SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

YAKLAŞAN FESTİVALLER, ARTAN BİLET FİYATLARI VE VİZYONDAN SEÇMELER

03 Ekim 2021 Pazar 11:07
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz haftanın sinema gündemi, Filmekimi programının açıklanması idi. Ancak programdaki filmlerden çok, bilet fiyatları gündem konusu oldu. Geçtiğimiz yıllarda da bu konu konuşulurdu ama bu yıl, alım gücümüzün giderek düşmesi ve bilet fiyatlarının normalden çok artması ile neredeyse tek gündem oldu. Bilet fiyatlarının artmasında elbette pandemi nedeniyle, salon kapasitelerinin %50’sinin kullanılabilmesinin de etkisi vardır. Ama bu durumun sorumlusu seyirci olmadığı gibi, boş kalan koltukların maliyetini karşılayacak kişi de seyirci olmamalı. Geçtiğimiz yıllardaki gündüz seanslarının daha ulaşılabilir bilet fiyatlarını düşününce, olumsuz koşullara rağmen, festivalin en azından öğrenciler için daha farklı kampanyalar yapması gerektiğini düşünüyorum. Geçmişte günde 4-5 film izleyen sinemaseverlerin, bu fiyatlarla aynı şeyi gerçekleştirmesi çok zor gibi gözüküyor. Ancak Filmekimi’nin salonları büyük oranda dolduran festivallerinden biri olduğunu da unutmayalım. Bu yazı yazıldığı sıralarda henüz biletler genel satışa sunulmamıştı ama tüm eleştirilere rağmen, yine de pek çok filmin biletlerinin hızla tükeneceğini de tahmin ediyorum. Yine de uzun vadede festivallerin de seyirci sayıları düşer mi, göreceğiz.

Önümüzdeki haftanın sinema gündemi ise, Antalya Altın Portakal Film Festivali olacak gibi duruyor. Biz de bu sene tıpkı Adana Altın Koza gibi Antalya’yı da uzaktan takip etmekle yetinecek gibi duruyoruz. Festivali takip edebilen sinema yazarlarının görüşleri ile önümüzdeki yılın öne çıkabilecek yerli filmleri hakkında ilk fikirlerimiz oluşacak.

Gelelim vizyona. Halen, haftada 9-10 filmi gösterime sokan dağıtımcılarımız ve sinema salonlarımız, bu filmlerin büyük çoğunluğunun çok düşük seyirci potansiyeli olmasına rağmen, bu uygulamaya devam etmekteler. Bu hafta pandemi döneminde ilk ertelenen filmlerden biri olan, yeni Bond filmi No Time to Die’ın gösterime girmiş olması, seyirci sayısında bir artışa yol açacaktır ama yine de uzun vadeli çözümler için ne yapılması gerektiği, tekrar masaya yatırılmalı.

Bu ortamda, son dönemde vizyonda izlediğim bazı filmlere dönelim o halde:

Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings (Shang-Chi ve On Halka Efsanesi):

Marvel çizgi roman uyarlamalarının bu yeni halkasını yeni izleyebildim. Tanıdığımız ve sevdiğimiz Marvel kahramanlarının neredeyse hiçbirine yer vermeyen, tamamen yeni karakterler üzerinden ilerleyen bu filmin ne kadar ilgi çekeceği merak konusu idi. Ancak tüm dünyada pandemi döneminde en çok seyirci toplayan filmlerden biri olmakta zorlanmadı. Giderek birbirine benzeyen süper kahraman filmlerine, Asya aşısı iyi gelmiş. Babası ile çatışan bir kahraman hikayesi çok yeni olmasa da aksiyon sahneleri güzeldi. Yıllar önce, Avengers'a giden yolda, birkaç süper kahramanın bir araya gelmesi çok heyecan veriyordu ama tekil, kişisel hikayeleri de özlemişiz. Hatta burada, kişisel hikâyenin sonuna, hadi biz de dünyayı kurtarıyoruz eklenmese daha çok sevecektim galiba. Her süper kahramanın dünyayı kurtarması gerekmiyor. Biz zamanında Örümcek Adam’ı, mahallemizin süper kahramanı olduğu için sevmiştik örneğin.

Otobüs ve gökdelen sahnelerindeki, Jackie Chan’in filmlerini akla getiren, dövüş koreografileri çok iyiyken, finaldeki çok görkemli diye düşünülerek çekilen sahneler de o kadar etkilemedi açıkçası beni. Artık kimse için sürpriz değil herhalde ama çoook eski MCU karakterlerinden birini tekrar görmek de sevindirici oldu.

Filmin en karizmatik ismi, Tony Leung idi. O karizma ile filmdeki herkesi ezip geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Kötü karakter olduğu için akıbeti az-çok belliydi ama filmin kazananı o olsa, hiç itiraz etmezdim. Karaktere Disney+ dizisi falan çekseler bari. Awkwafina da bulunduğu her sahnede rol çalıyordu. İlginç şekilde, Simu Liu başrol olmasına karşın ışıltısız bir karakter çizdi. Ama ilerdeki Marvel filmlerinde daha oturmuş bir karakterde görebiliriz kendisini.

Darlin':

Vizyondaki her filmi izlemeye çalışınca, ender de olsa böyle sürprizler çıkabiliyor. Gerçi IMDB puanı 4.9 olduğuna göre çoğunlukta değilim ama olsun. Ben sevdim. Çok kötü Türkçe dublajına rağmen sevdim hatta (Ankara'da altyazılı kopya yoktu). Film, yabanıl şekilde büyümüş genç bir kadının, hastaneye sığındıktan sonra medeniyete kazandırılma çabasını anlatıyor. Fakat bu iş doktorlara değil kiliseye kalıyor ki, yönetmen her fırsatta kiliseye çok ağır eleştiriler getirmekten geri durmamış. Gerçi filmdeki doktorlar da sağlam ayakkabı değil. Aslında genel olarak film içinde sistemle uyumlu olan neredeyse herkes, kötü ya da pasif olarak çizilmiş. Yanında durduğumuz karakterlerin hemen hepsi sistemin dışladığı, uyumsuz karakterler. Sistemle uyumlu iyi tek karakter hastabakıcı gibi gözüküyor ama sistem onu da gay olduğu için görmezden gelmiş. Bu anlamda filmin durduğu yeri sevdim. Evet, abartı ve camp sahneler var, bütçenin düşük olduğu da hissediliyor ama bunlar da filme ayrı bir çekicilik katmış. Yine de ana akım korku filmi sevenlere değil ama B sınıfına yakın olanlara önerebilirim.

Bu arada, hiç öyle tanıtılmadı ama bu film, Offspring ile başlayıp The Woman ile devam eden serinin üçüncü halkası. Ben ikisini de izlememiştim ama The Woman'ı sevenler olduğunu hatırlıyorum.

Escape Room: Tournament of Champions (Ölümcül Labirent: Şampiyonlar Turnuvası):

Pek çok film, 1-2 hafta vizyonda kalıp, ortadan kaybolurken, nispeten uzun süre, çok salonda gösterimde kalabilen filmlerden biri. Demek ki, seyircinin belli ölçüde ilgi gösterdiği filmlerden olmuş. Tıpkı ilk film gibi, burada birbirini tanımayan bir grup insanın, kendileri için özel olarak tasarlanmış bilmeceler içeren odalardan kaçma çabalarını izliyoruz. İlk filmin hayatta kalan karakteri de bu grubun içinde. Bu senaryo ne kadar mantıklı diye düşünmeye başladığınızda, elinizden kaçıracağınız bir film ama tıpkı ilk film gibi, hızlı temposu ile bu soruyu sormanıza fırsat bırakmıyor. Karakterlere de kaçmakta oldukları odalar arasında nefes alacak fırsat vermediği için, onları da ancak çok temel özellikleri ile tanıyoruz. Zaten filmin derdi de güçlü bir senaryo ve karakterler değil, iyi tasarlanmış kaçış odalarının yarattığı heyecan. İlk filmdeki odalar biraz daha başarılıydı sanki. Burada, iş komplike hale geldikçe kahramanlarımızın büyük bir hızla çözüme ulaşmalarını kabullenmek de biraz zor oluyor. Yine de ilk filmi sevenler, bunu da sever diye düşünüyorum. Türü sevmeyenler, hiç yaklaşmasın.

Kimetsu Orchestra Concert (Kimetsu Orkestrası Konseri):

Sinemalarda görmeye alışık olmadığımız türde bir film. İki saat boyunca, Demon Slayer anime serisinin müziklerinden oluşan bir konser izliyoruz. Ön planda, orkestranın performansını izlerken, arkada da animeden sahneler dönüyor. Elbette karşımızdakini bir filmden çok, canlı kaydı yapılmış bir konser olarak değerlendirmek lazım. Müziğin kalitesi üzerine, o işin uzmanları gibi yorum yapamam ama ben dinlediğim ve izlediğim performanstan çok keyif aldım. Konser bir yandan da Demon Slayer anime serisinin ufak bir özeti işlevini de görüyor ve bizi Mugen Treni filminin hemen öncesine kadar götürüyor. Seriyi izlemeyen biri olarak, o açıdan da faydalı oldu.

Filmi CGV getirmiş. Risk aldıklarını söyleyebiliriz. Konser filmlerinin seyirci potansiyeli kısıtlı, anime filmlerin seyirci potansiyeli de kısıtlı, bir de anime serisinin müziklerinin konseri dediğiniz zaman, iyice kısıtlı. Toplamda 1.282 seyirci ile vizyon yolcuğunu tamamlamış. Ben bu şekilde izlemekten memnunum ama belki de k-pop gruplarının belgeselleri ya da bazı konser filmleri gibi, özel birkaç gösterim olması daha doğru olurdu.

Azubel:

Artık her hafta birer ikişer karşımıza çıkan, isimlerini ve konularını birbirine karıştırdığımız cin filmlerinden bir diğeri. İyi bir film demem mümkün değil ama bu fikirden iyi film çıkarmış demekten kendimi alamadığım için haftanın seçkisi içine aldım. Filmin çıkış noktası, bir eve kapatılmış bir grup insanın, çıkmak için 7 ölümcül günahı işlemek zorunda olması. Bildik cin filmi hikayesi değil yani. Final de fena bir yere bağlanmıyor fakat filmin teknik tüm unsurları ve oyunculuklar o kadar alt seviyede ki, o sona gelene kadar sinema salonunda kalabilmek çok zor. Asla çekilmeyecek olan bir remake, iyi olabilirmiş.

 

Ankara’dan Etkinlikler:

Cermodern açık hava sineması programı: 4 Ekim Pazartesi: Cesaretin Var mı Aşka? (Jeux d'enfants) 5 Ekim Salı: La Dolce Vita 8 Ekim Cuma: Kaldırım Serçesi (La Vie en Rose)

Fransız Kültür Merkezi: 9 Ekim Cumartesi: Petit Pays

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar