61. ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ - BÖLÜM 1 (ULUSAL UZUN VE KISA FİLM YARIŞMALARI)
Geçen sene patlayan sansür tartışmaları sonrasında yapılamayan Antalya Altın Portakal Film Festivali, bu sene yeni bir ekiple yoluna devam etti. Geçen seneki olaylardan sonra, bu sene de festivali takip etmeyi tercih etmeyen arkadaşlarımız olsa da, ben kendi adıma festivale gidip, bu seneki ortamı görmeyi tercih ettim. Bu ilk yazıda, ulusal uzun ve kısa metraj yarışmalarındaki filmlere bir göz atalım (filmler, izleme sırasına göre yazılmıştır). Haftaya da diğer filmlerle devam ederiz.
Ayşe:
Down sendromlu kardeşine bakmak için hayatından vazgeçmiş, bir benzin istasyonunda çalışan Ayşe'nin hikayesi. Çevresi ile ilişkileri iyi, herkesin sevdiği bir kadın Ayşe ama hayatın içine katılacak bir fırsat bulamıyor.
Filmin en büyük artısı, Binnur Kaya. Çok başarılı bir oyunculuk. Senaryoya da katkıda bulunmuş. Belli ki karakteri derinleştirecek hamleler yapmış. Ama film, makul süresine rağmen, bir süre sonra kendisini tekrarlıyor, seyirciyi duygulandırma tuzağına fazlaca düşüyor. Yan karakterler de yeteri kadar ayrıntılı değil. Finale doğru, ima edilen şey yapılmış olsa, çok daha çarpıcı bir yere gidebilir, seyirci hikâyeye daha çok dahil edilebilirdi. Yönetmen, kendi hayatından bir hikâyeyi anlatırken biraz naif davranmış sanki.
Anlatım tarzı olarak, sürekli ana karakterin peşinde bir kamerayı tercih etmişler. Bu tarz hikayeler için işleyen bir seçim, burada da olmuş bence. Genel olarak orta seviyede bir film diyebilirim ama yarışmanın genel seviyesi içinde, iyiler arasında.
Galata:
Kadın erkek ilişkilerine dair bir şey söylemeye çalışan, insanların ne düşündüğüne önyargı ile karar vermeyelim, içlerinde çok farklı olabilirler diyen bir film. Tamam çıkış noktası iyi olabilir de, olmamış, olamamış bir film. Çok sorunlu.
İçi dolu gibi duran ama maalesef çok yüzeysel diyaloglar, inandırıcı olmayan karakterler, kötü oyunculuklar. Teknik olarak da çok sorunlu. Diyalogların üstünü kapatan dış ses, çekim sırasında arabanın, motorun geçmesinin bariz olarak beklenmesi, hatta onlara yol verilmesi, görüntünün zaman zaman bulanıklaşması vs.
Yönetmen, bunu bilerek yaptık, ne olursa olsun kesmemeye karar vermiştik dedi ama hayır, şehrin sesini, kalabalıklığını, kaosunu yansıtmak bu değil. Ayrıca, karakterleri takip ederken hareketli kamera kullanımı tamam da, karakterler sabitken, kameranın sallanması nedir?
Verdiğim örnekler, kötü korku filmlerinde de oluyor. Festivale seçilen bir filmde de oluyorsa, yönetmenin açıklamasına gerek kalmadan, nedenine filmin beni inandırması lazım.
İnsanlara ön yargı ile bakmayalım söylemi için kurduğu karaktere de bir bakalım. Bir iç çamaşırı mankeni, aynı zamanda erkeklerle olan ilişkilerini kameraya kaydedip, sonradan izlemeyi de seviyor. Ama aynı zamanda, 5 vakit namazında ve tasavvuf konusunda boş da değil. Böyle bir karakter olabilir, neden olmasın? Gerçekten insanları bir kalıba sokmayalım. İstiyorsa onu da yapsın, diğerini de. Ama yine karakter inandırıcı değil maalesef. Bu da olmamış.
Bu arada, Adana'dan beri, filmlerde cinsellik yok, insanlar sevişmiyor, bırakın sevişmeyi, öpüşmüyor bile diye konuşuyoruz. Adana+Antalya'da içinde cinsellik, hatta cinsel fanteziler olan iki filmden biri bu. Ama orada da işin içinden çıkamamış. Sadece tek bir sahneyi örnek vereyim. Hetero olan erkek yönetmen karakterimiz, bir sahnede fantezi olarak kadın kıyafeti giyip, Tarkovski kitabı okuyor!
Hatırladığım Ağaçlar:
Festivalde bizi üzen, biz şimdi bunu niye izledik dedirten filmlerden biri. Her ne kadar konusu, festivalin sayfalarında detaylı verilmiş olsa da yönetmen yaptığı anlatım tercihiyle, seyirciye bunu adım adım açıyor. O yüzden, sadece bir kadının, üniversiteden eski ve çok sevdiği bir arkadaşının yanına gitmesi, aldığı kararları sorgulaması ve iki karakterin birbirlerine iyi gelmesi anlatılıyor diyelim. Ya da anlatılamıyor. Yine bitmek bilmeyen ama altı dolu olmayan diyaloglarla dolu bir film.
Yönetmenin bunu anlatırken farklı anlatım tercihleri var. En önemlisi, hikâyeyi sondan başa doğru anlatması. Ama bu tercih hikâyeye bir şey katıyor mu? Emin değilim. Sadece bir bilginin seyirciye en sonda verilmesini sağlıyor ama o da çok kritik sayılmaz.
Benzer başka bir tercih de, pek çok sahnedeki diyaloglarda, konuşanı değil, karşısındaki kişiyi görüyor olmamız. İzleme deneyimimizi zorlayan bir tercih. Ama yine, şundan dolayı böyle bir karar verilmiş diyemiyorum. Yönetmenin bir açıklaması vardır mutlaka ama bana geçmedi.
Sabit planlarda, kameranın oynamasını ise, tercihten ziyade, hata olarak yorumlama eğilimindeyim. Oyunculara kötü diyemem. O uzun ve ağdalı diyaloglar içinde, ellerinden geleni yapmışlar. Ama filmi kurtaramamışlar.
Mukadderat:
Çok zayıf bir yarışma seçkisinin, en iyilerinden biri. Tam ihtiyacımız olan türden bir ana akım film. Kocasını kaybettikten sonra yeniden evlenmek isteyen, sonra tamamen özgürleşerek kendi işini kuran Sultan karakterinde, Nur Sürer bir harika. Karakter onun için yazılmış zaten ve o da bu karakteri o kadar iyi taşımış ki. Nur Sürer ve film, daha ilk anlarında, seyirciyi yakalıyor ve finale kadar hiç bırakmıyor. Büyük bir coşkuyla izlendi ve film bitiminde de dakikalarca alkışlandı.
Film irili ufaklı tüm kadın karakterleri ile, kadının gücünü ve özgürleşmesini, kendi ayakları üzerinde durabilmesini savunan bir film. Bu yönüyle de günümüzde çok daha önemli.
Eleştirilecek yanları var mı? Var. Filme dair hiçbir şey bilmeseniz bile, ilk 10-15 dakika sonrası, nereye gideceğini anlarsınız. Hikâyenin çok inandırıcı olmayan bazı virajları var. Ayrıca, yönetmen Nadim Güç, televizyon estetiğine alışık olduğunu çok hissettiriyor. Ama sorun değil. Nadim Güç ve senarist Erdi Işık, oyunu kurallarına göre oynamışlar. Ne istediklerini biliyorlar ve seyirciden istediklerini almayı başarmışlar. Başka bir seçkide, eğlenceli bir film der geçerdik belki ama burada, ilaç gibi geldi gerçekten.
Acı Kahve:
Bir kız isteme ritüeli için bir araya gelen iki ailenin etrafında gelişen olayları anlatan, tek mekânda geçen bir film. Sırlar ortaya döküldükçe, aileler arasındaki çatışma artıyor. Artıları ve eksileri ile, çok arada kaldığım filmlerden biri oldu. Kurduğu yapıyı, oluşturduğu çatışmaları beğendiğimi söyleyebilirim. Ama kilit anlarda verilen bazı kararları inandırıcı bulmadım. Diyaloglar genelde başarılı. Deneyimli oyuncuların performansları da iyi olunca filmi izletiyor.
Fakat filmde fazlaca bir sit-com havası ve televizyon estetiği var. İşin kötüsü, bu da senaryonun temelindeki eleştirinin etkisini azaltıyor. Kız tarafı, dürüst ve mütevazı bir memur ailesi ama kızları, zengin bir aileye gelin giderse, hayatı kurtulacak diye onu hiç dinlemiyorlar. Erkek tarafı zaten, son 20 yılda zengin olmuş, her türlü düzenbazlığı bilen, ama sorarsan, muhafazakâr, dini bütün bir aile. Aslında bu iki aile üzerinden sert bir eleştiri düşünülmüş belli ki ama mizah dozunu fazla tutunca, o eleştiri arka planda kalmış.
Filmi izledikten sonra, üzerinde düşününce, neredeyse tüm karakterlerden nefret ettiğimi fark ettim. Herkes kendi çıkarını düşünüyor, özellikle kızın hissettiklerini ve isteklerini önemseyen kimse yok. Ama işte film bunu yeteri kadar güçlü veremiyor.
Şöyle diyeyim. Kötü film değil ama ortada daha güçlü bir film potansiyeli varmış, o potansiyel yeterince kullanılamamış.
Balinanın Bilgisi:
Antalya'daki yarışmanın ilgi çekici filmlerinden biri. Doğa ile bütünleşerek yaşamak isteyen bir kadının hikayesini anlatan film, bazı bölümlerinde Reha Erdem'in filmlerini hatırlattı. Ama o kısımlarda ana karakteri daha çok bir meczup gibi düşünme eğilimindeydim. Modern yaşamı reddedip, doğaya dönme motivasyonunun altını doldurmaya çalıştığı anlarda, çok başarılı olamadı.
Filmin en başarılı tarafı, jürinin de takdir ettiği gibi, görüntü yönetimiydi. Sınırlı bütçesine rağmen, bu konuda gayet iyi bir iş çıkarmışlar. Birkaç tane, çok akılda kalıcı sahnesi var. Başrolde Özge Cevher Yüksel'i de beğendim ama diğer oyuncular, ona ayak uyduramamışlar.
İlgi çekici çıkış noktası da, yetersiz senaryoda tıkanmış. Anladığım kadarıyla yönetmen ve ekibin bir kısmı da doğa ile bütünleşelim felsefesinde. Ama bunu daha iyi anlatabilirlerdi.
Seni Bıraktığım Yerdeyim:
Altın Portakal'da, bizi hayal kırıklığına uğratan filmlerden biri daha. Film, Nihan karakterinin, kardeşinin intiharı sonrasında, onun cenazesi için köye yaptığı yolculuğu ve kendi ile hesaplaşmasını anlatıyor. Fakat bu kendisiyle hesaplaşma olayı, karakterin bitmek bilmeyen dış sesi ile oluyor. Sinemanın görsel bir sanat olduğu unutulmuş adeta, tamamen o dış sese yüklenilmiş. Doğrusu orada da, çok ilginç şeyler duymuyoruz.
Kullanılan müzik de, filmlerde defalarca kullanılan bir klasik müzik eseri. Bunlar birleşince, genel izleyicinin "festival filmi" diye kafasında oluşturduğu şablonun ta kendisi olan bir film olmuş.
Geçenlerde başka bir film için yazarken, Damla Sönmez'in ne kadar iyi bir oyuncu olduğundan bahsetmiştim. Burada ondan da verim alınamamış. Sönmez yine elinden geleni yapıyor ama elinde pek bir malzeme yok. Ama projeye inanmış belli ki. Yapımcılardan biri çünkü.
Berlin Kills Me:
Yarışmadaki vasat filmler devam ederken, en azından şöyle ana akıma yakın, dinamik, eğlenceli bir film izleriz demiştik ama yine olmadı. Başta görselliği ile ümit de vermişti üstelik.
İntihar etmek isteyen ama bunu kendi yapamayınca, bir kiralık katil tutan, sonra vazgeçmek isteyince, bu isteği kabul edilmeyen bir karakter üzerinden yürüyen başka filmler de gördük. Karakterleri ve karşılaşma anlarını iyi kurarsanız, işleyebilecek bir yapı. Fakat burada olmuyor. Ne karakterlerin dertlerine, ne de aşklarına ikna olabiliyoruz. Buna rağmen ilginç yan karakterler, filmi kurtarabilirmiş, o da olmamış. Daha doğrusu, yönetmen belli ki yan karakterleri çok eğlenceli bulmuş ama bana o hava hiç geçmedi.
Görüntü yönetimi, her şeye rağmen filmi belli bir seviyede tutuyor ama kalanı, çok hızlı bir şekilde, elimizde kalıp, dağılıyor.
Evcilik:
Bazen yeni bir Ümit Ünal filmi geldiğinde, yoruma hemen iyi senaryo diye girince, yönetmenlik tarafını geriye mi atıyoruz diye düşünüyorum ama yapacak bir şey yok, burada da öyle yapacağız, iyi senaryo. Jüri de öyle görmüş zaten.
Hayır aslında Ünal öyle çok orijinal bir şey de yapmıyor. Klasik hikâye anlatımına uygun bir giriş-gelişme-sonuç yapısı kuruyor, inandırıcı karakterler yaratıyor, bunlar arasında doğru yerlerden çatışmalar kurup, atmosferi yükseltiyor. Ne kadar kolay, değil mi? Değil. Festivallerde izlediğimiz diğer filmlerin çoğunda bunun yapılamadığını gördüğümüze göre, o kadar kolay değil.
Ünal, burada iki çifti karşı karşıya getiriyor. Biri, evliliklerindeki heyecan sönmüş, burjuva bir çift, diğeri de hala içlerindeki alev sıcak olan, köylü bir çift. Bir otelde müşteri ve çalışan olarak yolları kesişen bu çiftlerin arasındaki ilişki, bir süre sonra cinsel gerilimin de işin içine girdiği bir yere doğru sürükleniyor. En baştan, patlamaya hazır duran bir havası olan Nejat İşler, burada kilit karakter ve iyi bir oyuncu tercihi. Gerçi yapımcılardan biri de olduğuna göre, zaten karakter büyük ihtimalle, en baştan beri onun oynayacağı düşünülerek yazıldı. Onun eşini canlandıran Deniz Işın da parlıyor. Dizi insanı olmadığım için Deniz Işın da çok tanıdığım bir oyuncu değil ama az izlenen bir filmde, Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu'nda dikkatimi çekmişti. Onu da önermiş olayım.
Bu arada, Deniz Işın ve Nejat İşler arasındaki yaş farkının eleştiri konusu olabileceği düşünülmüş sanki. Ona dair de 1-2 diyalog konulmuş araya. Fatih Artman-Öykü Karayel ikilisi, diğer çiftin yanında biraz sönük gibi. Ama hikâyenin gereği de biraz öyle. Selen Uçer de, Ümit Ünal varsa, ben de varım diyerek, minik bir rolle filme dahil olmuş.
Filmi sevdim ama o yükselen gerilimin karşılığını biraz daha sert verse, finalde Nejat İşler'in monoloğu biraz daha az kitabi olsa daha çok sevecektim sanırım. Burjuva çiftin finalini, çok beğendim ama.
Savrulan Zaman:
Selim Evci de başrole kendisini koyan yönetmenler arasında yerini aldı. Hatta genelde filmleri başka filmlere benzeterek tanımlamayı sevdiğimiz için, bu film için, Evci’nin İklimler’i de dendi. Eh, doğruluk payı da var. Açıkçası, Evci’nin önceki filmlerini düşününce, çok umutlu değildim ama belli açılardan festivalin iyileri arasında yerini aldı.
Büyük şehirde yaşayan, yalnız ve çevresine duyarsız bir erkek karakterimiz ve onun sorunlarını izliyoruz film boyunca. Bir hikâye anlatmaktan çok, karakterin içinde bulunduğu durumu bize vermeye çalışan filmlerden biri. Bunu da başarılı bir şekilde yapıyor. Çevremizde görebileceğimiz bir karakteri, perdeye yansıtmayı başarmış. Üstelik bu tarz filmler arasında, rahat izlenen bir tempo da kurmuş. Evci’nin oyuncu olarak da gayet iyi olduğunu görüyoruz.
Ve fakat, kendi adıma karakterle hiç bağlantı kuramadım ve umursayamadım. Bu karakterin kişisel bunalımlarını izlemek, hiç ilgimi çekmedi. Tamamen kişisel bir durum aslında. Bu yüzden, belli bir seviyeyi tutturduğunu kabul ediyorum ama bana göre değil, dediğim filmlerden biri.
Fidan:
Bazı kararların, sıradan diyebileceğimiz bir filmi yukarıya çekmesine güzel bir örnek. Esasen çok rahatlıkla, kız çocuklarını okula gönderelim konulu bir kamu spotu olabilecek bir film. Ama yönetmen Ayçıl Yeltan bazı anlatım tercihleri ile filmi bir üst seviyeye çekmeyi başarmış. Bunların en önemlisi de, ana karakterini hiç konuşturmaması (hadi, neredeyse hiç diyelim). Fidan hiç konuşmayan bir kız değil aslında ama kurgu tercihleri ile, onun konuştuğu anları görmüyoruz. Bu tercihin çalışması için oyuncunun da iyi olması gerekir. Genç bir oyuncu olan, Leyla Smyrna Cabas da hissettiklerini konuşmadan aktarmayı başaran bir performans sergilemiş (soyadından, acaba dediyseniz, evet). Başta Alican Yücesoy olmak üzere, yan kadro da iyi zaten.
Altın Portakal’ın bu seneki seçkisinin zayıf olduğunu söylemiştik. Bu seçki içinde ortalarda yer almayı başarıyor. Eğer hikayesi biraz daha sağlam ve orijinal olsa idi, daha da yukarılarda yer alabilirdi.
Gülizar:
Yarışmada, ana karakterinin adını alan üçüncü film. Üçü de kadın karakterler. Zaten filmlerde genel olarak kadın teması ağırlıktaydı. Burada da evlenmek üzere, Türkiye’den Arnavutluk’a giden genç bir kadının, yaşadığı taciz olayı sonrasındaki travmasını, bunu çevresine anlatamayıp, içine atmasını, çaresizliğini izliyoruz. Yarışmadaki bir sinema duygusu var dediğim filmlerden biri. Ama hikâyeyi de bir türlü ilerletemiyor, aynı yerlerde dönüp dolaştıktan sonra, finalde hamlesini yapıyor.
2016 yılında, Koca Dünya ve Tereddüt filmleriyle bir anda ne kadar iyi oyuncu bu dedirten Ecem Uzun, nedense sinema tarafında tekrar karşımıza çıkmamıştı (Reha Erdem’in pandemi filmini saymıyorum). Burada başarılı bir dönüş yapıyor. Yine de onun başarılı oyunculuğuna rağmen, Gülizar’ın travmasına o kadar da ikna olamadığını itiraf etmeliyim. Erkek olmamla da ilgili olabilir tabii, kabul ederim. Ayrıca film, yolda yaşanan olaydan önce, Gülizar’ın evde de bir şey yaşamış olabileceğini ima ediyor gibiydi, yoksa hiç tanımadığı bir adamla, hiç tanımadığı bir coğrafyada evlenmek için bu kadar çaba sarf etmesi de çok anlamlı gelmemişti bana. Ama o imaya bir daha hiç dönmedik. Ya ben yanlış anladım, ya da film orada anlatmak istediğini anlatamamış.
Ulusal Kısa Film Gösterimleri:
Bu bölümde, 3 farklı seansta, her yarışmadaki filmler, hem de bazı özel gösterimler yapıldı. Hepsini izleme fırsatı buldum. Önce yarışmadaki filmlere, sonra özel gösterimlere bir bakalım.
Tavuk Suyuna Çorba, kadına karşı şiddeti konu alan, kadının çıkışsızlığını anlatırken, oyuncularının performansları ile öne çıkan bir filmdi. Ama nereye gideceği çok belliydi. Bir de otopsi masasındaki adamın, sürekli nefes alıp vermesine çok takıldım. Kadrajın üçte birini adamın bedeninin kapladığı planlar var. Böyle bir plan seçmişken, en azından burada nefes alıp verdiğini görmeseydik keşke.
Ağlamak Serbest Gülmek Yasak, ilk kez bir cenaze evinde bulunan, ölüm kavramıyla yeni tanışan küçük bir çocuğun şaşkınlığını ve çevresindekilerin onu yönlendirme çabalarını anlatıyordu. O anın kaosu, ritüellerin tekrarlanma ve aman çevreye ayıp olmasın çabası iyi verilmişti. Ama burada da, kalabalık oyuncu kadrosundaki bazı isimleri, fazla abartılı buldum. Amaç bu da olabilir ama o yapaylığı daha üstü kapalı bir şekilde verebilirdi. Görüntü ve ses de sorunlu geldi ama salonla da ilgili olabilir. Genelde yönetmenler, bu konuda şikâyet etti çünkü.
Sinek Gibi, ilk seansın en eğlenceli filmiydi. Dev bir martının, bir kadını kapıp götürmesi ile başlayan film, bir anda şok etkisini veriyordu. Karakterler ise, bu absürt olayı hızla kabullenip, günlük muhabbetlerine devam ediyorlardı. Bariz bir sosyal medya eleştirisinin yanında, her şeyi normalleştirmemize de bir eleştiri olduğunu düşünebiliriz. Filmin iyi yazılmış diyalogları vardı. Yine muhtemelen salondan kaynaklı ses sorunu dışında, bu grubun, en sevdiğim filmi oldu.
Altın Portakal'da yarışan kısa filmlerin en iyilerinden biri, Neredeyse Kesinlikle Yanlış idi. Zaten jüri de en iyi film seçti. Yurtdışı festivallerde de başarısını sürdürüyor. Film, Suriyeli iki kardeşin, İstanbul'daki hayatından bir kesit sunuyor. Öyle çok büyük olaylar, enteresan gelişmeler olmuyor aslında. Film, gücünü doğallığından alıyor zaten. Finali ile seyirciyi etkileyeyim diyen kısa filmlerden değil. Karakterlere hemen ısınıp, onların isteklerini, dertlerini anlıyoruz, hayatlarına dahil oluyoruz. 20 dakikalık süresinde, bu sene Antalya'daki pek çok uzun filmin yapamadığını yapıp, bize dört başı mamur bir karakter portresi çiziyor. Oyuncular da gayet iyi. Bir uzun filmin parçası havası veriyor yalnız. Tam da bundan dolayı, Cansu Baydar'ın ilerideki uzunlarından umutluyum.
Rüyada Olduğunu Fark Ediyor İnsan, kısalar içindeki en iyi fikirlerden biriyle geliyordu. Hayatı boyunca, hiç uyumamış bir insan. Bu karakterin, çalıştığı oteldeki müşterilerden biriyle paylaştıkları üzerinden yürüyen bir filmdi. Yönetmen Baturay Tunçat, karakteri biraz daha derinleştirse ve finalde tekrara düşmese, daha çok seveceğim bir film olabilirdi. Ama bu haliyle de, hiç fena değil.
Kısa filmler ve uzun isimleri. Sıradaki filmimiz: Hayaller, Umutlar ve Dönen Yunuslar. Bu da herhalde yarışmadaki en eğlenceli filmdi. Burada da güzel bir fikir var. E-devlet benzeri bir sistem üzerinden, geçmiş hayatınızda kim olduğunuzu görebiliyorsunuz. Sisteme yüklenildiği için yavaş çalışmasından, herkesin çok ünlü birileri olmasına kadar bir sürü güzel şaka var. Herkesin en çok güldüğü, benim de favorim olan kısımsa, geçmiş yaşamında Karl Marx olan abiydi.
İyi bir oyuncu kadrosunun, bir filmi yukarı çekmesinin iyi örneklerinden biri, Rehber filmi idi. Film, yıllardır görmediği oğlunun ölümü üzerine geri dönen bir babayı anlatıyor. Oğlunu, geride bıraktıkları üzerinden tanımaya çalışan babayı, Murat Kılıç canlandırıyor. Babanın tek tek gezdiği karakterler de genelde iyi oyuncular tarafından canlandırılıyor. Film de çoğunlukla babanın duyguları üzerinden ilerlediği için, oyunculara ağırlık veren filmlerden biri. Onlar da, üzerlerine düşeni yapıyorlar.
Dünyada Öyle Şeyler Olmuyor, tekinsiz bir baba-oğul hikayesiydi. Bu kez, doğduğu köye geri dönen oğul, babasında bir korkuya yol açıyordu. Görselliği güçlü, Ercan Kesal’ın oyunculuğu ile de değer kazanan bir filmdi ama tam bir tatmin duygusu da vermiyordu.
Mükemmel, bundan sonra Ece Dizdar’ı yönetmen olarak da görebileceğimizi müjdeleyen bir filmdi. Dizdar, seçkinin en iyilerinden birine imza atmayı başarmış. Film, yeni doğurduğu çocuğunun sünnet olmasını sorgulayan bir anne üzerineydi ve anne-bebek arasındaki yeni ve güçlü ilişkiyi, ve annenin lohusa psikolojisini başarılı bir şekilde veriyordu. Sünnet olayına dair de sağlam argümanlar getiriyordu. “Ben bu çocuğun bir parçasını, fazla mı doğurmuşum yani” cümlesi, çok iyiydi mesela. Filme dair ilginç notlardan biri de, başrol oyuncusu Özlem Öçalmaz’la 5 aylık hamileyken çalışmaya başlamaları ve filmi de doğumdan sonra, kendi çocuğu ile çekmeleri idi. Tam bir metod oyunculuğu diyebiliriz.
Yarışmanın son filmi Kurtlar ise, önce Kurak Günler – Karanlık Gece izleğinde gidip, taşraya gelen bir kentli yabancıya karşı köylülerin kötücüllüğünü gösterecek gibiydi ama film o şekilde ilerlemiyor. Daha ziyade, devletin karşısında, köylülerin yanında durduğu söylenebilir. Gerilim atmosferini iyi kuran, bazı teknik sorunlarına rağmen kamera arkasında iyi bir sinemacı gözünün olduğunu hissettiren, daha da önemlisi yönetmen Ecre Begüm Bayrak’ın söyleyecek sözü olduğunu da gösteren, ümit veren bir kısa filmdi. Biraz fazla öfkeliydi sanki ama bazen de öfkeli olmak lazım belki de.
Gelelim, yarışma dışı gösterimlere. Always & For Never (Bulmacaşk), aşkların hafızalardan silinebildiği bir yakın gelecek tasviri yapıyordu ama oyunculuklar fazla yapay, görsellik de fazla plastik geldi bana.
Will You Come with Me, kürtaj hakkıyla ilgili, biraz kamu spotu havası veren bir filmdi. Yine de, sadece iki dakikalık süresini iyi kullandığı, mesajını vermeyi başardığı söylenebilir.
The Other (Alien) ise, bir uzaylı istilası gibi başlayıp, 180 derece dönen filmdi. Fantastik bir yapım olarak, gayet eğlenceliydi. Belli bir yerden sonra, biraz fazla tahmin edilebilir olsa da ben sevdim. Ayrıca, filmin genelinde, bir 80'lerde çekilmiş hissi de vardı. İsteyerek yapılmıştır büyük ihtimalle. Oradan da yakaladı beni.
Selin Öksüzoğlu’nun Görüşürüz Kaplumbağa filmi, Berlin’e seçilmesi ile dikkat çekmişti. Orada izleyememiştim, kısmet Antalya’yaymış. 24 dakikalık bu film, annesini kaybeden küçük bir kızla, yine doğup büyüdüğü yerlere geri dönen bir kadının öyküsü. Bu iki karakter arasındaki dostluğu, kısa sürede anlatmayı başaran, bölgenin doğal güzelliğini de başarılı şekilde kullanan bir film.
Haftaya, festivalin diğer filmlerinde görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN