SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

2024'Ü KAPATIRKEN

05 Ocak 2025 Pazar 21:27
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz aylarda, bu köşede hep festival izlenimleri yazdık, vizyonu ihmal ettik. O halde, 2025’in bu ilk hafta sonunda, 2024’den kalan vizyon filmlerine bir göz atarak, yılı temize çekelim. Yazımızda, yılın son aylarında gösterime giren flaş filmlerden Gladyatör 2, Wicked, Mufasa, Moana 2 gibi filmlerle birlikte, kimseyi memnun edemeyen Joker 2, yılın en iyi yerli korkusu olarak gördüğüm Cenaze, Onur Ünlü’nün yeni filmi Şımarık, yıllar sonra gelen devam filmiyle Gen 2 gibi filmler ve daha niceleri olacak. Zaman kaybetmeden başlayalım.


Gladiator II:
Bu proje ilk açıklandığında, off ne gerek var demiştim, filmi izledikten sonra da aynı soruyu sormaya devam ediyorum. Tamam, fena değil de gereksiz. Heyecanla izlediğim kimi sahneler oldu ama hikâye anlamında, ilk filmin üzerine yeni bir şey koymuyor. Ki, ilk filmin de öyle deli hayranlarından biri değilim. Güzeldir ama Ridley Scott filmografisi deyince, başyapıtlar grubunun bir altındadır benim için. Ama çok kişi için ilk filmin çok özel olduğunu biliyorum. Scott ve senaryo yazarı Scarpa da bunun farkında olmalı ki, sürekli ilk filme ve Maximus'a bir gönderme var. Artık spoiler'lık bir tarafı kalmadı herhalde, ana karakterimiz zaten onun oğlu ve bu defalarca vurgulanıyor.
Karakterlerin başlarına gelenler de çok benzeşiyor. Scott'ın filmi çekmek için motivasyonlarından birinin, 24 yılda bilgisayar efektlerinin gelişmesi ile ilk filmde yapamadıklarını yapabilmesi olduğu söyleniyor. Evet, ilk filmde, efektlerde çok göze batan yerler vardı. Ama burada da yapabiliyoruz diye çok abartmışlar. Mesela vahşi maymunlar dövüşünde efektler iyi olabilir ama yaratıklar yine de gerçekçi gelmedi. Kolezyuma, su doldurup, iki gemi yüzdürmeleri, üstelik aşağıya da köpekbalığı koymaları ise düpedüz komikti.
Fakat filmin en büyük sorunu maalesef Paul Mescal bence. Tamam, iyi bir oyuncu, kabul de Russell Crowe'un 24 yıl önceki, kitleleri peşinden sürükleyebilecek karizması yok kendisinde. Ki, açık konuşalım, bu rol için, oyunculuktan çok karizma lazım. Filmde Russell Crowe karizması ile kapışabilecek tek kişi, Pedro Pascal aslında. Fakat onun da yaşı büyük. Daha genç olsa, başrol için tek alternatifim, o olurdu. Bir de rolü çok kısa olsa da Mescal'in karısını canlandıran Yuval Gonen'de o havayı gördüm. Keşke rolü daha uzun olsaydı. Bir kadın gladyatör, hiç fena olmazmış mesela.
Denzel'e gelice, Oscar falan deniyor ama ne alaka dedim izleyince. Evet, iyi ve kendi dokunuşlarını da katmış. Ama onun daha iyi nice performanslarını izledik. Ayrıca, karakterin çok modern bir havası vardı.
Üçüncü film de gelebilir deniyor ama hiç gerek yok artık. Bırakalım da Maximus, huzur içinde uyusun.


Mufasa: The Lion King (Mufasa: Aslan Kral):
Disney'in, bir kuşak için efsane olan bir filmi, sıradan bir seriye çevirme eyleminin yeni halkası. Tatsız, tuzsuz, en önemlisi ruhsuz bir film. Hiç eğlenmedim, heyecanlanmadım ve meraklanmadım. Şarkılar da güzel değil. Nerede orijinal filmin yıllara meydan okuyan şarkıları, nerede bu filmdeki hemen unutuluveren şarkılar.
İşin ilginci, teknik olarak da geriye gitmiş bence. Bir önceki Aslan Kral, bakın ne kadar gerçek gibi diye pazarlanmıştı. O filmle ilgili kötü anılarım var ama gerçekten de gerçek gibiydi. Bu filmse, o kadar bilgisayar animasyonuyum ben diye bağırıyor ki. Halbuki, aradan 5 yıl geçmiş ve teknolojinin ilerleme hızıyla, daha da iyi olması beklenirdi.
Barry Jenkins seçimini de hiç anlamış değilim zaten. Yönetmen olarak güçlü yanlarını gösterebileceği bir proje değil, yazar olarak zaten işin içinde değil. Kendisi açısından, şimdiye kadar çektiği filmlerin toplamından çok para kazanmış olabilir. Tamam, bu yeterli bir sebep olsun. Tamam da, parayı toparladıysan, tekrar bu işlere girmesen daha memnun oluruz Barry abicim. Seni sevmemizin başka nedenleri vardı. Oralara dönersen, biz yine yanında oluruz.
Burası birazcık spoiler olacak ama yazmadan geçmeyeyim. Filmin asıl enteresan karakteri Mufasa değil, Scar olabilirmiş aslında. Kötü karakterlerin değişim süreci hep daha ilginç olur. Star Wars prequel'inde Anakin'in, nasıl Jedi'den Sith'e döndüğünü merak ederiz örneğin. Burada motivasyon ne? Anam, babam seni daha çok sevdi, sonra sevdiğim kız da senden hoşlandı. Bu. Üstelik, orijinal filmle neredeyse aynı ihaneti yapıyor.


Wicked: Part I:
Bizde müzikaller pek ilgi görmediği için, sessiz sedasız vizyondan kayboldu ama özellikle Amerika’da deli gibi izleniyor. Ben bayağı sevdim. Eski usül müzikalleri sevenlere rahatlıkla önerebilirim.
Sahnelenen halini bilmiyorum ama Jon M. Chu, sinemasal yanları da güçlü bir film yapmayı başarmış. Zaten yıllardır sahnelenen bir eser olarak, şarkılar gayet iyi ve başarılı koreografilerle desteklenmiş. Tüm bunlar da çok etkileyici bir dünyanın içine yerleştirilmiş.
Hikâye de öyle boş değil. Kötü karakterlere de çok boyutlu bir hikâye kurmanın örneklerinden biri. Son yıllarda, bu tema çok işleniyor, hatta az önce bahsettiğimiz Mufasa’da da aynı konu vardı ama Wicked’ın 30 yıllık bir eserin uyarlaması olduğunu unutmayalım.
Yeşil derisi yüzünden dışlanan Elphaba'nın hikayesini, ırkçılığın bir metaforu olarak okumak çok mümkün. İlk akla gelen de bu zaten. Ama diğer karakterlerin hikayeleri de devreye girince, iktidarın kendi anlatısını kurması, farklı sesleri susturması ve halkı birleştirmek için ortak bir düşman yaratması gibi temalar da ortaya çıkıyor. Ki, bunlardan bazıları Wizard of Oz'da da var zaten.
Cynthia Erivo'nun iyi olacağından emindim. Sinema kariyerine, Broadway'de bir müzikal oyuncusu olduğunu vurgulamadan başlayıp, iyi oyunculuğu ile kendisini kabul ettirmişti. Ariana Grande'den çok emin değildim ama o da role çok güzel oturmuş.


Joker: Folie à Deux (Joker: İkili Delilik):
Herkes yerin dibine gömdü ama fena film değilmiş, demeyi çok isterdim ama olmamış gerçekten. Ben de sevmedim. Yine de Todd Phillips'in aldığı riski takdir ediyorum. Birbirinin aynısı, 1500. çizgi roman uyarlaması yerine yeni bir şeyler denemiş. İlk film de risk almıştı ve olumlu sonuçlanmıştı ama bu kez olmamış. Bence bunun önemli nedenlerinden biri, ilk filmin, en baştan tek bir film olarak düşünülmesi. Çok para kazanıp, devamı gelsin denince, bu sefer aynı filmi yapmayalım demişler. Buldukları çözüme de karşı değilim temel olarak.
Mesela müzikal tarafı. Müzikal seven biriyim, sadece iyisini değil, kötüsünü de severim hatta. Ama burada müzikal kısımlar hikâyeyi ilerletmiyor, aralara sokulmuş klipler havası veriyor. Kendi başlarına bile çok iyi değiller üstelik. Hapishane hikayesi desen, çok basmakalıp ve buradaki hiçbir karakteri tanımıyoruz. Dava kısmı sıkıcı, final de hadi hikâyeyi kapayalım demenin en kolaycı yollarından biri.
En büyük sorunsa, ilk filmde karakterin tüm derdine ortak olduğumuz Arthur Fleck'in burada bir adım ilerlememesi. 2.5 saate yakın filmde Fleck'le ilgili yeni ne öğrendik, karakteri nereye doğru gelişti? Bu soruların cevabı yok.
Filmin iyi tarafları yok mu? Var. Görüntü yönetmeni Lawrence Sher, yine 10 numara iş çıkarmış. Bu kadar büyük battıktan sonra, mümkün değil ama bir kez daha Oscar'a aday olsa, hiç laf etmem. Joaquin Phoenix de, senaryonun boş bıraktığı yeri, ilk filmden getirdiği vücut diliyle doldurmaya çalışmış. Yine iyi. Hatta bence Lady Gaga da iyi. Zaten genel olarak onu sevmeyenlerden değilim. Burada da, iyi yazılsa, güçlü bir alternatif Harley Quinn karakteri olurmuş.


Moana 2:
Bu projenin Disney+'a dizi olarak gelmesi planlanırken, sinema filmine dönüştürüldüğü söyleniyordu zaten. Ticari olarak çok doğru bir karar olduğu ortada. Her yerde gişeyi yıktı geçti ama hem hikaye hem animasyon kalitesi olarak ilkinin altında. Tabii ki, Disney belli bir sınırın altına düşmüyor ama aynı senaryo, Moana adıyla değil, başka bir isimle, daha küçük bir stüdyodan çıksa, her hafta gelen sıradan animasyonlardan biri olarak kalırdı. Şarkılar iyi ama ona da Disney'in en iyilerinden demem.
Şarkılar deyince, şunu da vurgulamalı. İngilizce için yazılmış şarkılar, başka dile çevrilince, olmuyor olamıyor. Filmi önce Türkçe, sonra İngilizce izledim. İngilizce'de film, birkaç seviye atladı. Seslendirenlerin de bir kabahati yok aslında. Anlamı da bozmadan şarkıları başka dile çevirmek çok zor. Pop müziğin, aranjman yılları dediğimiz döneminde çok başarılı örnekleri var ama onlarda da sözlerde aynı anlamı koruma çabası yoktu. O yüzden, özellikle müzikal animasyonlarda, orijinal dili de dinlemek istiyoruz.

 

The Lord of the Rings: The War of the Rohirrim (Yüzüklerin Efendisi: Rohirrim'in Savaşı):
Ben keyifle izledim ama ilk LOTR filmleriyle karşılaştırıp, bunun da arkasında Peter Jackson var, efsane olacak diye girerseniz, bu film, o film değil. Zaten Hobbit'leri düşünürsek, Hunt for Gollum'un da o film olacağına dair, ciddi şüphelerim var ama neyse, ona o zaman bakarız. Burada film, Howard Shore'un tanıdık notaları ile açılınca, tüyler diken diken oluyor zaten. İlk görseller de destekleyince Orta Dünya'ya ışınlanıyoruz.
Filmin animasyon tarzının nasıl olacağını, fragmanlardan biliyorduk zaten. Aşırı gerçekçi tarzda olmayıp, daha klasik hatta, el çizimi gibi duran bir tarzda olması güzel de olmuş aslında. Sonuçta Éowyn'in muhtemelen kendi çocuğuna anlattığı bir efsaneyi izliyoruz. Filmin ana karakteri Héra'yı Tolkien yazmamış eleştirilerine katılmıyorum. Daha doğrusu, bunun bir eleştiri konusu olmasına katılmıyorum. Birincisi, bence evrene hiç ihanet etmeyecek karakterler ve hikâye akışı oluşturmuşlar. İkincisi, lore'a tamamen sadık olmalıyız, Tolkien'in yazdıklarından bir kelime bile sapmamalıyız diyorsanız bile (ki bence, böyle bir zorunluluk yok), tüm hikâyeyi Éowyn anlattığına göre, gerçekleri kendine göre değiştirdiği şeklinde de yorumlayabilirsiniz.
Karakterlerin bize temel özellikleri ile tanıtılması gayet iyi. Aralarında kurulan çatışmalar, biraz yüzeysel de olsa, işliyor. Ama filme adını veren savaş kısmı, yeterince görkemli değil bence. Ellerinde, sınırsızca uçup kaçabilecekleri, animasyon gibi bir imkân varken, bunu yeterince kullanmamışlar. İzlerken, fena değil ama daha iyi olabilirdi hissinden kurtulamadım.
Bu filmin, diğer filmlerle aynı evrende olduğunu gösterecek kimi göndermeler var. Bunlar da fena değildi genelde ama bazılarının altı fazlaca çiziliyordu. Halbuki biraz belirsiz bırakmak, seyirci açısından daha keyifli olurdu. Şöyle örnek vereyim. Bir karakter, şurada bir büyücü var dedikten sonra, biraz da detay verdiğinde, kim olduğunu anlıyoruz zaten. Nasıl anladım bak diyerek, kendimizi zeki zannediyoruz hatta. Artık bir de o büyücünün isminin söylenmesine gerek yok. O, göndermeyi anladım, çok zekiyim hissini kırıyor.


Cenaze:
Nihayet gönül rahatlığıyla önerebileceğim bir yerli korku. Gerçi tam korku filmi denemez de zombi filmi neticede. Bence kulvarında, açık ara yılın en iyisi olmasına rağmen, sadece 2 hafta vizyonda kalabildi ve 923 kişi tarafından izlendi. Film demeye bile zorlandığımız kimi cin filmleri yüzlerce salon alabilirken, bu film sadece 24 salonda gösterime girebilmiş. Herhalde, ana akıma biraz uzak olduğundan. Finale yaklaştıkça, ana akıma da yaklaşıyor ama ilk yarısı, genel seyirci için biraz yavaş olabilir, doğru.
Gerçi ben, çoğunlukla 2, biraz ilerledikçe 3 karakter arasında geçen bölümleri çok daha fazla sevdim. Yapayalnız ve hayattan bezmiş bir cenaze arabası şoförünün, sevgiyi yaşayan bir ölüde yakalaması, onun için her şeyi yapması gayet güzel işlenmişti. Şoförün ablasının devreye girmesi ile çatışma daha da artabilirdi. Abla da tıpkı kardeşi gibi yalnız bir karakter. Onların bu noktaya gelmesinin ortak bir nedeni olmalı. Geçmişleri biraz deşilse, oradan çok güzel bir hikâye çıkabilirmiş. Bence, orada bir fırsat kaçmış.
Final bölümünde ise Orçun Behram, çıtayı yukarı çekmeye çalışmış. Aksiyonun yükseldiği bu kısımlar gayet iyi çekilmiş. Muhtemelen çok büyük bir bütçesi yok ama bunu fazla hissettirmeyecek, güzel çözümler bulunmuş. Ayrıca bu bölümde Behram, her şeyin, çok daha büyük bir mitolojinin parçası olduğunu hissettirmek istemiş. Ama işte burada bir sıkıntı var. Hiçbir şeyin cevabını vermiyor. Elbette böyle bir zorunluluk yok. Tüm film, 2-3 kişi arasında geçse, vermesine gerek de yoktu zaten. Ama aileyi işin içine sokup, büyük bir ritüel hazırlığını gösteriyorsa, olayların sebebine dair bir miktar açıklama yapılması daha doğru olurdu.
Orçun Behram'ın ilk filmi Bina'yı da bazı sıkıntılarına rağmen sevmiştim, bunda da aynı şeyi söyleyebilirim. İzlerken, herhangi bir yabancı fantastik film festivalinde rahatlıkla gösterilebileceğini düşündüm. Sonra baktım, Sitges'te gösterilmiş zaten.
Bu arada, bu rolü kabul ettiği için Ahmet Rıfat Şungar'a da ayrı bir tebrik. Ülkemizde, o seviyedeki oyuncular genellikle tür filmlerine uzak dururlar. Burada başrolde iyi bir oyuncu olması, filmin etkisini de arttırmış.

 

Gen 2:
Bugün izlesem ne düşünürüm bilmiyorum ama ilk film, aklımda fena olmayan bir korku filmi olarak kalmış. O zaman bu iş furya haline dönmemişti tabii. Her bulduğumuz yerli korku filmine sarılıyorduk. Bu filmse, son derece gereksiz bir işkence pornosu olmuş.
Tüm hikâye, küçükken babam beni çok dövdü, işkence etti, o yüzden şimdi ben de kadınları dövüp işkence ediyorumdan ibaret. Tamam, finalde ufak bir sürpriz de var ama o da bu hikâyeye fazla bir şey katmıyor. İşkence sahnelerinden de keyif almadım diyeceğim, çok yanlış anlaşılacak! Şöyle diyeyim, ne sinemasal bir çekiciliği var, ne de rahatsız edici bir tarafı.
Tüm film boyunca, ne oluyor bakayım orada diye meraklandığım tek yer, ilk filmle kurulan bağlantıydı. Genelde yerli korku serilerinde, 1-2-3 diye gitse de hikayelerin birbiriyle alakası olmuyor. Bu, gerçekten ilk filme bağlanıyor bir yerden. Fena da kurmamış o bağlantıyı.
Ben de ilk filme döneyim. Hala Togan Gökbakar, arada böyle denemeler yapsa ne olurdu acaba diye merak ediyorum. Hatta Şahan da vardı o filmde. Bu devam filmi, daha büyük bir bütçeyle onlardan gelse, çok enteresan olabilirdi. Hatta, filme başka bir yönetmen önerim de var. İlk filmin kurgucusu. Yani: İlker Canikligil.


Şımarık:
Fragmanında da, afişinde de Onur Ünlü'nün adı yer almadığı için, onun yönettiğini vizyona girmeden bir gün önce öğrendiğim film. Tahmin ettiğim gibi, memur yönetmen tadında çalışmış. Zaten kendi projesi de değil, bir Rus filminin uyarlaması. Hikâyeyi yerelleştirmişler, olayı Osmanlı köyüne taşımışlar ama Rus filminin fragmanına baktım da, bazı sahneler, kadrajlarına varıncaya kadar aynı. Bazı eğlenceli yerleri var ama şımarık zengin bebesinin nasıl uslanacağını zaten baştan tahmin ediyorsunuz. Hikâye zaten saçma ama hadi diyelim elemanın gerçeği asla anlamamasını, salak bu yahu diyerek kabul edelim, yine de o ön kabulle bile inandırıcı olamıyor. Yine de ana akım bir komedi olarak, eh işte denerek izlenebilir.
Cingöz Recai ile birlikte, Onur Ünlü'nün en az Onur Ünlü olduğu film. Daha kötü dediğim filmleri var ama onlarda en azından kendi dokunuşu vardı. İleride, Çocuk gibi adını hiç anmayacağı bir film olabilir. Filmin en iyi yanı: Finalde çalan, Sezen Aksu'nun Haydi Gel Benimle Ol şarkısı. O da filmden bağımsız güzel zaten.

 

Yeniden Başlamak:
Bu filmi bir Pazar sabahı, saat 11’de nispeten kalabalık sayılabilecek bir salonda izledim. Genellikle o seansta, 3 kişiden fazlası olmaz. Demek ki, seyircide bir karşılığı var derken, başroldeki Eşref Ziya'nın, sağ cenahta bir şöhretinin olduğunu hatta muhafazakarların Tarkan’ı olarak anıldığını öğrendim. Ben sadece yıllar önce, The İmam'daki başrolü ile tanıyorum. Burada senaryoyu da yazmış. Afişte, The İmam'ın yapımcısından diyor ama devam filmi de denebilir. Ama o filmi bilmeden de rahatça izlemek mümkün. Zaten seyirciyi zorlayacak en ufak şeyden kaçınmışlar. Her şeyi, o kadar altını çize çize anlatıyor, mesajlarını gözümüze sokuyor ki. Finaldeki sürprizi açıklarken bile seyirciyi aptal yerine koyup, defalarca flashback yapıyor. Merak etmeyin, film boyunca defalarca gördüğümüz karakterlerin kim olduğunu, onları nerede gördüğümüzü, finale geldiğimizde unutacak değiliz.
Açıkçası, bir zamanların Kanal 7 dizilerinin daha iyi çekilmiş halinden fazlasını vermedi bana (yenilerini bilmediğim için, karşılaştıramıyorum). Yalnız yine de dikkatimi çeken bir yer var. Eşref Ziya'nın sağ yelpazenin neresinde durduğunu bilmiyorum ama filmde kapitalizm ve İslam'ı net bir şekilde birbirine karşıt noktalarda konumlandırmış. Hatta karakterlerin birinin ağzından, "babam servetini, son 20 yılda yaptı" tarzı bir replik dökülse hiç şaşırmayacaktım. O replik yazılmış ve silinmiş hissi verdi.


Boonie Bears: Time Twist (Ayı Kardeşler: Zaman Yolculuğu):
Aramızda, Ayı Kardeşler serisinin fanı olan, küçükken izlerdim, çok severdim diyen varsa, kaçırmamaları gereken bir film. Ayı Kardeşler serisinin Endgame'i çünkü. Hatta, kendi "Avengers Assemble" sahnesi bile var. Anlaşılan film bazı ülkelerde (muhtemelen Çin'de) IMAX olarak da girmiş. Yine anladığım kadarıyla televizyon serisinde ve filmlerde şimdiye kadar yer almış neredeyse tüm karakterler, finalde dev bir kapışmaya giriyor.
Diziyi hiç izlemedim, filmlerinse Türkiye'de vizyona girenlerinin büyük kısmını izledim ama karakterlerin büyük kısmını hatırlamıyorum. O yüzden bende çok bir duygusal etkisi olmadı tabii de, en başta dediğim gibi, çocukken izleyenler için, çok gaza getirici bir sahne olabilir.
Bu filmin hikayesinde de de alternatif evrenler, zaman yolculuğu gibi şeyler var. Orası da Endgame'i andırıyor. Ama çok da ilgi çekici gelmedi bana. Yalnız, büyük şehirde, sabah 9-akşam 5 mesai ile çalışmanın, tam bir hayatsızlık olduğunu gösteren kısım güzeldi ve üzücüydü. Filmin yetişkinlere hitap edebilecek kısmı da burasıydı zaten. Onun dışında, hedef kitlesi çocuklar ve dediğim gibi, seriyi çocukluktan beri takip edenler.

 

The Bell Keeper (Gece Bekçisi):
Bir grup genç, belgesel çekeceğiz diye lanetli bir yere giderler ve olaylar gelişir. Korku filmlerinde binlerce kez gördüğümüz bir konu değil mi? İlk yarıda ben de aşırı klişe ve kötü bir teen slasher diye düşünüyordum ama ikinci yarıda işler değişti. Senaryo, ortalarda bir yerde bir ters köşe yapıyor. Az gördüğümüz bir hamle, filmin o ana kadarki tüm sıkıcılığını kırıyor. Üstelik başlarda, kötü oyunculuklar ve diyaloglardan dolayı komik duruma düşen film, bilinçli olarak komik olmaya başlıyor.
İlk yarıyı klişeler üzerinden kurmasını anlıyorum. O ters köşe için gerekli ama keşke o kısımda en azından oyunculuklar yerlerde sürünmeseydi. Tahammül etmesi gerçekten zor. Potansiyel izleyici kitlesinin çoğu da dijitalden olacağına göre, çoğunluk ilk yarım saatte kapatır bence. O kısmı geçebilirseniz, Buffy-Supernatural karması bir dizinin pilot bölümü olabilecek bir yapıya dönüşüyor. Öyle bir diziyi ya da devam filmini görmemiz pek mümkün değil muhtemelen ama yine de ben izlediğime memnun kaldım.
Son olarak, bir espri spoiler'ı: Korku filmlerinde, bir bakire muhabbeti vardır malum. Ya kurbandır, kanı bir işe yarar, ya da final girl olur. Pekiii, lezbiyenler teknik olarak, bakire kategorisine girer mi? Soruyu ortaya atıp, cevabını filme bırakıyorum.


Bangkok Dog:
Burada ne zamandır festival filmi yazıyorum diye, vizyonda kimsenin izlemediği, B sınıfı filmlerden vazgeçtiğimi sanmadınız değil mi? O zaman buyurun, vizyonda kaldığı süre boyunca, sadece 279 kişinin izlediği güzide filmimize. Oyunculuklar berbat, hikâyenin elle tutulur bir tarafı yok. Ama adı Bangkok Dog olan bir filmden, oyunculuk ve hikaye bekliyorsanız, çok yanlış yerdesiniz dostlar. İyi dövüş koreografileri var mı? Var. İşte önemli olan da o.
Hikâyenin önemi yok dedim ama filmin özetini okuyunca, bir Departed/Infernal Affairs mi izleyeceğim diyorsunuz. Yani teknik olarak, bir suç örgütüne sızan ve bir süre için o dünyanın büyüsüne kapılan bir polisi izliyoruz, doğrudur. Ama o kadar savrukça anlatılmış ki. Bir de hikayenin büyük bir kısmının Tayland'da geçmesine rağmen, ana karakterlerimizin kendi aralarında hep İngilizce konuşmaları harika. Bir tek, sokakta, görevleri dayak yemek olan figüranlarımız, ana dillerinde konuşuyorlar. Ama iyi ki de öyle. Çünkü o kısımlarda, filme basılı İngilizce altyazı var. Bizimkiler de hiç sallamayıp, Türkçe altyazıyı da onun üzerine bindirince, iki altyazı da okunmuyor. Filmin ucuzluğuna uygun bir altyazı kullanımı olmuş diyebiliriz.
Final boss öncesi, bölüm sonu canavarının hapisten kaçışından, kötü adamın psikopatlığına kadar alaya alınacak çok şey var da 80'lerin B sınıfı aksiyon filmlerinin havasını biraz da bunlar veriyor. Bu türü seviyorsanız, keyif alırsınız. Sevmiyorsanız, arkanıza bakmadan kaçın! Zaten 34 salonda 279 kişi izlediğine göre, kaçmışsınız 🙂


Terrifier 3:
Öncelikle, ilk 2 filmi izlemediğimi belirteyim. Ama tarzını biliyorum, birkaç sahnesini de sosyal medyada görmüştüm. Bol kanlı, kolların, bacakların havada uçuştuğu filmlere de temel olarak karşı değilim. Ama bu film, benim zevkime göre değil. Hiç sevmedim gerçekten. Tam bir şiddet pornosu izliyoruz. Seyirciyi mümkün olan en yüksek seviyede iğrendirmek, bunun üzerinden de bir mizah kurmak peşinde. Bir kısım seyirci perdeye bakamayacak, bir kısmı da kahkaha atacak yani.
Tam da bu filmin vizyona girdiği haftalarda, Barda filminin yeni versiyonu nedeniyle, sinemada şiddet temsili tartışılıyordu. Dediğim gibi, şiddetin doğrudan gösterilmesine, prensip olarak karşı değilim ama bir nedeni varsa. Burada gerçekten manasız bir şiddet ve vahşet var. Bir alt metni, günümüze dair söyleyecek bir sözü yok. İlla bir mesaj vermesi gerekmiyor, tamam ama şiddeti sadece bir eğlence aracı olarak kullanması da içime sinen bir şey değil. Yönetmenliğinde ve oyuncularda da bir şey bulamadım. Ben sevenleriyle mutluluklar dileyeyim, dördüncüyü de almayayım.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar