SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

YENİ YILIN İLK FİLMLERİ

09 Ocak 2022 Pazar 16:34
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

2022’nin ilk haftasını devirdik bile. Sinemalarda Örümcek Adam ve Matrix bereketi devam ederken, iddialı yerli filmlerden Kesişme - İyi ki Varsın Eren de 1 Ocak’ta vizyona girdi. Filmin iyiliği kötülüğü bir yana, uzun yıllardır yerli filmler tarafından domine edilen sektörün bu anlamda da normalleşebilmesi için önemli bir adım. Her ne kadar, Mustafa Uslu’nun yapımcılığını üstlendiği, pandemi öncesi filmlerle karşılaştırılabilecek bir seyirci çekmese de pandemi döneminin ilk hafta sonu yerli film seyirci rekorunu da kırdı. Bu filmi şimdilik bir kenara bırakıp, yılın ilk haftasında izlediğim filmlere bir göz atalım.

The Last Job (Son Görev):
Yeni yılın ilk gününde izlediğim film bu oldu. IMDB puanının 3.6 olduğunu görünce kendimi bir faciaya hazırlamıştım ama o kadar da kötü değil. Vasat bir film ama neden bu filmi izledim dediğim bir yapım da olmadı. Hatta hikayesi itibariyle, bir Scorsese filmi potansiyeli bile var. O potansiyelin çeyreği ancak çıkabilmiş, o ayrı. Ama Richard Dreyfuss'un oynadığı baş karakterimiz, Irishman'de yer alabilecek bir karakter. Gençliğinde mafyanın tetikçiliğini yapmış, politikacıların pisliklerini temizlemiş, iki kızını çok küçük yaşta terk edip gitmiş bir adam. Yaşlanıp hastalanınca, üstelik karısı da alzheimer olunca, ister istemez geçmişle bir hesaplaşmaya girişiyor. Üstüne, bir de evi sıradan soyguncular tarafından soyulunca, artık bunu kendine yediremiyor ama bu sefer de geçmişin günahları karşısına çıkıyor. Görüldüğü gibi hikâye kâğıt üzerinde fena değil aslında ama senaryo epey zayıf. Hikâyenin bağlanışı, diyaloglar vs. kötü. Yönetmenlik açısından da çok bir ışık yok. Bir tek finale doğru, politikacının toplantısındaki sekansı beğendim. Filmin genelinin üstündeydi.
Richard Dreyfuss ve Mira Sorvino da filmin genel düzeyinin çok üzerinde değiller ama uzun zamandır sinemada görmediğimiz bu tarz isimlerle tekrar buluşmak hoşuma gidiyor. Bunlara Pruitt Taylor Vince'i de ekleyebiliriz. Çok az izlenip, sinemalardan bir hafta içinde kayboldu ama beklentiyi yüksek tutmamak kaydıyla, dijital platformlarda karşınıza çıkarsa, bir şans verilebilir.

The Electrical Life of Louis Wain (Louis Wain'in Renkli Dünyası):
Yılın ilk güzel sürprizi. İzlerken, ödül sezonunda adı anılabilecek bir filmmiş aslında ama çok arka planda kalmış diye düşündüm. Bir yanıyla tipik bir sanatçı biyografisi ama bazı dokunuşlar filmi özel kılmış. Özellikle kimi zaman bizi Louis Wain'in tabloları içinde hissettiren görüntü yönetimi çok iyi. Dar bir kadraj kullanmak da bu tablo algısını güçlendirmiş. Benedict Cumberbatch her zamanki gibi çok başarılı. Yine rolün içinde kaybolmuş. Karakterin psikolojik sorunlarını iyi yansıtmış. Sanırım bu tarz biyografi filmlerinin ve performansların cazibesi azaldı. A Beautiful Mind zamanlarında olsak, bu filmle Oscar potasında olabilirdi. Onun dışındaki oyuncular da gayet iyi. Bazı hoş sürprizler de var. Gerçi o sürprizleri fragmanı izlediyseniz biliyorsunuz. 1-2 dakika gözüken bazı isimleri fragmanda açık etmeselerdi daha güzel olurmuş.
Filmin sıkıntılı bulduğum tarafı, nereye odaklanacağına tam karar verememesi oldu. Louis Wain'in hayatı da öyleymiş belli ki ama ressamlığı, elektriğe takıntısı, karısına olan tutkusu, kız kardeşleri, hem karısının hem kız kardeşlerinden birinin hastalığı, patronu ile arkadaşlığı vs. vs. derken, çoğu konu yüzeysel kalıyor. Filmin süresi de 2 saate yakın üstelik. Belki bazı alt temalar azaltılabilirdi.

Seance (Seans):
Bir kızlar okulunda gerçekleşen gizemli bir ölüm sonrasında, okula yeni gelen kız ve çevresinde gelişen olayları anlatan film, konusu ve kızın okula gelişi ile, ister istemez Suspiria'yı akla getiriyor. Başlarda kurduğu atmosferi de fena bulmadım doğrusu. Gerçekten doğaüstü bir şeyler var mı, yoksa işin arkasında başka bir şeyler mi var şüphesi de belli bir yere kadar işliyor. Fakat film ilerledikçe, giderek daha sıradan hale gelmeye başladı. Bunu kapamak için de şiddet dozunu arttırdı. Finale doğru da her şeyi fazlasıyla açıklayan bir moda büründü. İlk sürprizimiz az geldiyse, finalde bir tane daha patlatalım hamlesi de ilk sürprizin zayıflığını fark ettikleri içindi sanki. Gerçi ikincisinin de ipuçlarını vermişlerdi zaten. Netice olarak, sıradanlığı çok da aşamayan bir film olarak, aldık, bir kenara koyduk.

Sword Art Online The Movie - Progressive:
Sword Art Online serisi, romanıyla, animesiyle, oyunlarıyla dev bir seri. Ben hiç bilmiyordum açıkçası ama izlediğim filmden epey keyif aldım. Anladığım kadarıyla film, bir prequel yani seride yaşananların nasıl başladığını anlatan bir hikâye olarak işliyor. O yüzden karakterleri önceden tanımamak, çok fazla bir eksiklik yaratmadı. Son dönem ülkemizde vizyon şansı bulan anime filmleri arasında, Demon Slayer'dan sonra en iyisi bence. Tipik ama gerçekten başarılı anime aksiyon sahneleri dışında, gayet sağlam ve etkileyici bir hikâye de kurulmuş. Gerçek ve sanal dünya arasındaki ilişkiyi, sanal dünyada kısılıp kalma hissini iyi veriyor. O kısılıp kalma, bayağı fiziksel bir durum burada ama yine de isteğe bağlı olabileceğini de hissediyorsunuz.
Filmde ilgimi çeken bir diğer konu da çok belirgin olduğunu düşündüğüm LGBTİ referansları oldu. Büyük seride nereye doğru gidiyor bilmiyorum ama burada iki ana karakterimiz Asuna ve Kito'nun arasındaki ilişki bariz şekilde, bir aşkın ilk adımları gibi duruyordu. Hatta bu iki kız arkadaştan birinin, oyun içindeki avatarının erkek olmasından daha farklı yorumlar çıkarmak da mümkün ama o biraz zorlama bir yorum olabilir belki. Neticede başarılı ve izlemeye değer bir anime.

Delo (House Arrest / Ev Hapsi):
Başka Sinema geçen hafta içinde, vizyon şansı bulamamış ama Türkiye hakları alınmış birkaç filmden oluşan, küçük bir toplu gösteri yaptı. Bu filmler içinde, daha önce izlemediğim tek film, Ev Hapsi idi.  Filmde, belediye başkanını eleştirince, işlemediği bir suçtan ötürü hakkında ev hapsi kararı verilen bir akademisyenin hikayesini izledik. Film bu süreci, baş karakteri ile birlikte evden dışarı çıkmadan izliyor. Aslında film, Rusya'nın mevcut durumuna yönelik bir eleştiri. Filmi sürekli olarak, her şey ne kadar da Türkiye’ye benziyor diyerek izledim. Kendi yaptıklarını başkası üzerine yansıtan iktidar, aslında herkesin her şeyin farkında olması ama kimsenin ses çıkarmaması, kurulan korku atmosferi vs. vs. Hatta, senaryoda isimleri ve 1-2 detayı değiştirsek, filmin tümüyle Türkiye'de geçen bir versiyonunu yapmak mümkün diye de düşündüm.
Filmin anlattıklarına karşı çıkmak mümkün değil ama bir yandan da mesajının altını sürekli olarak kalın kalın çizen filmlerden. Daha incelikli olmasını tercih ederdim açıkçası. Üstelik elde tek mekânda sıkışıp kalan bir karakter var ki, hem karakterin psikolojisi, hem de mekan kullanımı daha ilgi çekici hale gelebilirdi. Aynı coğrafyadan geldiği için, son haftalarda yıl sonu listelerinde sıkça karşıma çıkan Petrov Grip Oldu filmi aklıma geldi. O filmin kaotik yapısı çok yorucu gelmişti bana. İki kez izlediğim halde çok sevememiştim ama bu filmle arasında tercih yapmam gerekse, Petrov daha iyi film derim.

Ankara’dan Etkinlikler:
Birkaç haftadır, Ankara’da vizyon dışı bir etkinliğe rastlayamadığımız için bu bölüme ara vermiştik. Fransız Kültür’ün Cumartesi gösterimleri ile geri dönüyoruz. 15 Ocak 2021’de, Fransız Kültür’de Tout simplement noir filminin gösterimi yapılacak.

Haftaya görüşmek üzere.
 

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar