BERLINALE 2025 İZLENİMLERİ-2
.jpg)
Geçen hafta, Berlin Film Festivali (Berlinale) izlenimlerimize başlamıştık. Kaldığımız yerden devam edelim. Bu hafta bahsedeceğimiz filmler arasında, festivalden Altın Ayı ile dönen ve İstanbul Film Festivali’nde de gösterilecek olan Drømmer, Radu Jude’nin yeni filmi Kontinental ’25, tümüyle yapay zeka ile oluşturulmuş görseller ile yapılmış bir animasyon ve festivalden Teddy ödülü ile dönen, Lesbian Space Princess de var.
Haftaya, Berlinale notlarımızın üçüncü bölümü ile devam edeceğiz.
Lady Dracula:
Festivalin retrospektif bölümündeki güzide filmlerden biri de Lady Dracula idi. 1977 yılından gelen bu film, güzel bir kadın vampir ve peşindeki dedektifi anlatıyor. İyi film demek mümkün değil ama çok eğlenceli. Zamanında zaten korku-komedi olarak çekilmiş ama aradan geçen zaman, filmi daha eğlenceli yapmış. Şakaların bazılarının yıllar içinde cringe hale gelmesi, paha biçilemez. Aynı şakayı, yeni bir filmde görsek, berbat deriz ama 50 yıl öncesinden gelince, farklı bir etkisi var.
Başrolde Evelyne Kraft son derece güzel. Zaten filmin adı ile birlikte, onun vampir dişleri ile gözüktüğü tanıtım görseli de seçmemde yeterli sebep olmuştu. Bu arada film, dönemin seks komedilerine de hafifçe göz kırpıyor (yönetmenin o tarz filmleri de var) ama o yöne gitmiyor. Kısıtlı bir kitlenin sevebileceği bir film ama bence sevecek kişiler mesajı almıştır.
Kontinental ’25:
Radu Jude'nin yeni filmi, program açıklandığında, yarışmanın en heyecan verici filmi gibi duruyordu. Gerçekten de benim izleyebildiğim yarışma filmleri içinde en iyisiydi bence. Jude'nin en iyi filmlerinden biri olmamasına rağmen.
Jude, önce çok ilginç bir evsiz karakter üzerinden, sonra da icra memuru bir kadın üzerinden dünyanın halleri üzerine fikirlerini aktarıyor. Bunu yaparken de bambaşka yerlere referanslar veriyor. Pop kültürden, bir ustanın çok yeni bir filmine, pek çok yere. Bunu yaparken tabii ki, mizah duygusunu da koruyor. Görsel olarak bazı filmlerine göre daha düz bir yapı olarak gözükse de, çok absürt anlar da yaratıyor. Bir ara istemsizce aklıma Melih Gökçek'i getirtmeyi bile başardı!
Fakat filmde, çok fazla diyalog var ve bu diyaloglar da içi dolu diyaloglar. Açıkçası bu beni bir miktar yordu. İngilizce altyazıdan takip etmeye çalışmak da öyle. Hatta bir ara, beynimde Almanca altyazı ile karıştı, saçma bir durum oldu. Türkçe altyazı ile tekrar izlemeliyim.
Politik bilinci olan ve Filistin'in mücadelesini açıktan destekleyen Jude'nin Berlinale'ye katılması, bir tartışma yaratmıştı. Ama filmde birkaç defa Gazze'den bahsettiğini, hatta Ukrayna ile yan yana koyup bahsettiğini, not olarak düşeyim.
Nicht schummeln, Liebling (Don't Cheat, Darling!):
Festivalin retrospektif bölümünde izlediğim filmler içinde, zamanın en gerisinde kalmış film buydu sanırım. Futbol meraklısı bir kasabadaki erkek ve kadın futbol takımları arasındaki çekişmeyi anlatan bir müzikal.
Müzikal severim, eğlenirim diye düşündüm ama konuya bakışı da şarkıları da çok eski kalmış. Yine de eğlenceli anları vardı, bazı koreografiler de hoştu ama tüm filmi kurtaracak kadar değil. Almanları daha çok yakalaması şaşırtıcı değil tabii. Bazı yerlerde bol bol güldüler. Seyircinin yaş ortalaması da yüksekti. Sonradan, başrol oyuncularının, dönemin pop starları olduğunu öğrendim. Oradan bir nostalji duygusu da işliyor sanırım.Netice olarak, sadece 50 yaş üstü Almanlara öneriyorum. Ki muhtemelen, hiçbiri bunu okumuyor…
Drømmer (Dreams (Sex Love)):
Geldik festivalin Altın Ayı'lı filmine. İzlediğimde, hoş film diye düşünmüştüm ama en iyi film seçileceğine, pek de ihtimal vermemiştim. Film, 17 yaşındaki genç bir kızın, öğretmenine âşık olmasını ve bunu kâğıda dökmesini anlatıyor. Platonik bir aşk diyeceğim ama tam da değil. Yani arada fiziksel bir şey olmuyor ama öğretmenin de bu ilgiyi anladığını ve üzerine gittiğini görüyoruz. Taciz gibi bir durum olabilir mi sorusuna da farklı bir yerden yaklaşıyor.
Ama filmin asıl derdi bunlar değil zaten. Bu genç kızın, ilk aşkını (filmin adından gidersek rüyalarını da diyebiliriz) ne kadar etkili bir şekilde kaleme aldığı üzerinden giden bir hikayesi var. Yazdıkları, annesinin eline geçince, hikâye açılıyor zaten. Bir de büyükanne karakteri var. Ve film, üç kuşaktan kadının, benzer olaylara bakışı olarak da ilerliyor bir yandan. Zaten tüm ana karakterlerimiz (öğretmen dahil) kadın.
Başarılı diyaloglar ve iyi oyunculuklara sahip bir film. Dış ses kullanımını biraz fazla buldum. Hikâye ilerledikçe bunun nedeni de anlaşılıyor ama sanki daha az olabilirdi.
Bu film, yönetmenin üçlemesinin son filmi. Diğer filmleri, yani Sex ve Love'ı izlemedim. Anladığım kadarıyla, aynı karakterlerin hikayeleri değil ama tematik bağlantılar var filmler arasında. Kendisi, Üç Renk'ten esinlendiğini söylemiş zaten. Sanıyorum, İstanbul FF'de üçlemenin hepsi gösterilecek. Denk getirirsem, kalanları da orada izlerim belki.
What's Next?:
Amerika, filmlerde yapay zekanın y'sini kullanmayacaksınız derken, Çin'den tümüyle yapay zeka görselleri ile yapılmış bir film çıkıp Berlinale'de gösterilebiliyor. Kabul, film kötüydü. Ama ben yine de izlediğime memnun oldum. Adıyla da uyumlu bir şekilde, bundan sonra neler olabileceğini gösteriyordu diyebiliriz.
Film, bizi mitolojik bir dünyaya götürüyor ve insanlar gelmeden önce, dünya ne kadar güzel ve huzurlu bir yerdi, insanlar geldi, içine etti diyor. Eh, yalan da değil. Bunu yaparken de yaklaşık 10-15 saniyelik, neredeyse statik yapay zeka görsellerini arka arkaya ekliyor. Genel bir atmosfer yaratıyor ama bir hikâye akışı yok ortada. İlk yarı daha çocuksu ve saf, ikinci yarı daha sert görseller var. Fakat en büyük sıkıntılardan biri, görsellerin çok defolu olması. İnternet'te görebileceğiniz yapay zeka görsellerindeki tüm defolar, bu filmde de var (özellikle insan görsellerinde). Ve 15 saniye boyunca, kendi içinde de tutarlı değiller, deforme olabiliyorlar.
Festivalde izlediğim filmler içinde, salonun en fazla boşaldığı film bu oldu. İlk yarım saatte, salonun yarısı boşalmıştı sanırım. Letterboxd'da da yerin dibine sokmuşlar. İyi bir film olduğunu iddia edecek değilim ama ben o kadar katı değilim. Film tümüyle tek bir kişinin elinden çıkmış. Bence, sinemanın geleceği açısından ilginç bir şey söylüyor bu. Ama belli ki, uzun metraj için gerçekten yolun çok başındayız henüz. 10-15 dakikalık bir kısa olsa, bu kadar eleştirilmezdi diye düşünüyorum.
Girls on Wire:
Bu film, ana yarışmanın merak ettiğim filmlerinden biriydi. Yönetmen Vivian Qu'nun önceki filmini bayağı seviyorum. Bu filmin özetinden, bu sefer dramanın yanına aksiyonu da koyacağını düşünmüştüm. Pek öyle değilmiş.
Aslında, bir kadının, kendisini tutsak eden bir adamdan kaçmaya çalışırken onu öldürmesi ile sonuçlanan, epey de sert bir sahneyle açılıyor. Sonrasında uzun zamandır görmediği kuzenini aramaya çıkıyor. Kuzeni de tarihi aksiyon filmlerinde dublörlük yapan bir kadın. Bu kısımlarda da wuxia filmleri dediğimiz bu alt türün setine gidiyoruz. İşin içinde mafya ve wuxia olunca, bu dublör kadının yeteneklerini set dışında da konuşturacağı bir film ummuştum sanırım. Ama hikâye, sıkıcı bir melodrama doğru ilerledi.
Beklediğim gibi bir hikâye olmak zorunda değil tabii. Oradan eleştirmek yanlış olur ama bir melodram olarak da çok fazla ilgi çekici bir yan bulamadım. Bazı anlarda insanın içine dokunuyor, kadınlar arası dayanışma hikayesini de iyi kurmuş ama bunların üzerine bir artı koyamıyor.
Bu filmden bağımsız olarak, epeydir iyi bir wuxia filmi izlemediğimiz de aklıma geldi. Muhakkak oralarda sürekli çekiliyordur da son zamanlarda uluslararası piyasaya çıkan pek bir örneği olmadı galiba. Bekliyoruz.
Lesbian Space Princess:
Festivalin açık ara, en eğlenceli filmi. En azından, benim izlediklerim içinde. LGBTİ temalı filmlere verilen Teddy ödülünü de aldı. Lezbiyenlerin yaşadığı Clitopolis gezegenin genç kraliçesi Saira, bir türlü sevgili bulamamaktadır. Beklenmedik şekilde, bir ödül avcısı olan Kiki ile tutkulu ama kısa süren bir aşk yaşarlar. Filmin kötü karakterleri olan "Straight White Maliens", Kiki'yi kaçırarak, Saira'ya şantaj yaparlar ve maceramız başlar.
Çok klasik bir uzay macerasını, lezbiyenlere yönelik binbir gönderme ile dolduran, kötü karakterler üzerinden inceller ile harika bir şekilde dalgasını geçen, Saira'nın kullandığı gemideki bilgisayarın eski kafalı bir erkek modunda olması ile o grubu da iğneleyen bir film. En azından eski kafalı erkeklerin bir şekilde eğitilebilir olduğunu söylüyor. İncelleri ne noktaya getirdiğini, hiç söylemeyeyim, filme kalsın.
Hem uzay macerası kısmı işliyor, hem mizah tarafı. Filmin başından sonuna kadar, çok eğlendik. Mizahı sadece diyaloglar, isimler üzerinden kurmuyor. Görsel şakalar da var. Mesela yönetmenler söyleşide belirtmeden önce, herkesin 4 parmağı varken, Saira'nın 5 parmağı olduğunu fark etmemiştim. Bunun nedenini, biraz düşününce bulursunuz diye tahmin ediyorum 🙂
Yönetmenler Emma Hough Hobbs ve Leela Varghese de çok eğlenceli tipler belli ki. Eğlenceli oldukları kadar, politik bilince de sahipler. Giriş konuşmalarında, hem ülkeleri Avustralya'daki haksızlıklardan bahsettiler, hem Filistin'den. Ki, benim izlediğim söyleşiler içinde Filistin'den bahseden tek ekip oldu (festivalde başka ekipler de olmuş ama dediğim gibi, benim izlediklerim arasında, başka yoktu). Halen devam etseydi, tam !f'lik filmdi. Diğer festivallerimiz de ıskalamaz diye umuyorum. Uçan Süpürge'ye ve tabii ki KuirFest'e de yakışır.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN