SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

ADANA ALTIN KOZA 2024 İZLENİMLERİ

09 Ekim 2024 Çarşamba 14:51
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu yıl da Adana Altın Koza Film Festivali’ni takip etme fırsatımız oldu. Ulusal Uzun Metraj yarışmasındaki tüm filmleri izleyebildim. Genel olarak belli bir seviyenin üzerinde bir seçkiydi. Geçtiğimiz bazı yıllarda olduğu gibi, çok zayıf dediğimiz film olmadı. Geri kalan seçkiden, üç de yabancı film izleyebildim. Bunlar da başarılı filmlerdi. Önce Ulusal Yarışma filmlerine, sonra da izlediğim yabancı filmlere bir göz atalım.

Bildiğin Gibi Değil:
Üç kardeş, babalarının ölümü üzerine yıllar sonra bir araya gelirler ve aralarındaki kapanmamış hesaplar tekrar gündeme gelir ama bir yandan, güçlü bağlar da tekrar kurulur. Valla, mis gibi film. Bayağı beğendim. Üç kardeşin bazen can ciğer, bazen kanlı bıçaklı halleri, o gidip gelmeler çok iyi çizilmiş. Diyaloglar çok iyi yazılmış ve oyunculara çok iyi oturuyor. Tabir yerindeyse su gibi akıyor. Bu kadar doğal diyaloglara sahip yerli filme az rastlıyoruz cidden. Bunda üç oyuncusunun da payı büyük. Alican Yücesoy ve Serdar Orçin'in iyi oyuncular olduğunu zaten biliyoruz ama Hazal Türesan gerçekten benim için güzel bir sürpriz oldu. Dizi insanı olmadığım için, tanıdığım bir oyuncu değildi. Burada çok iyi gerçekten.
Kardeşler arasındaki çatışmalar çok bildik şeyler genelde ama zaten filmin başarısı da bu bildik konuları, doğal bir şekilde yansıtması. Hatta tam da bu nedenle, finale dair bir eleştirim var. Finalde büyük bir sır ortaya çıkıyor. Bence filmin dengesini bozan bir hamle. Orada anlatmak istediği şeyi de anlıyorum ama filmin öyle büyük bir sırra ihtiyacı yoktu bence. Bir eleştirim de filmin bazı yerlerinin fazlaca Kelebekler'i anımsatıyor olması. Oradaki absürt noktaya gitmiyor ama yine de biraz fazla benziyor.
Vuslat Saraçoğlu'nun ilk filmi Borç ile ilgili, eh işte modundaydım. Bu, ileriye doğru bir adım bence. Film sonundaki söyleşide, çocuk oyunculardan birinin dediği gibi: "Film, beklediğimden iyi çıktı"

Hêvî (Umut):
Bir dolandırıcılık hikayesi ile bir çocuğun, bir koyun ile kurduğu dostluğun hikayesini birlikte anlatma çabası. 80 dakikalık makul bir süresi var ama daha da kısa olmalıydı bence. Özellikle dolandırıcılık hikayesi, sürekli aynı yerlerde dönüp duruyor. Bir ara perdedeki karakterleri sarsarak, artık başınıza geleni anlamış olmanız lazım diyesim geldi. Yönetmen, o kısmı o kadar uzatmış ki.
Önceki filmde, oyuncuların doğallığından bahsetmiştim. Tam üzerine bu filmi izleyince, yapaylıkları daha çok göze battı. Daha önceden planlanmış mizansenleri oynadıkları, belli duyguları vermeye çalıştıkları o kadar fazla hissediliyor ki. Zaten sinema böyledir diyebilirsiniz de, oyunculuk da bunu seyirciye hissettirmemektir bir yandan da.
Bir istisna. Küçük kızı canlandıran Bedriye Roza Çelik. Bakın, o doğaldı mesela. Belki de bu yüzden, filmin en ilgi çekici kısımları da, onun olduğu kısımlardı. Belki de ana hikâye, onun hikayesi olmalıydı.

Ölü Mevsim:
Bu sene festivalin ana teması, kardeşler olabilir. Çok sayıda filmde konu ediliyor. Bu sefer karşımızda, üçünün de kısır olduğunu öğrendiğimiz kız kardeşler ve farklı karakterlerde iki erkek kardeş var. Gerçi filmde daha bir sürü karakter var. 
Ana karakterlerimiz, çocukları olmadığı için eziklenen bir çift (Funda Eryiğit ve Erdem Şenocak), kadının halen onlarla yaşayan kız kardeşi (Ece Yaşar) ve adamın şark kurnazı erkek kardeşi (Serkan Ercan). Temel olarak, bunların arasındaki ilişkileri izliyoruz.
Bu yapıyı sevdim esasen. Buradaki hikâye iyi, oyunculuklar sağlam. Zaten Funda Eryiğit ve Erdem Şenocak gibi isimleri, nereye koysan, belli bir seviyede oyunculuğu garantilemiş oluyorsun. Hikâye tamamen bu eksende geçse ve 90 dakika civarında toparlasa, çok sevebilirdim. Fakat sürekli yeni karakterler, yeni temalar ekleniyor filme. Yine ilk filmine, her konuyu koymak isteyen bir yönetmen. Mesela, Afgan çırak. Hikâyenin öyle bir karaktere ihtiyacı var, tamam ama bu karakter üzerinden, bir de göçmen karşıtlığını işleyelim demeye gerek var mı? Ya da hoca karakteri. Kendi başına çok hoş bir sahne. Seyircinin beklentileri ile oynuyor. Tolga Tekin de gayet iyi oynamış ama o sahnenin tümünü filmden atsak, önemli bir şey kaybeder miyiz? Sanmıyorum.
Ya da final. Çok da iyi bir planda bitti derken, film 10 dakika kadar daha uzuyor. Bahsettiğim sahne, o kadar doğal bir finaldi ki, seyircilerdeki film bitti, hadi gidelim (ya da alkışlayalım) hissini hissettim. Bunun yanında, duyguları coşturabilecek bazı şeyleri göstermeme tercihini sevdim. Seyirciyi, o şekilde tavlayayım kolaycılığına kaçmamış.
Her şeye rağmen, ortalamanın üzerinde buldum. Özellikle oyunculuklar açısından bayağı iyi. Ama toplamda, biraz daha sade bir senaryo, filmi çok daha iyi yaparmış.

Döngü:
İlk filmi Koridor'u bayağı beğendiğim Erkan Tahhuşoğlu'ndan bir sınıf çatışması filmi. Ama öyle bağırarak ve slogan atarak değil, dipten ve derinden giderek derdini anlatıyor. Nitekim, ilk filmi de öyleydi.
İlk filminde de beraber çalıştığı Emel Göksu, yaşlı ve zengin bir kadını canlandırıyor. Evine ona yardıma gelen iki kadın var. Biri temizlik işlerine bakan ve kendini aileden gibi gören Sevim, diğeri ise bakıcılık yapan Lena.
Lena evde bir kaza geçiriyor ve olaylar gelişiyor. Burada önemli tanımlama "kendini aileden gibi gören" kısmı. Sevim, yıllardır bu ailenin yanında olduğu için, Lena'nın hak arayışına karşı, ailenin tarafında duruyor, onlara yardım ediyor. Bir sınıf bilinci yok, hatta kendisini Lena'ya karşı üstün görüyor. Tahmin edileceği gibi, olaylar pek öyle gelişmiyor. Bir sorun çıkmadığı sürece, Sevim görünürde, aileden biri gibi gerçekten. Ama sorun çıktığında, işler değişiyor.
Erkan Tahhuşoğlu, çok gösterişli olmayan ama hikâyeye hizmet eden bir yönetmenlik tarzı sergilemiş. Ama çok şık bazı planlar, neredeyse gerçeküstü rüya sahneleri de var.
Oyuncu ödüllerinde, Sevim'i canlandıran Serpil Gül'ün bir şansının olabileceğini düşünüyordum. Jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan'ın seveceği tarzda, gösterişsiz ama etkili bir oyunculuğu var demiştim ama olmadı.

Gecenin Kıyısı:
Festivalin ve sonrasının en çok konuşulacak filmlerinden biri olduğunu tahmin etmek zor değildi. Çünkü merkezine 15 Temmuz gecesini almış. Gerçi derdi, tam olarak 15 Temmuz değil, hatta yönetmen söyleşide, senaryonun ilk halinde, o gecenin hiç olmadığını da söyledi. Filmin asıl derdi, ikisi de asker olan ama farklı taraflara savrulmuş olan iki kardeş arasındaki ilişki (festivalde kardeşleri konu alan çok fazla film olduğunu söylemiştim). Babaları da asker ve haksız suçlamalar ile hapse düşmüş ve intihar etmiş (adı verilmiyor ama belli ki Ergenekon olayı).
İki kardeşten biri tutuklanmış ve askeri mahkemeye sevk ediliyor, diğeri ise onu sevk edecek ekibin komutasına getiriliyor. Muhtemelen, kardeşine yardım etmeye çalışıp çalışmayacağı test edilecek. Tam da o gece, 15 Temmuz işte. Bunlar yoldayken, darbe girişimi oluyor. Darbenin film açısından önemi şu, tüm dengeler alt üst oluyor. Kim tutuklu, kim serbest, kim alt, kim üst, her şey paramparça. Film kimin hangi görüşte olduğunu da, mümkün olduğunca açık etmediği için, kimin gecenin nasıl sonuçlanmasını istediğini de tam kavrayamıyoruz.
Filmin kardeşler arasındaki ilişkiyi ve o belirsizlik hissini çok iyi kurduğunu düşünüyorum. Yönetmen Türker Süer'in belli ki biçimci bir tarzı var. Çarpık kadrajlar, yakın planlar vs. Filmin bu tarafını da sevdim. Oyunculuklar da gayet iyi.
Sıkıntılı bulduğum taraf, gece bitip, darbe girişiminin başarısız olduğu netleşlikten sonraki kısım. Burada o belirsizlik ortadan kalkınca, karakterler de boşa düşüyor. Finali güçlendirmek için konduğu çok belli bir sahne var ve o da pek işlemiyor. Bir de sivillerle karşı karşıya gelinen iki sahneyi inandırıcı bulmadım. Tam darbe gecesi, karşınıza üniformalı biri gelip benzin alırsa, daha da ötesi o sabah üniformalı biri sizden otobüs bileti alırsa, o kadar normal davranamazsınız gibime geliyor. Sıradan bir müşteri değil o.
Ayrıca, müzikler kendi başına iyi olmakla birlikte, film içindeki kullanımını biraz aşırı bulduğumu söyleyebilirim. Gerçi yönetmen bunu seviyor belli ki. Söyleşide, "kendini hissettirmeyen müzik, iyi müziktir" yaklaşımına katılmadığını söyledi.

Hiçbir Şey Yerinde Değil:
Burak Çevik ilk defa, genel izleyici tarafından rahatlıkla takip edilebilecek yapıda bir film yapmış. Kendisi de bu kadar az kişinin salonu terk etmesine alışık olmadığını söyledi zaten. Ama bu kez farklı tarafları rahatsız edici olabilir.
Film, 1978'deki Ankara Bahçelievler katliamını anlatıyor. Ya da ondan yola çıkıyor diyelim. Çünkü değiştirdiği bazı yerler var. Olay bizim mahallede olduğu için, o yıllarda çok çok küçük olsam da kafam basmaya başladığı yıllarda, konuşulduğunu duyduğum bir olaydı. Çevik'in yaşı hiç tutmuyor ama o da küçük yaşlarda, bir kitapta bu olayı okumuş. Hatta ilk film için bile bu fikir varmış kafasında. Bolca araştırmalar sonucunda bu filmi yapmış. Yaptığı değişiklikleri eleştirenler oldu. Buna çok katılmıyorum. Makul değişiklikler bence.
Politik alt metninde bazı sorunlar olduğu eleştirisine katılabilirim ama. Solcularla ilgili kısımda çok sorun yok da, ülkücüler birkaç sahnede fazla karikatürize edilmiş. Siz de şunu yaptınız kısmında, ülkücülerin yaptıkları işi, bir nedene bağlama çabasını vermeye çalışmış. Onu da anlıyorum ama o sahne ile ilgili kafam karışık cidden. Neden olması gerektiğini anlıyorum, ama belki başka şekilde anlatılabilir ya da karşı argüman sunulabilirdi.
Film için, Çevik'in en rahat izlenen filmi dedim ama biçimsel bazı denemelere tabii ki girmiş, hatta bence filmi yapmasındaki motivasyonu daha çok bu biçimsel denemeymiş. Bir defa filmi tek plan olarak çekmiş. Yani en azından, perdede öyleymiş gibi gözüküyor. Bu tek plan içinde yaptığı bir şey daha var. Söyleşinin hemen başında, kaç kişi anladı diye sordu. Ben anlamadığını itiraf edeyim. Burada da ne yaptığını söylemeyeyim ama şu kadar ipucu vereyim. Filmin adının yazdığı sahnenin öncesine ve sonrasına dikkat edin. Bu yaptığı numarayı, Nuri Bilge Ceylan sevdiyse, bu gece yönetmen ödülünü alabilir demiştim, nitekim aldı. Sorunlu bulduğum yerlerine karşın, biçimi nedeniyle festivalin iyi filmleri arasına koyuyorum.

Hemme'nin Öldüğü Günlerden Biri:
Hakkını arayan bir işçi olan Eyüp, ustabaşı Hemme ile kavga eder ve onu öldürmeye karar vererek yola çıkar. Ama bu yolda türlü çeşitli engellerle karşılaşır.
Sanırım, çoğunlukla en ters düştüğüm film bu. Genelde çok sevildi. Ama filmin mizahı bana hiç geçmedi. Genel seyirciyi de çok yakalamaz diye düşünmüştüm ama salondan bayağı iyi tepki aldı. Girişi ve finali de coşturdu zaten. Yurtdışında nasıl olmuştur bilmiyorum ama Türkiye'de nerede gösterilirse gösterilsin, finalde o coşkuyu alır muhtemelen.
Yönetmen, senaryo yazarı ve başrol oyuncusu, Murat Fıratoğlu'nun kurduğu yapının farklılığını, çok ciddi bir meseleden, neredeyse absürt komediye savrulmasını ama konunun ciddiyetini de vermeye devam etmesini takdir ettim ama benim filmim değil, üzgünüm.
Jürinin filmi ödülsüz bırakmak istemeyeceğini düşünüyordum, nitekim en iyi film ödülünü de aldı.

Su Yüzü:
Fransa'da okuyan Deniz, annesinin yeniden evlenecek olması üzerine, doğup büyüdüğü topraklara geri döner ve hem kendini yeniden keşfeder, hem de annesi ile yarım kalan sorunlarını çözmeye çalışır. İyi, güzel ama çok bildik temalara dayanan bir film.
Son dönemde, baba/anne evine geri dönüş hikayesini o kadar çok izledik ki. Bunlardan önemli bir kısmı da yurtdışında okuyan karakterler üzerinden oluyor. Yönetmenin filmlerini izlemiş miyim diye bakarken, bu konudaki başarılı kısa filmlerden biri olan Orada filmine rastladım. Hatta, bu film için, Orada'nın tematik bir devamı da denebilir. Sanırım, yönetmen de yurtdışında okumuş. Bu yüzden filmin, otobiyografik taraflarının olması, şaşırtıcı olmaz. İlk film yapan yönetmenlerin, kendi hikayelerinden yola çıkması, çok gördüğümüz bir durum zaten.
Film, belli bir seviyeyi tutturuyor, oyunculuklarda da bir problem yok ama ele aldığı konuda bizi heyecanlandıracak bir şey de yok, anlatış biçiminde de. Eli yüzü düzgün ama iz bırakmayan bir film diyerek, geçiyoruz.
Bir not: Geçen sene izlediğimiz Suyun Üstü de çok benzer bir yerden yola çıkıyordu. İsminin bu kadar benzer olması ve ikisinde de su metaforunun kullanılmış olması, ilginç.
Yeni Şafak Solarken:
Adana'daki filmler bittikten hemen sonra yaptığım listede, Gürcan Keltek'in filmini bir numaraya koymuştum ama kıl payı farkla demiştim. Biraz zaman geçip, filmler demlendikçe, birincilikteki yeri sağlamlaştı benim için.
Şimdi buraya filmin özetini koyarız, ruhsal problemlerle hastaneye girip çıkan Akın karakterinin, ailesinin evine döndükten sonra yaşadıklarını anlatıyor diyebiliriz de filmin nasıl bir şey olduğunu tarif etmenin yanından bile geçemeyiz. Görmek ve dinlemek, o atmosferi yaşamak lazım. Çünkü seyirciye görsel ve işitsel olarak bir şey deneyimlettirmek ve bunun üzerinden bir duygu dünyası kurmak isteyen bir film var karşımızda. Evet, bir hikayesi var ama bunu düz bir şekilde anlatıp geçeyim demiyor.
Zaten hikâyede şehir de çok önemli ve film şehri ayrı bir karakter olarak kurmayı başarıyor. Herzog'un görüntü yönetmeni olarak tanıdığımız Peter Zeitlinger, inanılmaz bir iş çıkarmış gerçekten. İstanbul, Ayasofya vs. gerçekten çok daha büyülü olmuş. Festivaldeki filmlerden Gecenin Kıyısında için, müziğin baskın olmasını eleştirmiştim. Burada daha da baskın ama bu kez, atmosfer kurmaya daha iyi hizmet ediyor bence.
Bu arada yapımcının Arda Çiltepe olması da dikkatimi çekti. Hem kendi filminde, hem yapımcılık yaptığı filmlerde, genelde böyle farklı denemelere giriyor. O da sinemamız için değerli bir isim olma yolunda.
Filmin genel izleyiciye çok hitap etmediğini söylemeli ama şöyle bir projem var: Bazı sahnelerden bir korku filmi fragmanı kessek, filmin adını da Cinn-i Şafak koyup sinemalara salsak, çok izlenebilir. Gürcan Keltek, bunu bir değerlendirsin…

Hakkı:
Ucu ucuna geçinen bir ailenin babası olan Hakkı, bahçesinde bir tarihi eser bulur. Bunu iyi gibi gözüken bir paraya satar ama sonradan gerçek değerinin çok daha yüksek olduğunu öğrenir ve bahçede başka bir tarihi eser bulmayı takıntı haline getirir.
Filmin en başarılı tarafı, Bülent Emin Yarar'ın oyunculuğu. Mutlu bir aile babasından, giderek delilik boyutunda bir takıntıya sahip bir adama dönüşen karakterini çok iyi kurmuş. Finale doğru, fiziksel olarak da kendini zorluyor. Erkek oyuncu kategorisinde favorimdi, olmadı. Final kısmında, yönetmenin kurduğu klostrofobik atmosfer de gayet iyi. Burayı belki biraz uzun tutmuş ama olsun.
Film, adından da anlaşıldığı gibi, tamamen Hakkı karakterine odaklanıyor. Bu bir tercih ama bu sefer de diğer karakterler, tek boyutlu kalmış. Genelde ilk filmlerde, yönetmenlerin akıllarındaki her şeyi filmin içine koyduklarını görürüz. Burada tam tersi olması ilginç. Belki de Hikmet Kerem Özcan, bundan kaçmak isterken, diğer karakterleri derinleştiremedi. Özellikle Hülya Gülşen ve Özgür Emre Yıldırım'ın karakterleri, filme ayrı bir boyut katabilirdi. Cem Zeynel Kılıç'ın dipten dipten laf sokan bacanak karakteri de tek boyutluydu ama onun olması, Hakkı karakterini de genişletiyordu.
Sonuç olarak, iyi yönleri kadar, zayıf yönleri de olan bir ilk film diyebiliriz. Filmin izleyici ödülünü aldığını da unutmayalım. İyi bir tanıtımla vizyona girerse, seyirci çekebilir. Gerçi bana, platformlardan birine gelince keşfedilecek gibi geliyor.
On Saniye:
Ceylan Özgün Özçelik'ten Cadı Üçlemesi'nin son bölümünü beklerken, o bir tiyatro uyarlaması ile karşımıza geldi. Neredeyse tümüyle iki karakter (okuldan atılan bir çocuğun annesi ve rehberlik öğretmeni) arasında ve tek mekânda geçen bir film.
Filmi izlediğimden beri, nasıl tanımlasam diye düşünüyorum, bir sohbette buldum. Tıpkı Ceylan Özgün Özçelik'in kendisi gibi, çok heyecanlı bir film. Filmin biraz daha sakin olmaya ihtiyacı varmış bence. En azından giriş bölümünde. Film, çok yukardan açılıyor. Özellikle zengin anne karakteri doğrudan, çok sert bir şekilde giriyor, karşısındakini aşağıladığını çok net belli ediyor. Halbuki afişte ve özette de yapılan satranç benzetmesinden gidersek, böyle bir durumda başta asıl hamleni yapmayıp, karşı tarafın gücünü bir tartarsın.
Benzer şekilde, bu karakteri canlandıran Bergüzar Korel de oyunculuk tarzı olarak fazla yukarıdan bir yerden başlıyor. Bu seçimler, büyük ihtimalle sahne üzerinde işliyordu ama sinemada biraz daha alt perdeden bir oyunculuğa ihtiyaç varmış.
Yönetmenlik tarzı için de benzer bir yorum yapacağım. Özçelik'in de biçimci bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Aslında bana çok hitap eden bir tarzı var. Ama burada, tek mekânın durağanlığını kırmak için, o kadar fazla görsel numara yapıyor ki, bir yerden sonra fazla geliyor. Filmin ortalarında bir yerde, seyircinin önyargılarını da kullanarak, bir numara daha yapıyor. O, çok şıktı mesela. Genel olarak, aynı konuyu irdeleyen ama daha dengeli bir filmi, çok daha fazla sevebilirdim.

Three Kilometres to the End of the World (Dünyanın Sonuna Üç Kilometre):
Yazı ailesiyle geçirmek için köyüne gelen Adi, bir gece saldırıya uğrar, dövülür ve telefonu gasp edilir. Zaten küçük bir mekânda suçluların bulunması da çok zor olmayacaktır.
Yönetmen Emanuel Pârvu, başta bir suçlu kim ve olayın nedeni nedir üzerinden bir yapı kuracakmış gibi yapsa da, suçluyu ve nedenini daha başlarda, önümüze seriyor. Asıl derdi, bu suçun üzerinin kapatılma çabası ve toplumdaki yozlaşma. Tıpkı son dönem Romen filmlerinin çoğu gibi. Film yapısını sağlam kuruyor, derdini iyi anlatıyor, teknik olarak da bir sıkıntısı yok ama işte artık Romen filmlerinin de belli kalıpları oluşmuş durumda. O kalıpları iyi kullanıyor ama dışına da çıkamıyor. Bu da belli anlar dışında, daha önce gördük bunu hissini uyandırıyor. Romanya'nın Oscar'a gönderdiği film ama bu türün çok daha iyi örneklerini gördük. Bu filmin çok şansı olacağını sanmıyorum.
Filmden bağımsız, Romanya adalet sistemindeki cezalar ilgimi çekti yalnız. Sistemin çürümüş olduğunu söylüyor. Onu bir kenara koyalım da darp ve gasp suçunun cezasının 5.5 yıl olduğu gibi bir diyalog da geçiyor. Filmdeki baba, tam da bu nedenle, olayın üstünü kapamaya çalışıyor. Aynı hikâyeyi bize uyarlasak, babanın hiç devreye girmesi gerekmez, suçu işleyenler zaten dışarı çıkar, sonra dövdükleri çocuğu, bir daha döverlerdi gibime geliyor. Zaten dövülen çocuk gay olduğu için, suçlu da o olurdu!

No Other Land (Gidecek Yer Yok):
Berlin'de ödül aldığında, ödül konuşması ile ortalığı karıştıran belgeseli nihayet izleyebildim. Film de çok iyiymiş gerçekten. İsrail'in, Filistinlilerin yaşam alanlarını küçültmek için düzenli olarak yaptıkları, çarpıcı bir şekilde yansıtılıyor. Sürekli olarak, burasını askeri bölge ilan ettik, burada yaşayamazsınız gibi gerekçelerle, Filistinlilerin evleri, okulları yıkılıyor. Yenisini yaptıkça buna devam ediliyor. Hatta bir defasında, okulun yapılıp eğitime başlaması bekleniyor, ondan sonra yıkılıyor. Adeta, sadece fiziksel olarak değil, psikolojik olarak da nasıl daha fazla zarar veririz diye düşünülmüş.
Film, çocukluğundan beri bu mücadelenin içinde olan Basel Adra'nın tanıklığı ile bu süreci anlatıyor. Tüm bu süreçte İsrailli arkadaşı Yuval Abraham da yanında. Tıpkı ödül konuşmasında yaptığı gibi, Yahudiler arasında da sağduyulu insanların olduğunu gösteriyor. Anlattığı konu önemli olmakla birlikte, kurduğu hikâye, büyük olaylarla kişisel anları dengeleyen anlatısı, çok müsait olmasına rağmen, duygu sömürüsü yapmaması da filmin artıları.
Film boyunca, Basel ve Yuval'ın sosyal medya ve klasik medyadan daha fazla kişiye ulaşma çabalarını da izliyoruz. Belli ki bu filmin yapılmasındaki temel motivasyon da bu. Ödüller, festivaller bu amacı destekleyen şeyler. Değişimin bu şekilde olabileceğini düşünüyorlar. Bu film yapıldığından beri, olaylar daha da sertleşti tabii. Ne diyelim, umalım ki, o arzu edilen değişim gerçekleşir.

All We Imagine as Light (Aydınlık Hayallerimiz):
Büyük büyük filmlerin yanında, aldığı yorumlardan sonra Cannes'ın en merak ettiğim filmi haline gelmişti. Umduğum kadar çarpılmadığımı itiraf edeyim ama film ilerledikçe, hatta bittikten sonra, içinizde büyüyor.
Bu da hikayesinden çok, oluşturduğu atmosferle sizi içine alan filmlerden. Filmin ilk yarısında Mumbai'nin kaosu içinde, karakterlerini bize tanıtıyor. Karakterlerimiz, farklı yaş gruplarından iki hemşire (aslında üç de, birisi çok arka planda). Deneyimli olan hemşire, gençlere eğitim verirken bir yandan da onlara örnek olmaya çalışıyor. Kocası yıllar önce yurtdışına gitmiş. Artık sadece, kâğıt üzerinde evli gibiler. Hastaneden bir doktor da ona ilgi duyuyor ama o ne yapacağını bilemiyor.
Genç olan hemşire ise, tam da yaşının gerektirdiği gibi, biraz umarsız, biraz aklı havada. Onun da Müslüman bir sevgilisi var ve belli etmeden buluşmak zorundalar.
Filmin ilk yarısında, şehrin kaosu içinde, durup dinlenmeden koşturan, kendilerini dinlemeye ancak çok kısa anlarda vakit bulabilen karakterler, ikinci yarıda bir yolculuğa çıkıyorlar ve büyük şehirden uzak bir orman bölgesinde bir süre geçiriyorlar. İşte burası, benim filmden asıl etkilendiğim yer oldu. Payal Kapadia, burada filmin ilk yarısının sert gerçekliğinin tersine büyülü bir gerçeklik yaratıyor. Adeta karakterler ile birlikte rahatlayıp, onlarla beraber nefes almaya başlıyorsunuz.
Belli ki Kapadia, dipten ve derinden gelen duyguları anlatan bir yönetmen olma yolunda. Belgeselin sınırlarını zorlayan ilk filmi de öyleydi. Filmekimi ya da vizyonda mutlaka izleyin derim. İleride, büyük bir yönetmenin ilk adımlarını, sinemada izlemiştim dersiniz.
Haftaya görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar