YENİDEN VİZYONA DÖNÜŞ
Bir süredir online ve fiziksel festivaller üst üste gelince, bu köşede vizyon filmleri hakkında yorum yapmamıştık. Her ne kadar haftanın öne çıkan filmleri Bergen ve The Batman olsa da, onları izlemeyi biraz erteleyip, vizyondaki eksiklerimi kapatmaya çalıştığım bir dönem oldu. Bu nedenle, onları ilerleyen yazılara bırakıp, vizyondaki diğer filmlere bir göz atalım.
Uncharted:
Uzun zamandır beklenen, aynı adlı meşhur video oyunundan uyarlanan Uncharted, ilk yorumlarda epey eleştirilmişti. Açıkçası o ilk yorumlarda gördüğüm kadar kötü gelmedi bana. Bu iyi olduğu anlamına da gelmiyor ama işte öyle vakit öldürmelik, gittiğinize çok da pişman olmayacağınız bir film. Egzotik yerlerde geçen bir hazine arama hikayesi olan filmde, Indiana Jones'a çok bariz bir gönderme sonrası bir de adı veriliyor ama o serinin tadı yok burada. Tom Holland'da da Mark Wahlberg'de de Harrison Ford'daki karizma olmadığı gibi, karakterleri de başlarına gelecekleri önemsediğimiz karakterler olarak kurulamamış. Antonio Banderas'dan sağlam bir kötü adam çıkacak galiba derken, o da olamıyor. Ama yan karakter olarak gözükseler de filme hareket katanlar kadın karakterler olmuş. Özellikle Tati Gabrielle'i bayağı beğendim. Sophia Ali de fena değil.
Aksiyon sekanslarının bazıları iyi, bazıları vasat. Ama finaldeki helikopterli, gemili sahneler bütünüyle iyi. Bir de IMAX salonunda bu sahnelerde görüntü formatı da büyüyünce daha etkileyici olup, film yüksek bir noktada bitiyor en azından. Sonraki filmlere de çengel atıyor. Fena hasılat yapmadığına göre, devamı gelir muhtemelen. Bu arada, post credits sahnesini fragmanda kullanan ilk filmdi galiba.
Run (Gizli Gerçek):
Yönetmen Aneesh Chaganty'nin önceki filmi Searching'i epey beğenmiştim. Run, o seviyede olmasa da yine de iyi film. Orada tüm hikâyeyi ekranlar üzerinden anlatmak gibi bir kısıtlama vardı. Burada ise, hikâye içinde karakterlerimizin biri üzerinden bir kısıtlama var. Bir yerden kaçması, hatta filmin adı üzerinden gidersek, koşması gereken karakterimizin tekerlekli sandalye kullanıyor olması, filmin üzerine kurulduğu temel fikir. Ana karakterimizin kaçması gereken kişinin annesi olması, saklanan sır vs. ise kolay tahmin edilen, klişeye kaçan durumlar. Olayların gelişiminde de çok inandırıcı olmayan noktalar var ama yönetmen, önceki filminde olduğu gibi, seyirciyi yakalayıp, hikayesini merakla takip ettirmeyi biliyor.
Sarah Paulson, sevdiğim bir oyuncu ama bazen abartıya kayabiliyor. Burada da zaman zaman fazla büyük oynamış. Filmin asıl kahramanı Kiera Allen ise, yaşadığı çıkışsızlık duygusunun içindeki kararlılığı iyi yansıtan bir oyunculuk sergiliyor. Gerçekten engelli bir oyuncuymuş. Filmin yapımcıları, sektörde engelli oyuncuların çok şans bulamadığını düşünerek, bu rolde gerçekten engelli olan bir oyuncuyu oynatmak istemişler. Güzel bir karar. Allen, bu şansı iyi değerlendirmiş. Umuyorum bu filmin sonrasında, başka film ve dizilerde de şans bulur.
Way Down (Kasa: Büyük Soygun):
Hımmm. İspanyol Merkez Bankası'nu soymaya çalışan bir ekibin hikayesi mi? Bir de Türkçe adı Kasa mı? Yani, sanki bana, aynı konuda başka bir diziyi hatırlattı gibi de, neyse onu geçelim. Film kendi başına nasıl? Eh işte. Karakterler çok ilgi çekici değil. Aslında plan da öyle çok ikna edici değil. Yine de izlerken, kapılıp gideceğiniz, bu tehlikeden nasıl kurtulacaklar acaba dediğiniz bir anlatımı da var. Bir dönemin başarılı çocuk oyuncusu Freddie Highmore da epey değişmiş bu arada. Adı yazmasa, tanımama ihtimalim vardı.
Sonuç olarak: Çok şey beklemeden izlenebilir ama fazlası da pek yok.
Smagen af sult (Bir Tutam Açlık):
Yönetmenin kim olduğunu bilmesem, fena olmayan bir ilişki filmi, çok şey beklemeden izlenebilir derdim ama yönetmenin Christoffer Boe olduğunu bilince, beklenti artıyor. Ama film, o beklentiyi karşılayamıyor. Restoranlarına Michelin yıldızı almak için çabalayan bir çiftin hikayesini flashbacklar yoluyla anlatan film, zaman zaman ilişkilere yönelik güzel tespitler yapıyor, iki başrol oyuncusundan iyi performanslar da alıyor. Özellikle Game of Thrones sonrası pek göremediğimiz Nikolaj Coster-Waldau, ailesini ihmal eden baba olarak, gayet başarılı. Filmin zaman kullanımı ve geçişleri de iyi ama 2000'lerin başında, özellikle Reconstruction ile kendisine epey ümit bağladığımız Boe için, epey hafif bir film. Filmde gördüğümüz yemekler de çok iştah açıcı bu arada. Boe'nin yemek olayına özel bir ilgisi var mı bilmiyorum ama oraları çok güzel çekmiş. Filmi izlerken, hayatımda yemediğim bazı yemekler için ağzım sulandı.
Sadece Bir Gece:
Yine bir ilişki filmi. "Demek beni bir defa aldattın ve çok da önemli değildi. O halde ben de seni bir defa aldatayım, ödeşmiş olalım. Sonra hayatımıza mutlu mesut devam edelim." fikri üzerine dönüp dolaşan, fazlasıyla uzatılmış bir film. 3 çift üzerinden kadın-erkek ilişkilerinin farklı formlarına bakıyor. Tüm bu ilişkileri anlatırken de fazlasıyla kalıplaşmış, klişe kadın-erkek rollerini kullanıyor. Hatta kimi zaman filmin içindeki karikatürize ilişki doktoru karakterin durumuna düşüyor. İşin kötüsü, bir ara bunu kıracakmış gibi yapıp, finalde tekrar üretiyor. İşin daha da kötüsü, aldatan erkeğin yanında duruyor bence.
Mizahi kısımların, dram kısımlarından daha iyi olduğunu söyleyebilirim. En azından 2-3 espriye, içten kahkahalar attım. Oyuncular da orta karardı. Filmdeki en iyi şey ise, finaldeki Şebnem Ferah şarkısıydı. O da filmden bağımsız olarak, iyi zaten.
Mavzer:
Epeydir merak ettiğim bir filmdi. Nihayet, az sayıda sinemada da olsa, gösterime girdi de izleyebildik. Bir adamla kurdun mücadelesi gibi başlayıp, hikâyenin o aksını hiç bırakmadan aile arasındaki bir çekişmeye dönüşen film gerçekten başarılıymış. Yönetmen ve senaryo yazarı Fatih Özcan, hem insan-doğa çatışmasını, hem de insanların kendi aralarındaki çatışmayı kurmakta, iyi bir atmosfer yaratmakta maharetli. Kurt ile ana karakter arasındaki nefret-saygı ilişkisi de başarılı kurulmuş. Hemen hemen tüm oyuncular ama özellikle düşman kardeşlerde Serhat Kılıç ve Ozan Çelik çok iyiler. Zaten Ozan Çelik'in, oyuncu olarak bir patlama yapması gerekiyor da o büyük övgüleri ne zaman alacak bakalım?
Finalde gittiği yer az-çok belliydi. Bir itirazım da yok, hikâye için uygun bir final ama daha etkileyici çekilebilse, uzun süre unutulmayacak bir finale dönüşebilirdi diye düşündüm. Bir de bazı karakterlerin hikayesi biraz havada kaldı sanki. Küçük kardeşin karısının durumu mesela.
İlk haftasında sadece 1.586 kişi izlemiş. İkinci haftasında, tüm Türkiye’deki salon sayısı ikiye düştüğüne göre, hemen hemen bu sayıda kalacağını varsayabiliriz. Farklı bir dağıtım stratejisi ile vizyona girse, daha çok izlenebilirdi. Ankara özelinde iki sinemada gösterime girmişti ve bu iki sinema da merkeze uzak ve bu filmin seyirci kitlesine de çok hitap etmeyen sinemalardı. Başka Sinema ya da CGV Arthouse salonlarında olsa, daha çok seyirciye ulaşabilirdi.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN