SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

61. ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 2

11 Kasım 2024 Pazartesi 15:35
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bir önceki yazımızda, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun ve Kısa film yarışmalarındaki filmlerden bahsetmiştik. Bu hafta, Uluslararası Yarışma bölümündeki filmler ağırlıklı olmak üzere, festivaldeki diğer filmlere bakalım ve Altın Portakal izlenimlerimizi bitirelim. Festival izlenimlerimiz, biraz gecikmeli de olsa, Filmekimi ve Ankara Film Festivali ile devam edecek.

 

Uluslararası Yarışma:

Basileia (Hükümdarlık):

İtalya'nın dağlık bir bölgesinde, hazine arayan bir arkeoloğun hikayesi. Antik bir eseri açığa çıkarınca, onunla beraber, bazı fantastik varlıkları da uyandırıyor. Bu çok kısa özet, cin filmi gibi bir şeyi de çağrıştırabilir, fantastik bir aksiyonu da. Ama filmin, bu ikisiyle de hiç alakası yok. Çoğunlukla, atmosfer yaratmaya odaklı, sessiz ve derinden giden filmlerden biri. Görüntü ve mekân çalışması, çok başarılı.

Fakat film, derdini çok ele vermeyen, kendini açıklamayı sevmeyen bir yapıda. Bu nedenle, seyirci olarak, dikkatinizi toplamadığınızda, kopup gitmeniz çok olası. Bende de öyle oldu açıkçası. Filmin havasına girerseniz, keyif almak mümkün ama benim için orta karar bir film oldu.

 

Pigen med nalen (The Girl with the Needle / Şişli Kız):

İyi ki özetini okumadan izlediğim bir filmmiş. Sonradan baktığımda, özette kritik bir bilginin verildiğini gördüm. Filmden beklentinizi değiştirecek, karakterlerden birine ön yargılı bakmanızı sağlayabilecek bir bilgi.

Ben filmin başta açtığı kadarını söyleyeyim. 1900'lerin başında Danimarka'da, istenmeyen bir gebelikle karşılaşan genç bir kadın, çocuğu düşürmeyi başaramayınca, küçük çocukları, varlıklı ailelere veren bir kadınla tanışır ve beraberce ortak bir yola girerler.

Kürtajın yasal olmadığı, kadının kendi bedeni üzerinde hak sahibi olmadığı yıllarda geçen, bu tarzda başka hikayeler de izledik. Kürtaj denemesi gibi sahnelerin rahatsız edici olacağını tahmin etmek zor değildi zaten ama burada olay daha karanlık bir yere gidiyor.

Yönetmen Magnus Von Horn, siyah-beyaz biçimci estetiği ile olaylara mesafeli bakan, soğuk bir ton tutturmuş. Duygu sömürüsüne imkân veren bir hikayede, bu tercihi doğru buldum. Yıllardır pek çok filmde izlediğimiz Trine Dyrholm da çok iyi. O da aynı şekilde, soğuk, 1-2 sahne dışında, duygularını açmayan bir oyunculuk sergiliyor.

Genel olarak, sevdiğim bir film oldu. Vizyona girerse ya da dijitale gelirse, izlenmesini öneririm.

 

The Return (Dönüş):

Ralph Fiennes ve Juliette Binoche'u yıllar sonra tekrar buluşturan bir Odisseia uyarlaması. Aslında adından da tahmin edilebileceği gibi, Odysseus'un yıllar sonra Ithaca'ya geri dönmesine ve kimsenin onu tanımamasına odaklanıyor. Aslında film, çoğunlukla, savaştan travma ile geri dönmüş bir askerin yaşadığı sorunlar gibi işleyen bir drama. Tarihi bir epik bekleyenler, yanılacaklar. Yalnız filmin bir fragmanı var ki, yanlış ürün tanıtımından, dava açılabilir! Dev bir savaş filmi gibi hazırlamışlar.

1-2 sahne haricinde, savaş filmiyle, uzaktan yakından alakası yok. Peki drama olarak işliyor mu? İki çok başarılı ve sevdiğim oyuncusuna rağmen bana, o da çok geçmedi. Her şey, fazla kuralına uygun ve fazla ruhsuz geldi açıkçası. Şöyle de düşünebiliriz. Daha iyi bir film olsaydı, bu kadro ile güz festivallerinde öne çıkardı, adını çok daha fazla duyardık.

 

Armand:

Armand, Cannes'dan beri adını duyduğumuz bir film. Özellikle Renate Reinsve'nin performansı övülmüştü. Evet, başarılı bir performans ama bir yandan da ödüle oynadığını fazla belli eden bir performans. Film hakkındaki görüşlerim de benzer şekilde aslında. Çok beğendiğim yerleri var. Yönetmen, karakterin ruhsal çalkantısını perdeye aktarmak için, çok iyi görsel çözümler bulmuş. Ama bazen de o çektiklerini o kadar çok sevmiş ki, sahnelere veda edememiş adeta.

Bu arada film, girişi ile, Adana'da izlediğimiz On Saniye'yi fena halde andırıyor. Çocuğunun yaptığı kabul edilemez bir davranış nedeniyle okula çağrılan bir anne ve onunla konuyu tartışan, genç bir öğretmen. İki filmin de çıkış noktası aynı. Başta, okulun genel planından başlayıp, odaya doğru giden kamera hareketleri bile benzer. Hatta bir süre, On Saniye ile ilgili dertlerimi çözmüş bir film diye düşündüm. Fakat film ilerledikçe, bambaşka yollara sapıyorlar ve filmler arasındaki benzerlik bitiyor. Armand'da karakter sayısı hızla artıyor ve yetişkinler arasındaki ilişkiler filmin ana çatışma noktası haline geliyor. Bu da, olayı fazla grift bir hale getiriyor bence.

Yılın adı epey anılacak filmlerinden biri. Benim için yine, iyi ama o kadar da değil dediğim filmlerden biri oldu. Zaten bu yıl, böyle gidiyor şimdilik.

 

Bring Them Down (Hepsini Alaşağı Et):

Hayvancılıkla geçinen iki ailenin arasındaki, geçmişe dayalı bir çekişmenin, giderek daha sertleşerek, şiddet dolu bir noktaya gelmesini anlatan bir film. İrlanda kırsalını, olabildiğince tekinsiz bir hale getiriyor. Hikâyenin ana hatları kurulduktan ve geçmişte yaşananları öğrendikten sonra, o tedirginliği şiddet patlamaları ile sürdürüyor. Senaryo bazen biraz zayıf kalsa da oyuncu performansları, filmi sürüklemeyi başarıyor.

Barry Keoghan, zaten ne zaman Oscar alacak diye beklediğimiz bir oyuncu. Burada, başta kendini tekrarlıyor gibi düşünsem de karakterin nüanslarını vermeyi başarıyor. Christopher Abbott da gayet iyi. Yalnız bu roller için daha önce Paul Mescal ve Tom Burke ile anlaşılmış, sonradan filmin yapım süreci uzayınca, bu isimler ayrılmışlar. Bu ikiliyi de görmek isterdim doğrusu.

Bu arada, hayvanlara yapılan kötü muameleye karşı duyarlı olanların filmi izlemesi zor olabilir. Bu konuda epey sert sahneler var. Gerçek değildir muhtemelen ama rahatsız edici yine de.

 

El Ladrón de Perros (The Dog Thief / Köpek Hırsızı):

Şili'den gelen bu film, bir yandan okula devam ederken, bir yandan da ayakkabı boyacılığı yaparak geçinmeye çalışan bir gençle, yalnız ve zengin sayılabilecek (en azından durumu iyi diyelim) bir terzi arasındaki bağı anlatıyor. Genç karakterimiz Martin, kendisine bir baba figürü arıyor, hatta bazı bilgilerden hareketle, terzinin onun babası olabileceğini düşünüyor. Terzilik yapan Bay Novoa'nın ise hayatta tek değer verdiği varlık, köpeği. Elimizde, iki yalnız karakter var yani. Bu karakterlerin arasındaki hikaye, üç aşağı, beş yukarı bekleyebileceğiniz gibi gelişiyor.

Filmin başarılı görüntüleri ve oyunculukları, kendini izlettiriyor. Uluslararası her Şili filminde oynaması zorunlu olan(!) Alfredo Castro, her zamanki gibi iyi. Ama filmin esas keşfi, Antalya Uluslararası jürisinin de erkek oyuncu ödülü verdiği, Franklin Aro Huasco. Bu ilk filminde, hikâyenin kalbi olmayı başarıyor. Oyunculuk kariyerine devam ederse, iyi yerlere gelebilir.

 

Maryam:

Antalya'da uluslararası yarışmanın ilginç filmlerinden biriydi. Uzun zamandır görüşmeyen bir baba-kızın, yıllar sonra buluşma hikayesini, geçmişle günümüzü harmanlayarak, karakterlerin zihinlerinde şiirsel bir yolculuğa çıkarak anlatan bir film.

Görüntü yönetimi, kurduğu görsel dünya çok başarılı fakat fazlaca ağır tempolu. Bu temposu nedeniyle, filme çok konsantre olamadığımı itiraf edeyim. Tamam, tamam, gözler kapandı arada. O yüzden sağlıklı bir değerlendirme için, tekrar izlemeyi beklemeliyim. Yine de filme döndüğüm yerlerde, perdede görülen imgeler, etkileyiciydi.

Tam bir ortak yapım bu arada. Azerbaycan filmi olarak geçse de, Türkiye'den yapımcıları, hatta TRT'nin desteği var.

 

Shahed (The Witness / Şahit):

Tahran'da geçen bir aile içi şiddet ve suç hikayesi. Aslında bu hikayeden başlayıp, İran'da yıllar boyunca süren ve büyüyen kadın mücadelesine, kadınların özgürleşme çabalarına bağlanıp, politik bir duruş sergileyen bir film. Özellikle finalinde İran'daki kadın hareketine güçlü bir selam yolluyor. Tam da bundan dolayı, Antalya'da Uluslararası Yarışma'nın seyirci tarafından en çok sevilen filmi oldu. Özellikle kadın seyirci, çok pozitif bir tepki verdi ve filmi dakikalarca alkışladı. Her ne kadar bu sahnelerde, biraz fazla seyirciye oynadığını düşünsem de başarılı bir film.

Jafar Panahi, filmin senaryo yazarlarından biri, aynı zamanda kurgucusu. Kendisine ceza verildikçe, film yapma arzusu artıyor adeta. Film, İran'da gizli olarak çekilmiş. Zaten bazı sahnelerde, kadınların başları açık olduğu için, tahmin edilebilir bir durum. Yapımcılarından dolayı, kaynaklarda Avusturya-Almanya ortak yapımı olarak görünüyor ama Türkiye'den yapımcıları da var. O yüzden, vizyona girer herhalde.

 

Diğerleri:

Festivalde bu bölümler dışında, yerli ve yabancı özel gösterimler ve belgesel yarışması da vardı. Ne yazık ki, belgesel yarışmasından sadece iki film izleyebildim. Önce o filmlerden, sonra ulusal özel gösterimlerden, sonra da yabancı filmlerden bahsedelim.

Bir Orkestranın İzinde:

Antalya'da en keyifle izlediğim filmlerden biri, bu belgeseldi. 1960'ların sonunda kurulan, ömrü çok uzun olmasa da, Türkiye'nin ilk kızlar orkestrası olan Eroğlu Kızlar Orkestrası'nın hikayesini anlatan, başarılı bir yapım.

Film, o dönemin tanıklıkları ve arşiv görüntüleri ile orkestranın nasıl kurulduğuna, neler yaptığına bakan, hatta Volvox'la bağlantısına doğru giden klasik yapıda bir belgesel olarak ilerliyordu. Bu haliyle de gayet keyifliydi ama bir noktada vites arttırdı. Eroğlu denince, bizim kuşağın ilk aklına gelen isim olan Cenk Eroğlu, bu müzisyen kuşağın üçüncü nesil temsilcisiymiş aslında. Onun da önayak olması ile orkestra, yıllar sonra tekrar biraraya gelip, minik bir konser veriyor. Hatta bu konseri, Ankara IF'de vermişler. Filmi izlerken, keşke haberim olsaydı da gitseydim diye düşündüm. Kısa bir konsermiş anladığım kadarıyla ama canlı izlemek, çok güzel olurdu. Bu dönüş hikayesi, filme de ayrı bir hava katıyor.

Film aynı zamanda, bir Ankara belgeseli. Ankara Film Festivali’nde de gösterimi olacak. Hem Ankaralılara, hem müzik sevenlere şimdiden önereyim.

Filme dair sıkıntılı bulduğum 1-2 yer de var. Müziğin ön planda olduğu bir belgesel için ses biraz sorunluydu ama bunu gösterim yapılan salona da bağlamak mümkün. Birkaç yer de biraz yapay geldi ama bunu yönetmenlerle konuştuk. Aslında doğalmış ama bana öyle geçti demek ki.

 

Türkan: Bir Bilim Kadınının Öyküsü:

Türkan Saylan'ın hayatı ile ilgili, yarım saatlik, çok düz bir belgesel. Arşiv görüntüleri, fotoğraflar ve yıllar içinde çevresinde olanlarla yapılan söyleşileri, bir dış sesin anlatımı ile toparlayan bir yapım. Özel bir anma günü için yapılmış gibi duran, Türkan Saylan'ın hayatını belli başlı dönüm noktalarını göstererek anlatan bir film. Türkan Saylan kimdir, diye soran birine rahatlıkla gösterilebilir ama belgesel sinema açısından, yeni bir şey sunmuyor. Bir de neredeyse her 3-4 dakikada bir, yeni bir bölüm başlığının araya girmesi, çok fazlaydı. Bu şekilde, bir dinamizm katmaya çalışılmış belli ki ama tam tersi, filmin anlatısından seyirciyi koparmış.

 

Zamanımızın Bir Kahramanı:

Bir cenaze için Karadeniz'in bir köyünde toplanan karakterlerin geçirdiği birkaç günü anlatan bir film. Bu çıkış noktasından başlayan ne çok film gördük son zamanlarda. Fakat bu film, görsel olarak yaptığı seçimle dikkat çekiyor. Kamera film boyunca hareket etmiyor. Farklı mekanlar var, yanlış anlaşılmasın. Her bir sahne için, sabit bir yer seçilmiş, kamera orada duruyor. Bazen sahnedeki tüm karakterleri görüyoruz, bazen kadraja girip çıkıyorlar, bazen karakterleri hiç görmüyor, sadece seslerini duyuyoruz.

Ayrıca, oyuncuların çoğunun amatör olması tercih edilmiş, üstelik uzun diyaloglar içine atılmışlar.  Hatta galiba, doğaçlama yapmalarına da izin verilmiş. Ama bu durum doğallığı getirirken, bazen de diyaloglarda tekrarlara yol açmış.

Fikri sevdim esasen ama 120 dakikalık bir filmi doldurabilecek bir fikir değil ve uzadıkça, seyirciyi de giderek daha fazla zorluyor. Antalya'da izlediğim filmler içinde, seyircinin en fazla salondan çıktığı film oldu. Bu durum, filmin kötü olduğunu göstermez elbette, o ayrı. Ama bence de, ortadaki hikaye ve fikir, bir orta metrajı, hadi bilemedin 60-70 dakikalık bir filmi doldurabilirmiş. Fazlası, fazla olmuş. Yine de yılın ilginç filmlerinden biri olarak, izlenmeli derim.

İki not:

-Filmin adı, Lermontov'un romanından geliyor ama romanı okumadığım için, bağlantısı hakkında bir yorumum yok.

-Film, geçen yıl Antalya'da yarışmadaydı ve sansür olayına tepkisini koymayan filmlerden biri oldu. Filmin kendisinden bağımsız, oradan bir eksi notum var.

 

Bir Gün, 365 Saat:

Eylem Kaftan'ın bu belgeseli, farklı festivallerde karşıma çıkmıştı, nihayet Antalya'da yakaladım. Babalarının cinsel tacizine uğramış üç genç kadının dava süreçlerini ve yaşadıklarını anlatan film, çok etkileyici gerçekten.

Anlattığı konu itibariyle, bazen izlemesi çok güç, lanet olsun diyerek salondan çıkmak istiyorsunuz. Özellikle, halen çocuk olan iki kardeşin ve annelerinin hikayesinin girdiği bir yer var, orada dağıldım ben. Karakterlerden birinin, o adamla bir kan bağım var, neticede biyolojik babam, acaba ona benziyor muyum, sorgulamasına girdiği yer de çok sarsıcıydı mesela.

Ama bir yandan da, bu genç kadınların, birbirlerini bularak hayata tutunma hikayeleri var ki, aslında filmin asıl hikayesi de bu ve oralarda bu genç kadınlara hayran olmaktan da kendinizi alamıyorsunuz. Tüm başlarına gelenlere rağmen, hayata küsmemişler.

Filmi sevdim ama Florent Herry'nin görüntüleri bu film için, zaman zaman fazla mı göz alıcı acaba diye düşündüğümü de eklemeliyim. Her zamanki gibi, harika bir çalışma ama İstanbul'u neredeyse bir masal şehri olarak çizmiş. Bu film için, daha gerçekçi ve sert bir İstanbul portresi, daha uygun olurdu sanki.

 

Büyük Kuşatma:

Ankara'da yarışmada yer alan Büyük Kuşatma, Antalya'da özel gösterim bölümünde idi. Film akademisyen bir kadının ölümü ile başlıyor. Geride kalan kocasının, onun gölgesinden çıkma ve kızı ile ilişkisini güçlendirme çabasını izliyoruz. Yenilikçi bir anlatım yapısı ve görselliği, farklı bir mizah anlayışı olduğuna şüphe yok. Bu açıdan ilgiye değer bir film. Fakat, o mizahın beni pek yakalayamadığını söyleyebilirim.

Ana karakterimiz Macit, belli bir kuşağa ve bakış açısına sahip. Tekil bir örnek olmayıp, yönetmenin elinde, o kuşağın bir simgesi haline döndüğünü söylemek yanlış olmayacaktır sanırım. Eleştirilerini de bu karakter üzerinden kuruyor çünkü. İşte orada biraz arada deredeyim. Eleştirilerin bazılarına katılmakla beraber, bir kısmı da haksız geldi bana. Ama netleşmek için bir kere daha izlemek de istiyorum. Ankara FF'de seansları uydurabilirsem, tekrar izleyebilirim.

Yılların oyuncusu Alp Öyken, Macit karakteri için çok iyi bir tercih bu arada. Bunca yıldır, sinemada başrolü var mıydı hatırlayamadım ama cidden çok iyi bir performans çıkarmış.

 

Song of All Ends (Tüm Sonların Şarkısı):

2020 yılında, Beyrut'taki liman patlaması sonrasında, küçük kızlarını kaybeden Filistinli bir aileyi takip eden bir belgesel. Ailenin sıradan yaşamlarını takip ederken, dipte hep duran yas duygusunu çok iyi veriyor.

Yönetmen Giovanni C. Lorusso, siyah-beyaz estetiği çok iyi kullandığı bir dünya kurmuş. Çok başarılı bir görselliği var filmin ama bendeki temel soru da, gerçekten bu görselliğe ihtiyaç var mıydı, oldu. Bu görsellik, o hüznü vermeyi başarıyor, evet ama bir yandan da bir yapaylık duygusu da verdi bana. O kadar estetik kareler bulunup, perdeye yansıtılmış ki, aile üyelerine ne yapacakları, nerede durmaları gerektiği söylenmiş gibiydi. Hiçbir belgeselin, tümüyle doğal olamayacağını kabul ediyorum. Ama ele aldığı konu nedeniyle, daha gösterişsiz bir tarzın, bu filme daha uygun olacağını düşünüyorum.

 

Grey Bees (Boz Arılar):

Ukrayna sineması, içinde bulundukları duruma rağmen, ilgi çekici filmler üretmeye devam ediyor. Boz Arılar, savaş bölgesinde, Donbass'da, artık terk edilmiş hale gelen bir köyde yaşamaya devam eden, iki komşuyu anlatıyor. Yönetmen, bu iki karakterin günlük yaşamlarını gösterirken, yalnızlığın, savaşın ve ölümün de onların günlük yaşamlarının rutinine dahil olduğunu anlatıyor.

Sözünü çok yüksek tonla söylemeyip, dipten ve derinden giden filmlerden biri. O günlük rutinleri, tüm sıradanlığı ile ele alırken, normalde çok daha büyük olması gereken olayların da aynı yere sıkıştığını gösteriyor. Ama bunu yaparken, hiçbir şeyi parlatmadığı için, seyirciden de çaba ve katılım istiyor.

Açıkçası, günün beşinci filmi olarak izleyince, filmden fena halde koptuğumu itiraf etmeliyim. Görsel açıdan güçlü bir film olsa da, karakterleri yeteri kadar ilgi çekici kılamıyor. Aslında, filmin öyle bir derdi yok da diyebiliriz.

 

Skunk (Porsuk):

Koen Mortier'den yine sert bir film. Afişinde ve filmin başında da yazdığı gibi, her çocuğun anlatılacak bir hikayesi vardır diyerek, bir şiddet sarmalını anlatıyor. Fiziksel ve psikolojik şiddet altında büyüyen bir çocuğun, geldiği noktaya bakıyor.

Zaman zaman şiddeti çok fazla gözümüze soksa da esasen kötü film değil, karakterin adım adım gittiği noktayı da iyi veriyor ama bu filmi izlediğimiz zamanlarda yine üst üste kadın cinayetleri haberlerini aldığımız bir zamandı. Burada kadınlar özelinde bir durum yok ama yine vahşi cinayetler var. Açıkçası izlerken, evet her çocuğun anlatmaya değer bir hikayesi olabilir de, şu anda katillerin de psikolojisini anlayalım diyen bir filme hiç ihtiyacımız yok diye düşündüm (Spoiler verdim gibi ama çok belliydi zaten). O yüzden, belli meziyetleri olsa da, zor bir seyir deneyimi oldu benim için. Özellikle şiddet sahnelerinden rahatsız olanlara, hiç zorlamayın diyebilirim.

 

Hard Truths (Acı Gerçekler):

Mike Leigh'nin yeni filmi için, o kadar iyi değil deniyordu ama ben bayağı beğendim. Belki gösterişli sahneleri yok, yönetmen olarak da kendini geri çekmiş ama çok boyutlu bir karakter yazmış ve sahneyi oyuncularına bırakmış. Marianne Jean-Baptiste'in büyük bir başarıyla canlandırdığı Pansy karakteri, depresyonda, ara sıra öfke patlamaları yaşayan bir karakter. Leigh ve Jean-Baptiste, bu karakteri ince ince çizmişler, tüm derinliğine girerek karşımıza getirmişler.

Karakter o kadar katmanlı ki, daha fazlasına gerek yok diyorsunuz. Belli ki Leigh de öyle düşünmüş. Marianne Jean-Baptiste, ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor. İşin ilginci, kadındaki oyuncu kumaşını, bir tek Mike Leigh ortaya çıkabiliyor sanki. Secrets & Lies'da harikaydı. Buradan alır yürür dedik, hiç öyle olmadı. Ama Hard Truths'da yine harika. İyi bir yönetmen-oyuncu ilişkisi, çok şeyi değiştiriyor demek ki.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar