca, şaşırtıcı da değil bu.
Kardeş Türküler, benim öyle çok sıkı takip ettiğim bir grup olmadığı için, tarihine, geçirdiği yola da çok aşina değildim. Yıllardır takip edenlerin bildiği şeyleri de anlatıyordur mutlaka. Onlar için biraz tekrar olmuştur belki. Ama benim için neredeyse tümü yeni bilgilerden oluşuyordu. Bazı şeyleri de unutmuşum. Mesela, Organize İşler'in müziğini, Kardeş Türküler'in yaptığı, tamamen aklımdan çıkmış. O dönem, Yılmaz Erdoğan'ın da bambaşka bir dönemi idi. Filmde pek çok etkileyici an vardı ama benim için en güçlü bölümü, Hrant Dink bölümü idi. Orada kullanılan arşiv görüntüleri ile birlikte, gerçekten içimize dokunmayı başardı. Sanırım salonda epey ağlayan da oldu, o anlarda.
Belgesel, son bölümünde kan kaybediyor yalnız. Grubun son 10 yılı biraz hızlı geçmiş. Muhtemelen pandemi ile de ilgili ama yakın dönemde, ilk dönemlerindeki kadar simge işler çıkarmamışlar sanki. En azından filmde pek yoktu.
Vizyona girerse, kesinlikle izleyin derim ama bu tip filmler pek vizyon şansı bulamıyor. Hele bu aralar, çok çok zor. Ama herhalde dijitalde bir yerlere gelir. Bence, siz notunuzu alın.
İki hafta sonra, görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar