SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

VİZYONDAN VE DİJİTALDEN SEÇMELER VE YILLAR SONRA YÜZÜKLERİN EFENDİSİ

16 Ocak 2022 Pazar 13:21
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sinema gündeminin sakin olduğunu bu günlerde, bir kısmı vizyondan, bir kısmı dijital platformlardan, bir kısmı da özel gösterimler olmak üzere, film maratonuna devam ettim. Bunlar arasında öne çıkanlara bir göz atalım.

Licorice Pizza:
Paul Thomas Anderson’un yeni filmini sinemada izlemeyi iple çekiyorduk. 1970’li yıllardan bir gençlik hikayesini anlattığı bu film de nihayet sinemalarımıza geldi ve film arası verildiğinde, bu kadar erken ara olmaması lazım, bir sorun mu var acaba dediğim filmlerden biri oldu. Özellikle ilk yarıda, karakterler, filmin atmosferi beni o kadar içine çekti ki, zamanın geçişini hissetmemişim. Ki, Paul Thomas Anderson genelde zamanı hissettirir aslında. Her ne kadar ilk oyunculuk deneyimleri olsa da, Anderson’un yakından tanıdığı Alana Haim ve Cooper Hoffman'ın şahane oynadıkları Alana ve Gary karakterlerine, o dönemi yaşamasam bile çok yakın hissettim. Sinema yazarı arkadaşımız Serkan Çellik, hazırlamış olduğu dosya için bugün içinde yaşamak istediğim filmi sorsa, cevabım bu olabilirdi.
İkinci yarıda, gerçek ya da gerçek kişiliklerden yola çıkarak yazılmış karakterlerin ağırlığını koyduğu sahneler çoğaldıkça, filmden biraz koptuğumu itiraf etmeliyim. Sean Penn, Tom Waits ve Bradley Cooper gayet iyiydi, ama ana karakterlerden çok rol çaldılar. Üstelik, fragmandan anladığımız kadarıyla, Bradley Cooper'ın görmediğimiz ek sahneleri varmış. Fakat bu yan karakterler, Boogie Nights gibi bir filmin ana karakterleri olsa, çok keyifli olabilirmiş. Anderson, onlardan spinoff film çıkarsa severek izleyebiliriz.
Evet, belki Paul Thomas Anderson’ın o epik filmlerinden biri değil ama bazı yorumlarda gördüğüm gibi "küçük" bir film de değil bu. Phantom Thread, ana karakteriyle de uyumlu olarak, çok keskin ve ben buradayım diyen, harika bir yönetmenlik gösterisiydi. Burada, yine ana karakteri ile uyumlu bir yönetmenlik stili var. Daha savruk ama amacını bilen, arada yönünü değiştiren, en önemlisi seyircinin gözüne sokmadan çok başarılı mizansenler kurabilen bir yönetmenlik. Ve evet, yine harika bir yönetmenlik gösterisi.
Filmin müzikleri de çok iyi. O dönemin popüler şarkılarını çok yerinde kullanmışlar. Filmin finalinde Jonny Greenwood ismini görene kadar, müziklerde onun imzası olduğunu unutmuştum. Ama sanırım Greenwood’un imzası olan, çok az orijinal müzik var filmde.

 

The King's Man - Başlangıç:
Matthew Vaughn’un Kingsman örgütünün, Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçen, kuruluş hikayesini anlatıyor. Filmi izlemeden önce katıldığım bir programda, ilk 2 filmi seven, bunu da sever herhalde cümlesini kurmuştum. Büyük hata, büyük hayal kırıklığı. İlk filme bayılıyorum, ikinciyi çok sevmemiştim ama bunun yanında başyapıtmış. Sanki kamera arkasından Matthew Vaughn'u almışlar, başkasını koymuşlar. İlk filmin hınzır mizahı ve zekasının yerinde yeller esiyor. Hatta kimi zaman Vaughn, 1917 benzeri, ciddi bir Birinci Dünya Savaşı filmi yapmak istemiş galiba diyorsunuz. Aralara serpiştirilen mizah kırıntıları da çoğunlukla işlemiyor zaten. Yine ilk filmde, artık antolojilere geçen aksiyon sekansları vardı. Burada ondan da eser yok. Belki Rasputin'le kapışma bölümü biraz öne çıkıyor ama o da, yanına koyabileceğimiz başka bir sahne olmadığı için.
Bir de alternatif tarih yaratma meselesi var. Buna temelde karşı değilim aslında. Tarantino da yapıyor örneğin. Burada da belli bir yere kadar tamamdı da Lenin'i konumlandırdığı yer, tahammül edilir gibi değil (after credits dahil).
Filmin hiç mi iyi yanı yok? Var. Oyuncu seçimi. Ralph Fiennes'dan başlamak üzere irili ufaklı tüm oyuncular rollerine çok yakışmışlar. Keşke daha iyi bir filmde oynamış olsalardı. Ve keşke, Gemma Arterton'u daha etkili kullanabilselerdi.

 

Son (Oğul):
Babasının içinde bulunduğu bir tarikatın elinde büyümüş ve orada hamile kaldıktan sonra kaçabilmiş genç bir kadının, yıllar sonra oğlu ile birlikte tekrar o tarikat ile kesişen yollarını ya da kadının psikolojik sorunlarını anlatan bir korku filmi. Korku türüne yeni bir şey kattığını söylemek zor. Yıllardır izlediğimiz pek çok korku filminden unsurlar bulmak mümkün. Hangi filmlere benzediğini sıralasam spoiler olur ama en temelde Rosemary's Baby'nin devamı olsa, aşağı yukarı böyle olurdu denebilir. Finalde yaptığı sürprizi de tahmin etmek çok güç değil bu arada. Gerçi ben filmin ortalarında tahmin edip, sonrasında yok ya, böyle olamaz diyerek vazgeçmiştim. En azından şüpheyi vermeyi başarmış demek ki. Türe yeni bir şey katmıyor dedik ama “jump scare” tuzağına düşmediği anlarda kurduğu atmosfer fena değil. Özellikle finale doğru, epey tedirgin edici anlar var. Sinemada tek başımaydım, o anlarda arkadan normalin dışında bir ses/ışık gelse yerimden zıplayabilirdim.

 

Nalan:
Tüm zamanların en yanlış tanıtılan filmi adayımdır. Komedi filmi olarak tanıtımı yapıldı, evet komedi unsurları var ama hikâyenin genel yapısını düşünürsek ağır bir melodram var karşımızda. Fragmanından çok iyi film olmasa da eğlenceli olabilir demiştim ama ciddi bir film olarak açılıyor zaten, son blok ise gerçekten seyirciyi ağlatma filmi. Bir bölümü, televizyonlardaki sabah kuşağı programlarının eleştirisi olacakmış gibiydi. Ama o programların aynısı olmuş. Bir tek, sorulan sorulara ters cevap verme bölümü biraz seyirciyi yakalıyor, oradaki eğlenceli yerler de genelde fragmanda var.

 

Ang hupa (The Halt):
Lav Diaz'ın Mubi'de yer alan, 283 dakikalık filmi The Halt'ı birkaç parçaya bölerek, hafta boyunca izledim. Sanırım süresinden dolayı kimseler izlememiş. Yoksa, pandemi başladığında sıkça yapılan, pandemiyi tahmin eden filmler listelerine, tepelerden girerdi. Filmin esas derdi o değil ama, pandemiden bir sene önce yapılmış olmasına rağmen, distopik bir hikâye anlatırken, büyük bir grip salgınını, aşı sertifikasını ve aşı olmayanlara getirilen kısıtlamaları bayağı net şekilde bilmiş. Filmin esas derdi ise baskıcı ve yozlaşmış iktidar eleştirisi. Açıkçası filmi parçalara bölerek izlemek çok verimli olmadı. Çok uzun olsa da esasen tek seferde izlenmesi için yapılmış bir film neticede. Ama bir festivalde karşıma çıksa, izlemeye cesaret edebilir miydim? Ondan da emin değilim. Lav Diaz'ın filmografisine çok hâkim değilim ama izlediğim diğer filmlerine göre daha seyirci dostu bir yapım. Rahat takip edilen bir hikâye akışı, politik yozlaşmışlığa karşı çok net mesajları var. Belki biraz fazla net. En başarılı tarafı, daha ilk sahnelerde dikkat çeken, siyah-beyaz sinematografisi.

 

Lord of the Ring (Yüzüklerin Efendisi) Üçlemesi:
Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi serisinin ilk filmini sinemada izleyeli 20 yıl olmuş. Zaman ne çabuk geçiyor. Bu yıldönümü şerefine, İstanbul ve Ankara’da bazı sinemalarda serinin 3 filmi uzatılmış versiyonları arka arkaya gösterildi (başka illerde de yapıldıysa, kaçırmış olabilirim). 20 yıl önce sinemada izledikten sonra, zaman zaman evde de izlemiştim elbette ama seriyi yıllar sonra tekrar sinemada izlemek, üstelik 12 saat boyunca çok az ara vererek izlemek biraz yorucu ama güzel oldu. Uzatılmış versiyonları sinemada izlememiştik zaten. Aradan geçen 20 yıl filmleri hiç eskitmemiş, taş gibi duruyorlar. Gerçekte de elf olduğundan şüphelendiğim, Cate Blanchett'in filmi açan ilk cümleleri ile tüyler diken diken oluyor zaten.
Peter Jackson, filmin tüm unsurlarını o kadar iyi kullanmış ki daha farklı olamazdı diyorsunuz. Tek tek her oyuncu da öyle. Sanki her biri, oynadıkları rol için yaratılmış gibiler. Aradan geçen 20 yıl boyunca Jackson'ın kendisi dahil, kimse bu türde daha iyisini yapamadı sanırım. Hakikaten çıtayı LOTR ile arşa taşıyıp, Hobbit'lerdeki vasatlığa düşmek çok enteresan bir olaydı.
Bu arada 3 filmden Fellowship'i, yani ilk filmi, en ince ayrıntısına kadar, neredeyse replik replik bildiğimi fark ettim. En çok izlediğim oymuş herhalde. Diğerlerinde tam hatırlamadığım yerler varmış. Bu durumda favorimin Fellowship olduğunu söyleyebilirim galiba. Ana karakterleri bir kenara bırakırsam, en sevdiğim karakter ise Eowyn ve Miranda Otto. "I am no man" sahnesinde yine onunla birlikte bağırasım geldi. Tabii ki yapmadım.
Son olarak seyirciye yönelik bir eleştiri. Tamam, 12 saat boyunca film izlemeye gelince, yanınızda erzak getirmeyi anlarım da film boyunca hışırtı sesleri hiç durmadı. Çok abartınca bir kere de uyardım. Biraz dikkat etmek lazım. Lembas getirip onu yesek, ses çıkmazdı aslında.

 

Ankara’dan Etkinlikler:
Ankara’daki vizyon dışı sinema etkinlikleri, Fransız Kültür’ün gösterimleri ile devam ediyor. Bu hafta, 22 Ocak’ta Chanson douce filminin gösterimi olacak.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar