VİZYONUN GÖZDELERİ
Geçtiğimiz haftalarda, üst üste seyircilerin farklı nedenlerle ilgisini çekecek filmlerin gösterime girmesiyle birlikte, sinemalarımızda pandemi döneminin seyirci rekorlarının kırıldığını gördük. Bunun, seyircinin merak ettikleri filmler gösterime girdiğinde, salonların yolunu tutacağının göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Pandemi döneminin başındaki tedirginlik azalmış ama seyirciler daha fazla seçici olmaya başlamış gibi duruyor. Dağıtımcıların ve sinema salonlarının bu tip filmleri yakalayıp, bunların vizyon süresini uzun tutmaları gerekiyor.
Bu dönemde, festivaller nedeniyle vizyon filmlerine fazla değinememiştik. Bazılarının vizyon tarihi üzerinden biraz geçmiş olsa da seyircinin ilgisini çeken bu filmlere bir göz atalım.
Venom: Let There Be Carnage (Venom: Zehirli Öfke 2):
Festival sonrası vizyona, seyirci rekorları kıran Venom ile dönmüştüm ama kişisel olarak beni tatmin eden bir deneyim olmadı. İlk filmin kaldığı yerden devam eden filmde, bu kez mizah dozu iyice arttırılmış. Çizgi roman uyarlaması sitcom da yapabilir elbette ama bunun için Venom'dan daha uygun karakterler vardı. Filmin mizahı da çok başarılı değildi üstelik. Benim mizah anlayışıma hitap etmedi diyelim ama kalabalık sayılabilecek bir salonda izledim, neredeyse hiçbir espri salondan reaksiyon almadı. Zaten ilk filmi de sevenlerden değilim. Burada daha olumlu tarafa giden tek şey, kötü adamın daha karizmatik olması olabilir. Woody Harrelson, Carnage için doğru seçim olmuş ama Naomie Harris arada harcanmış. Michelle Williams içinse, en baştan beri bu seride ne işi var diyorum. Tom Hardy'nin performansı ise, ilk filmle aynı. Orada sevdiyseniz, burada da seversiniz. Final kapışması, çizgi roman uyarlamaları için tanıdık yapıda olsa da fena sayılmazdı.
Gelelim "post credits" sahnesine. Ne yazık ki izlemeden önce sosyal medyadan ne olduğunu öğrenmiştim ama eğer bilmiyorsanız şöyle diyeyim. Uzun zamandan beri bu sahneler biraz eğlencelik olmuştu. Burada gerçekten çok önemli bir bilgi veriyor bize. Film ne kadar kötüyse, post credits sahnesi o kadar iyi.
No Time To Die (Ölmek İçin Zaman Yok):
Seyircilerin ilgisini çeken filmlerden biri de, pandemi başladığında ilk ertelenen filmlerden biri olan ve nicedir raflarda bekleyen, yeni Bond filmi idi. Daniel Craig'in Bond'a vedası genellikle çok iyi eleştiriler aldı ama ben umduğum kadar beğenmedim bu filmi. Beğendiğim pek çok unsur var ama filmi düşüren şeyler de az değil. Bir defa gerçekten uzun ve gerçekten o uzunluğu hissettiriyor. O uzun uzun açıklama sahnelerinin bazılarında sıkıldığımı söyleyebilirim. Aksiyon sekansları iyiydi ama yıllar geçince, vay be şu sahne nasıl da iz bıraktı dediğimiz bir sahne var mıydı, çok emin değilim. Daniel Craig'li Bond serisinin başı sonu olan büyük bir hikâyeyi anlatıyor olması güzeldi. Eski Bond’larda olduğu gibi, aradan tek bir filmi seçip, onu izleyeyim demek pek mümkün değil. Özellikle bu film, öncekilere sıkı sıkıya bağlı. Bu nedenle tüm Bond külliyatının en etkili finallerinden birine doğru ilerledik. O final iz bırakacaktır mesela.
Ana de Armas, filmin en iyisiydi belki de. Bu kadar az gözükmesi büyük kayıp. Bu karakter, bir spin-off’u hak ediyor. Bu kadarla kalmamalı. Rami Malek'in karakteri ise çok zayıf bir kötü adamdı. Büyük finali dolduracak bir etkisi olmadı ne yazık ki. Phoebe Waller-Bridge'in senaryoya katkısı ise, olumlu olmuş. Hangi diyalogları onun yazdığı hissediliyordu.
Netice olarak Craig serisi içinde, Casino Royale ve Skyfall seviyesine çıkmadı benim için. Quantum of Solace'dan kesinlikle daha iyi. Spectre ile benzer seviyede diyebilirim.
Minari:
Güney Koreli bir ailenin 80’ler Amerika’sında tutunmaya çalışmasını anlatan bu film, Oscar zamanında epey gündem olmuştu. Normal şartlarda en geç Şubat-Mart aylarından izlemiş olurduk bu filmi. Sinemalar kapalı olunca, filmin Türkiye dağıtımcısı da sinema salonlarının açılıp, seyircinin ayağının alışmasını bekleyince, izlemek için biraz beklemiş olduk. O dönem, başka şekilde izleyenler de oldu elbette. Duyduğum yorumlardan nasıl bir film olduğunu tahmin etmiştim, yanılmamışım. Karakterleri ile hemen yakınlık kurulabilecek, seyirciyi anında yakalayan, sıcak, duygusal, biraz da komik bir aile filmi. Klişe bir tabirle, seyirci dostu bir film. Ama fazlası var mı? Çok da yok açıkçası.
Ama dediğim gibi, film seyirciyi yakalamak üzerine kurulmuş. Bunu da gayet iyi başarıyor. Filmin başından itibaren ailenin yanında yer alıyorsunuz ve onların ekonomik sıkıntıları aşmaları için, adeta onlarla birlikte çaba sarf ediyorsunuz. Bazen çok onaylamadığınız hareketler yapsalar da tüm aile üyeleri de iyi insanlar. Hatta galiba filmde kötü diyebileceğimiz bir karakter yoktu. Bu anlamda filmin epeyce güvenli sularda yüzdüğünü söyleyebiliriz. Yine de en azından duygu sömürüsüne çok alan açacak dediğim yerlerde, buna yapmadı. O açıdan takdir ettim.
İzlerseniz keyif alırsınız diyebileceğim bir film ama yılın (ya da geçen yılın) en iyilerinden biri mi? Bence değil.
Annette:
Leos Carax'ın yıllar sonra sinemaya döndüğü bu müzikal, Amerika’da Amazon’da gösterime girmişti. Geçen aylarda, ben de Vpn'le Amazon'dan izlemeye başlamıştım. Girişten sonra, bu filmi sinemada izlemeliyim diyerek bırakmıştım. İyi ki de öyle yapmışım. Bayıldım. Ara verildiğinde, bu kadar erken ara olmaz, bir sorun mu oldu acaba dedim, 1 saati geçmişiz meğer. Leos Carax'ın filmlerini zaten severim ama Juliette Binoche'lu filmlerinden beri ilk defa beni bu kadar içine alan bir film yapmış. İlk dakikalarından itibaren yakaladı ve bırakmadı. Çok da rahat anlaşılan, basit bir hikâyeyi sürprizli bir anlatı şekline dönüştürüyor. Müzikal zayıf karnım, o yüzden sevmiş olabilirim diye de düşündüm ama her müzikal sevenin de mutlu ayrılmayacağı bir film olabilir. Yine de ben, ilk defa duyduğum şarkılara içimden eşlik edip, tempo tutarken buldum kendimi. Opera sahneleri hariç, her oyuncu kendi şarkılarını seslendiriyor. Hepsi de iyi ama film büyük ölçüde Adam Driver üzerine kurulmuş ve o da rolüne o kadar iyi oturmuş ki. Driver'a filmografisinin ilk yıllarında ısınamayanlardan biriyim ama giderek yeteneğine ikna oldum. Bu filmde oyunculuk dersi niteliğinde bulduğum performansları oldu. Gerçi çok büyük büyük oynamış ama film bunu gerektiriyor zaten ve bahsettiğim sahnelerden biri de tiyatro sahnesi, yani doğası gereği büyük oynanması gereken bir bölüm.
Dönüp dönüp defalarca izleyeceğim bir film olacağını hissediyorum. İlk izleyişimin sinema perdesinde olmasından gayet memnun olduğum notunu tekrar düşeyim. Herkesin aynı fikirde olmadığının farkındayım tabii.
The Last Duel (Son Düello):
Ridley Scott bu sefer iyi bir film çekecek beklentim tam bitmişken işte bu olmuş dedirten bir filmle karşımıza çıktı. Yüzyıllar öncesinden bir hikâyeyi anlatırken aslında tam da günümüz meselelerine girmiş ve bunu etkileyici bir şekilde anlatmış. Bir düello ve arkasından savaş sahnesi ile başlaması ile bir Gladyatör beklentisi yaratabilir ama öyle değil. Daha çok erkekler arasındaki güç savaşı ve daha önemlisi kadının yeri ve kadına bakış konularına giriyor. Filme geç dahil olmasına rağmen afişte Jodie Comer'ın merkezde olması tesadüf değil. Tüm anlatı onun üzerine kurulu. Çok da iyi oynamış.
Film üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde olaylar jet hızıyla akıyor diye düşündüm, ikinci bölümse boşlukları doldurdu. Yine de karakterler arasındaki ilişkileri daha kapsamlı verebilmek adına, 2.5 saatlik olan bu film, daha da uzun olabilirdi diyorum. Ridley Scott, yönetmen kurgularını sever. 1-2 seneye ev sinemasına, bir saat daha uzun bir versiyonu gelirse, hiç şaşırmam.
Filmin üçüncü bölümü ise asıl derdini anlattığı bölüm. Bu bölümde her geçen dakikada, her olayla birlikte film yükseliyor ve sağlam bir finale doğru yürüyor. Bir dönem filmi, bir aksiyon filmi ama seyirciyi de kendi bakış açısı üzerinden sorgulamaya iten bir film.
Jodie Comer'ın çok iyi olduğunu söylemiştim. Adam Driver ve Matt Damon da fena değiller ama Ben Affleck oyuncu olarak yine sırıtıyor. Ama yıllar sonra, senaryo yazarı olarak bir araya gelen Damon-Affleck ikilisi, çok iyi iş çıkarmış. Nicole Holofcener'ı da unutmuyoruz elbette.
Eski toprak yönetmenlerin hala formda olduklarını görmek güzel. Yine de içimden bir ses, House of Gucci’den pek de ümitli olma diyor. O da iyi çıkarsa, 2021 Ridley Scott açısından çok verimli olacak.
Halloween Kills (Cadılar Bayramı Öldürür):
Pandemi döneminde film sayısı olarak en çok vizyona giren tür, korku galiba. Her hafta gösterime giren filmlerin yarısına yakını korku türünde oluyor. Şimdi de hiç bitmeyen Halloween serisinin yeni filmi karşımızda. Aslında bir önceki film, seri için gayet makul bir sondu ama elbette Michael Myers ölmeyecekti. Kurtuluş şekline ikna olmadım ama filmin ilk Halloween'den (1978'den yani) sağ kalanlara odaklaması, iyi bir çıkış noktası. Beğendiğim sahneler de oldu ama özellikle filmdeki işlevleri sadece ölmek olan kimi karakterlerin yaptığı inanılmaz saçma hareketler, giderek filmi düşürdü. Tamam, korku filmlerinde karakterlerin salakça hareketler yapmasına alışkınız da, bu kadar da değil. Yine de toplumsal histeri ve kelimenin gerçek anlamı ile linç kültürünü ele aldığı yerleri de sevdiğimi söyleyebilirim.
Filmin esas sorunu, yeni üçlemenin ortadaki halkası olduğunu çok belli etmesi. Filmde ana hikâyeyi ilerletecek neredeyse hiçbir şey olmuyor. Ayrıca Michael Myers'ın insanüstü bir gücü olduğunu ya da saf kötülükten ibaret olduğunu biliyoruz da burada yine, neredeyse ölümsüz bir varlığa dönmüş. Halbuki finale doğru, seriyi farklı bir yola götürebilecek bir çengel de atmıştı, hiç oraya gitmiyor.
Yönetmen David Gordon Green, sonraki filmde pandemiyi de hikâyeye dahil edeceklerini söylemiş. Michael Myers, covid olup ölse, seri de böyle bitse çok eğlenceli olmaz mı?
Ankara’dan Etkinlikler:
Önümüzdeki hafta, Ankaralı sinemaseverlerin merakla beklediği 32. Ankara Film Festivali başlıyor. Bu yıl, Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda 4-12 Kasım tarihleri arasında, yine fiziksel olarak düzenlenecek olan festivalin biletleri satışa çıkmış, hatta bazı filmlere biletler çok azalmış durumda. Henüz biletlerini almamış Ankaralı sinemaseverler https://filmfestankara.org.tr/ adresinden programı inceleyebilirler. Elbette, önümüzdeki haftalarda bu satırlarda festival izlenimlerine yer vereceğiz.
Fransız Kültür Merkezi gösterimleri de devam ediyor.
6 Kasım Cumartesi: Adieu les cons
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN