SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

FİLMEKİMİ 2024 İZLENİMLERİ

01 Aralık 2024 Pazar 21:49
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Ekim ayındaki bir festivalin izlenim yazısı, Aralık’ın ilk gününde geliyor. Biraz geciktik, farkındayım ama üst üste festivaller, özel gösterimler ve vizyonda çok sayıda film olunca, böyle oldu. Ama bu filmlerin büyük çoğunluğu halen vizyon tarihini ya da platformlarda gösterilecekleri zamanı bekliyor. O anlamda gecikmiş sayılmayız. O halde, Filmekimi’nin Ankara ayağında izlediğim 15 filme buyurunuz.

Bird (Kuş):
Andrea Arnold, kendi yolundan gitmeye devam ediyor. Yeni filmi Bird, hem görsel yapısı, hem de ele aldığı genç karakteri ile, American Honey çağrışımları yapıyor. Bu kez İngiltere'de, yine yaşamın kıyısında kalan karakterlerin peşinde. Ama bu kez genç kadın karakterinin yanına, filme adını veren, biraz daha büyük yaşta ama o da kendini arayan Bird karakterini koyuyor. Filmin, Arnold'dan bekleyeceğimiz tüm katı gerçekliği yanında, Bird daha farklı bir yerde duran, adeta bu dünyaya ait olmayan bir karakter.
Son zamanlarda yüzünü eskittiğini düşündüğüm Franz Rogowski, bu role çok yakışmış. Tam ona göre bir rol. Bir sürpriz gelmezse, bu yılki tek filmi bu arada. Temposunu biraz yavaşlatmış gibi. Bence iyi olmuş.
Filmin esas sürprizi ise Barry Keoghan. Geçenlerde, başka bir filmde övdüğüm Keoghan, bu filmde de iyi ama sürpriz dediğim konu, oynadığı karakter. Filmin özetine bakınca, genç ve çılgın karakterlerden birini oynadığını düşünebilirsiniz. Ama, ana karakterin babasını canlandırıyor. Keoghan'ın baba rolünde oynadığı ilk film sanırım. Başka filmlerde genç karakterleri oynarken, burada nasıl baba oynuyor denebilir. Filmdeki karakteri, 14 yaşında baba olmuş, o yüzden. Hatta (spoiler), dede olma ihtimali var!
Arnold'un en iyilerinden biri değil belki ama yine de izlenmeye değer. En azından samimi, ele aldığı konuya, dürüstlükle yaklaşan bir film.

The Surfer (Sörfçü):
Bir alt tür olarak, deliren Nicolas Cage filmleri! Gerçi, Nicolas Cage'in delirmediği filmler daha az galiba ama, neyse. Cage burada oğlunu alıp, büyüdüğü topraklara götüren, orada beraber sörf yapalım diyen bir baba. Aynı zamanda, baba evini satın aldığını söyleyerek, oğluna sürpriz yapacak. Ama bölgenin yerlileri, bunların sörf yapmasına izin vermiyor, zorbalıyor, oğlunun yanında aşağılıyor. Adım adım, adım adım, Cage'in üzerine baskı kuruyorlar. Sürekli ne zaman sigorta atacak diye bekliyoruz. Tabii ki, bir noktada o sigorta atıyor ama devamı çok beklediğimiz şekilde olmuyor. Ne olmadığını söylemek de bir miktar spoiler olur ama en azından, Cage'in kendisini zorbalayanları tek tek öldürmesini bekliyorsanız (ki, ben bekliyordum), olaylar pek öyle gelişmiyor diyeyim. O delirme, daha ziyade geçmişteki travmalarla yüzleşme şeklinde gelişiyor diyebiliriz.
Beklentiye uygun şekilde gelişmemesini eleştirecek değilim, yazar o şekilde tercih etmiş ama o baskının çok fazla uzaması ve abartılı yerlere varmasını çok sevmedim. Bir yerden sonra, yeter artık, anladık diyesim geldi. Bu arada, o delirme noktasına gelmeyi bir ara salonda ben de yaşayacak gibi hissettim. Bu sefer telefon sesi ve ışığından değil, su şişelerinin çıtırtı seslerinden.
Son olarak, filmin Avustralya'ya "haddinden fazla eleştirel bakan" bir Avustralya filmi olduğunu da ekleyeyim.

The Substance (Cevher):
Substance, derdini bağırarak, hatta çığlık atarak anlatmayı tercih eden bir film. Derdi de, bir cümle ile özetlenebilecek bir dert esasen. Çok yüzeysel bulduğum yerleri olmakla birlikte, bayıldığım yerleri de var. Final de bunlardan biri.
Daha ilk andan itibaren, kadının üzerindeki güzellik ve gençlik baskısını, olabilecek en basit ve direkt sembollerle veriyor. Ama yine ilk andan itibaren, bunu çok stilize bir görsellikle yapıyor. Evet, o stilize dünya beni yakaladı. Erkekleri de olabildiğince yüzeysel, karikatürize tipler olarak çizmiş. Zerre kadar bir derinlikleri yok. Kabul, gerçeklik payı da vardır da, Dennis Quaid'in karakteri gibi, sektörde kilit noktada bir karakteri, bu kadar karikatürize çizince, durum yeterince ciddiye alınamıyor.
Çok aşırıya gittiği yerler var. Bu aşırılıkların bazılarını sevdim. Başta da dediğim gibi, çok göstere göstere gelmesine rağmen, finale bayıldım. Hatta o finale sahip bir filmin, Cannes'da gösterilmiş olmasına ayrıca bayıldım. Galadaki şok hissini, tahmin edebiliyorum.
Demi Moore, gerçekten küllerinden doğarak gelmiş. Kendisine çok uygun bir rol ve bu şansı çok çok iyi kullanmış. Kendisini her şeyi ile role vermiş. Oscar adayı olmasını çok isterim gerçekten. Margaret Qualley de çok iyi.
Ve fakat Coralie Fargeat'ın güzellik baskısını vurgularken, sürekli olarak kadın oyuncularının bedenlerini gözümüze soktuğu sahneler, çok tartışmalı bence. Aynı planları, bir erkek yönetmen çekmiş olsa, yerin dibine geçmişti şu an. Cannes'da aldığı senaryo ödülü de çok ilginç bu arada. Bence en zayıf yerlerinden biri senaryosu çünkü. Jüri ödüllerinden birini vermiş olsalar, hatta yönetmeni vermiş olsalar, itirazım yok. Altın Palmiye'yi bile, bir duruş olarak anlarım. Ama senaryo? Bilemiyorum.
Yılın en iyi filmlerinden biri mi? Valla, başka bir yılda olmazdı belki de, bu yıl ön elememi geçtiğini söyleyebilirim. En azından artıları ve eksileri ile, çarpıcı, iyi ki sinema perdesinde izledim dediğim bir film. Yıl sonunda bakacağız.

Grand Tour (Büyük Yolculuk):
Bazı filmler için, iyi film olduğunu kabul ediyorum ama bana göre bir film değil dersiniz. Grand Tour da benim için öyle bir film oldu. En azından ilk izleyişte. Ama yoğunluk olmayan bir zamanda, bir şans daha verme niyetim var.
Miguel Gomes, farklı anlatım yollarının peşinde koşan bir yönetmen. Yaptığı filmlerden keyif almak için, kurduğu yapının içine girmeniz gerekiyor. Arabian Nights, bu açıdan benim en sevdiğim filmi. Grand Tour'da ise, çok dışarıda kaldım.
Gomes, iki ana karakterinin hikayelerini, filmi ikiye bölerek anlatırken, eski siyah-beyaz filmlerin estetiğine, günümüzden renkli, belgeselvari görüntüleri eklemliyor, dilde oynamalar yapıyor. Karakterler kadar, şehirleri de hikâyeye katmayı başarıyor. Bu yaptıklarını takdir etmekle birlikte, sanırım daha klasik bir hikâye anlatımından yana biri olarak, anlatısının içine giremediğimi itiraf edeyim.

Memoir of a Snail (Bir Salyangozun Anıları):
Vasat bir sinema yılı geçiriyoruz derken, harika bir sürpriz geldi. Mary ve Max'i sevenler için çok büyük bir sürpriz değil belki ama yine bazen güldürdü, bazen ağlattı ve ilk dakikasından itibaren seyirciyi yakaladı. Filmde, hayatının ilk anından beri, bir öteki olan Grace'in hikayesini izliyoruz. Kardeşi ile olan ilişkisi, ondan zorunlu ayrılışı, dostluğu yaşlı bir kadında bulması, evliliği vs. vs.
Bir stop motion animasyon izliyoruz ama karakterleri, gerçek olarak kabul etmemiz, çok zaman almıyor. Karakterlerin başına son derece kötü şeyler gelmesine rağmen, umudu da hiç elden bırakmıyorlar. Animasyon tekniği de çok güzel. Arka planda, pek çok detay ve gönderme var. Hepsini yakalayabilmek için, filmi en az bir kere daha izlemek lazım.
Grace, sinemacı olmak isteyen bir karakter olduğu için, sinema ile ilgili de pek çok gönderme var. Onlar da çok keyifli. Spoiler olmasın diye, filmin değindiği temalara çok girmiyorum ama sayısı biraz fazla olmakla birlikte, bu temaları filme güzel yedirmiş.

Ainda Estou Aqui (I'm Still Here / Hâlâ Buradayım):
Yıl sonu yaklaştıkça gelen iyi filmlerden biri daha. Walter Salles, Brezilya'daki askeri diktatörlük yıllarına, gözaltında kaybedilen bir adama ve ailenin yaşadığı drama bakıyor. Gerçek olaydan yola çıkarak çekilen bu filmde, neler olduğunu çok iyi biliyoruz aslında. Ülkenin adını değiştirin, İspanya yapın, Yunanistan yapın, Şili yapın, Türkiye yapın, vs. vs. Ne yazık ki, hepsinde neredeyse aynı hikâyeyi anlatabilirsiniz. Gözaltındaki kayıplar, geride kalan ailenin bitmek bilmeyen arayışı, onları izleyen gizli servis üyeleri, yıllar sonra bulunan kemikler ve hatta sorumluların hiç ceza almayışı. Hep aynı, hep aynı.
İşte tam da bu nedenden dolayı, çok farklı coğrafyalarda olsak da, hemen ilinti kurabileceğimiz karakterler, bildiğimiz bir dünya kuruyor Salles. Aynı zamanda, bu konular sinemada çok anlatıldığı için, daha önce bu filmi izledim sanki de diyorsunuz. Ama hâlâ anlatılması gerekli.
Salles, çok doğru hamleler yaparak anlatıyor hikayesini. Olayın sertliğini veriyor, duygusallığı elden bırakmıyor ama duygu sömürüsü de yapmıyor. Çok ince bir çizgi bu. Doğru tarafında kalmayı başarıyor. Finali fazla uzattığı söylenebilir ama. Biraz kısaltılabilirdi.
Fernanda Torres, başrolde harika oynamış. Karakterin yaşlılığını da, makyaj altında o canlandırmış diye düşünmüştüm. Meğerse, 95 yaşındaki Fernanda Montenegro canlandırmış. Ama çok benziyorlar ve benzemeleri de şaşırtıcı değil. Anne-kızlar çünkü.
Filmin sonundaki arşiv fotoğraflarından, sanat, makyaj ve kostüm ekiplerinin başarısını da görüyoruz. O günleri, aynen yansıtmışlar. Bu arada finaldeki bu arşiv görüntülerinde yine tüm salon, ayaklandı çıktı. Tamam, yazıları kesmedikleri sürece, sessizce çıkanlara, perdenin önünde durup, yazıları kapatmıyorlarsa, bir itirazım yok da, bu kadar duygusal yoğunlukta bir film izledikten sonra, hemen ayağa fırlamak bana anlamlı gelmiyor. Ayrıca, arşiv görüntüleri, hiç mi ilginizi çekmiyor?
Muhtemelen, Oscar'da Uluslararası Film adaylarından biri olacaktır. Bizde vizyona girecek mi bilmiyorum ama umarım festivalde izleyemeyenlerin, sinema perdesinde izleme şansı olur.

A Different Man:
Yüzü deforme olan bir adam, tıbbi bir operasyonla yakışıklı bir adama dönüşür. Bir anda, hayallerindeki hayatı yaşamaya başlar ama bu iş, öyle devam etmeyecektir. Bir gün sonra izleyince, akla Substance'ın gelmemesi mümkün değil. Oradaki yaşlılık-gençlik çatışmasını, burada çirkinlik-yakışıklılık üzerinden kuruyor. Ama bir anlamda tersten kuruyor. Çünkü yaşlı kadının sektörde tutunması çok zorken, çirkin erkek için aynı şey geçerli değil. Filmi belli bir yere kadar sevdim ama hikâyeyi bir yerden sonra çok zorlamaya başladı, gerçeklikten tamamen koptu ve absürt bir noktaya gitti. Halbuki, öyle bir yerde duran bir film değildi.
Marvel kariyerine devam ederken, bağımsız sinemayı da boşlamayan Sebastian Stan, burada da iyi bir oyuncu olduğunu gösteriyor. Yüzü gerçekten deforme olan bir oyuncu olan Adam Pearson da bu haliyle barışık bir karakter olarak gayet iyi. Bu arada, ben filmi izleyene kadar, Adam Pearson'ın Sebastian Stan'ın ameliyat öncesi halini canlandırdığını düşünmüştüm. Hani, bağımsız film ya, makyaj bütçesini coşturmamak için böyle bir çözüm buldular demiştim ama farklı karakterlermiş.
Bağımsız sinemanın yeni kraliçesi olma yolunda hızla ilerleyen Renate Reinsve de var filmde. Çok zor bir rolü olmasa da karakterlerin gelişimi için kritik bir yerde. Üzerine düşeni yapmış.

Vermiglio:
Vermiglio, üzerinden zaman geçtikçe, silinmeye başlayan yapımlardan biri olmuş bile benim için. Belli ki, iz bırakmayacak. Film, 2. Dünya Savaşı'nın sonlarında, bir İtalyan köyünü anlatıyor. Aslında köy, çok sapa bir yerde olduğu için savaştan uzak ama etkileri hissediliyor. Köyde neredeyse sadece kadınlar ve yaşları fazla büyük ya da fazla küçük erkekler kalmış. Ama bir de savaştan kaçıp, bu köye sığınan erkekler var. Film başta bu erkeklerin hikayesi izlenimi vermişti ama giderek kadınların hikayesi haline dönüştü. Sürekli hamile olan, kendilerine söz hakkı verilmeyen kadınlar.
Özellikle görsel olarak etkileyici, zaman zaman hikayesi ile de vuran bir film ama fazla klasik bir yapıda. Düzgün bir film olduğunu kabul etmekle birlikte, çok da heyecan verici bulmadım.

Le Deuxième Acte (İkinci Perde):
Absürt komedileri ile tanınan Quentin Dupieux, bu kez bizi bir film çekimine götürüyor. Gayet sıradan, hatta kötü bir romantik komedide oynayan, dört oyuncuyu izliyoruz. Filmin olayı, oyuncuların aniden rolden çıkıp, kendileri gibi konuşmaya başlamaları. Ama bu da çok doğal bir şekilde gelişmiyor. Kamera hiçbir zaman çekimi durdurmuyor çünkü.
Aslında halen, gerçekmiş gibi yapan bir kurmacanın içinde olduğumuzu da her an hissediyoruz. Bilinçli bir tercih tabii bu. Dupieux bu yapıyı, kafasındaki birçok konuya dokundurmak için kullanmış. Woke kültüründen başlayıp, yapay zekaya kadar pek çok yere vuruyor. Burada kullandığı mizah bazen işliyor, bazen olmuyor. Ama muhtemelen bu da herkese göre değişecektir.
Filmin çekimleri bittikten sonra, oyuncular rollerinden tekrar çıkıyorlar. Burada bir kademe daha yukarı çıkıyoruz. Oyuncular, o ana kadar tanıdığımız karakterlerden daha farklı biri olarak karşımıza çıkıyorlar. Filmin içindeki, filmin içindeki film gibi bir yapı yani.
Genel olarak kurduğu yapıdan ve bazı itirazlarım olsa da mizahından hoşlandım diyebilirim. Ama finale doğru beklediğim şey, bir kademe daha yukarı çıkmamızdı. Oyuncuları hiçbir zaman gerçekten kendileri gibi görmüyoruz. Şöyle örnek vereyim. Léa Seydoux, tüm film boyunca Florence adında bir oyuncuyu canlandırıyor. Finalde Léa Seydoux olacağına emin gibiydim, olmadı. Açıkçası, bu benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Gerçekle olan duvarı, sonuna kadar yıkmasını beklerdim.

Emilia Pérez:
Bu sene, hiç beklemediğimiz hikayeleri, müzikal tarzı ile anlatmak, yönetmenlerin ilgisini çekmiş gibi gözüküyor. Neyse ki, bu sefer iyi bir örnekle karşı karşıyayız. Bir mafya liderinin, cinsiyet değiştirme ameliyatı ve sonrasını izliyoruz. Del Monte, sonraki adıyla Emilia Pérez, cinsiyet değiştirme ameliyatı için bir avukat ile iletişime geçiyor (iletişme geçiyor derken, dümdüz kaçırıyor aslında), ameliyat sonrasında da tüm hayatını değiştiriyor ve bambaşka bir insan oluyor. Eski yaşamından uzaklaşıyor ama hayat onu bir noktada geçmişe çekiyor.
Tüm bunları bir müzikal kalıpları içinde izliyoruz. Jacques Audiard yine, bambaşka türde bir film yapmaya girişmiş. Başarılı da olmuş doğrusu. Şarkılar ve koreografiler gayet iyi. Filmin diğer teknik özellikleri de öyle. Özellikle görüntü yönetimi. Cannes'da 4 kadın oyuncusuna birden ödül gitmişti. O biraz abartılı olmuş doğrusu. Zoe Saldaña ve Karla Sofía Gascón yeterli olurmuş. Başrolde onlar var. Oscar'da da tam tersi olacak gibi duruyor. Ödül şansları artsın diye, Gascón başrol olarak yarışa girip, ilk trans aday olmayı kovalayacak (ki son politik durumlar, kazanabilir bile dedirtiyor), Saldaña da yardımcı oyuncudan girecek. Halbuki, o da net başrol. Müzikale mesafeli olsanız da bir şans verin derim.

The Order (Düzen):
The Order ile ilgili çok bir beklentim yoktu ama tıkır tıkır işleyen, her anı merakla izlenen bir polisiye çıktı. Evet, çok yeni bir şey sunmuyor belki ama türün gerektirdiği her şeyi de düzgün bir şekilde yapıyor.
1980'lerde geçen filmde, elimizde yine geçmiş travmaları olan, yetenekli ama bezgin bir FBI ajanımız var. Yerel ve çok önemli görülmeyen bir olayda görevlendiriliyor. Ve tabii ki, bölgede ona yardım eden, çaylak bir polis de ikinci bir karakter olarak devreye giriyor. Ve yine bekleyebileceğimiz gibi, olay tahmin edilenden daha büyük. Karşıda çok daha tehlikeli planları olan, ırkçı bir grup var.
Gerçek olaylardan alınan bu hikâyenin, günümüzde yeni sağın yükselişine ve Trump'a gönderme yaparak anlatıldığı çok bariz. Finaldeki yazıda, 80'lerdeki bu olayları, doğrudan Trump destekçilerinin eylemlerine bağlıyor ama o yazı olmasa bile, kafamızda o bağlantıyı kuruyoruz zaten. Önemli karakterlerden biri, yasadışı eylem yapmaya gerek yok, bizim yolumuz uzun, biz göremesek bile fikirlerimiz iktidara gelecek diyor mesela. Ki, bu cümle Amerika dışındaki ülkeler için de geçerli olan bir cümle zaten.
Tüm oyuncular filmin gerektirdiklerini yapıyor. Ne çok parlaklar, ne de kötüler. Aralarında çok bilinmeyen birinin adını anayım: Jurnee Smollett. Çok rolü yok ama göründüğü sahnelerde karizmayı konuşturmuş. Kimmiş diye baktım. Full House'daki bıdıklardan biriymiş.

Familia (Aile):
Aile içi şiddeti anlatan ve bu şiddetin kuşaktan kuşağa geçişini sorgulayan etkili bir film. Çocukluklarında annelerinin, babaları tarafından defalarca dövüldüğüne şahit olan iki kardeşin gençliklerinde, kendi yollarını çizmelerini anlatıyor. Bu kardeşlerden biri, aşırı sağcı bir çetenin üyesi ve çocukluğunda gördüklerine rağmen (ya da, tam da o nedenle), o da şiddete meyilli bir karaktere dönüşmüş. Diğer kardeş üzerindeki etkisi ise farklı. O da şiddetten tamamen uzak bir karakter olmuş.
Filmin kurduğu gerilim duygusu çok başarılı. Şiddet uygulayan erkek karakterleri, neredeyse birer korku filmi karakteri gibi çizmiş. Ne zaman, ne yapacakları belli olmuyor. Kadın karakterler açısından da, neden bu adamlara beraber olmaya devam ediyorlar, sorusunu cevaplamaya çalışıyor. Bazen umutsuzluk, bazen çaresizlik, bazen korku, bazen de bu sefer belki değişmiştir hissi.
Ana teması bu olmasa da, bu film de, yeni sağın yükselişine dikkat çeken yapımlardan bir diğeri. Aile içi şiddetin, dışarıdaki yansımalarını da, faşist ideolojilerde görüyoruz.

C'est pas moi (Ben Değilim):
Leos Carax'ın 40 dakikalık yeni filmini tarif etmek için en kolay yol, başka bir filme benzetmek sanırım. Evet, Godard'ın son dönem filmlerine benziyor. Bir hikâye yok karşımızda. Çoğunlukla arşiv görüntüleri, perdeyi kaplayan yazılar vs.
Her ne kadar Carax burada çoğunlukla kendi eski filmlerinden görüntüler kullansa da başka arşiv görüntüleri de var. Ayrıca, bu film için çekilmiş bazı sahneler de mevcut. Tüm bunlar üzerinden, hem kendi geçmişine, hem de dünyanın durumuna dair bir şeyler söylüyor. Bir ara çok karamsar gibi dursa da, finalde aslında umudu da koruduğu hissediliyor. Belki de Godard filmlerinden temel farkı da bu. Gerçi Godard'ın son dönem filmlerine boş boş bakıyordum genelde. O anlamda, bu daha fazla fikir üretebildiğim bir yapım oldu.
Filmi sevdim. Juliette Binoche'u Kötü Kan ve Köprü Üstü Aşıkları'ndaki hallerinde gördüğüm bir filmi sevmemem pek mümkün değil zaten. Ama tahmin edilebileceği gibi, herkese göre bir film değil. En azından klasik anlamda bir hikâye anlatımı bekliyorsanız, hiç uğramayın.

Jouer avec le feu (Ateşle Oynamak):
Aşırı sağın yükselişini ve gençler üzerindeki etkisini anlatan filmlerden biri daha. Biraz geç mi oldu, bilmiyorum ama nihayet yönetmenler bu konuyu sıkça ele almaya başladılar.
Burada, bir baba ve iki oğlunun hikayesini izliyoruz. İdeal bir baba, mutlu bir aile izliyor gibiyiz ama çocuklarından birinin giderek radikal, aşırı sağcı bir grubun etkisi altına girmesi ile birlikte işler değişiyor. Önemli bir konuyu ele almakla birlikte, olaya çok bildik ve tahmin edilebilir yerlerden yaklaşıyor. Anlatma şeklinde de bir yenilik olmayınca, sıkıcı bir filme dönüşüyor maalesef. Giderek filmin ana çatışması haline dönen, çok sevdiğiniz bir kişi, hiç onaylamadığınız bir eylem yaparsa, onun arkasından durur musunuz ikilemini bile yeterince etkili işleyemiyor.
Vincent Lindon, Venedik'te erkek oyuncu ödülü almıştı. Yılların oyuncusu ve boş performansı yok gibi bir şey gerçekten. Evet, burada da iyi ama heyecan verici değil. Finale doğru, mahkeme sahnesinde uzun bir repliği var. O sahne ile jüriyi yakalamış ve ödülü kapmış anlaşılan.

Parthenope (Su Perisi):
Paolo Sorrentino'dan inanılmaz estetik bir film. 136 dakika boyunca, perdeye ve başrol oyuncusu, Celeste Dalla Porta'ya hayran hayran bakıyorsunuz. Filmin her unsuru, perdede görülen şeyin "güzel" gözükmesine hizmet ediyor. Ve fakat, bu filmi iyi bir film yapmıyor. Filmin ana karakteri Parthenope, tüm film boyunca herkesin sadece güzelliğine hayran olduğu bir kadın olmadığını, aynı zamanda çok zeki olduğunu da gösterme peşinde. Güzelliğinden de şikayetçi değil gerçi. Fakat film bunu yapamıyor işte. Görüntü olarak çok güzel bir film ama içi de aynı oranda boş, hatta giderek komik.
Görüntü yönetimi ve kostümleri 10 numara. Keşke senaryo da daha sağlam olsaydı. Filmin yapımcılarından biri, Saint Laurent Productions. Film için de dev bir Saint Laurent reklamı denebilir. Bu arada bu festivalde de gösterilen Emilia Pérez ve The Shrouds'un yapımcıları arasında da Saint Laurent Productions vardı ama ağırlığı bu derece hissedilmiyordu. Sorrentino, kendini çok kaptırmış.
Film, Aralık'ta vizyona da girecek. Filmi beğenmesem de bu kadar güzel görünen bir filmi, perdede izlediğime memnunum yine de. Şöyle diyeyim. Filmi izleme niyetiniz varsa, sinemada izleyin.
Haftaya görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar