SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

VİZYONDAN KALANLAR VE İKİ FANTASTİK DİZİ

04 Eylül 2022 Pazar 10:59
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Zaman su gibi akıp geçti, Eylül ayına geldik bile. Vizyonda hafif bir kımıldanma olsa da, iyi filmler güz festivalleri sonrası genel izleyicinin karşısına çıkacak gibi görünüyor. Bu arada, biri televizyondan, biri sinemadan gelen iki büyük serinin, Game of Thrones ve Lord of the Rings’in, her ikisi de izlediğimiz olaylardan nesiller öncesini anlatan spin-off denebilecek dizileri de karşımıza çıktı. Aslında son 2 haftanın asıl gündemi de buydu. Hem vizyon filmlerine, hem de bu iki diziye ufak bir bakış atarken, kulağımızın Venedik Film Festivali’nden gelen yorumlarda olduğunu da ekleyelim. Büyük ihtimalle, ülkemizdeki güz festivallerine, oradan da film gelecektir.

 

Nope (Hayır):
Bu film hakkında yorum yazmak için biraz üzerinde düşünmeyi, demlenmesini bekledim. İyi yaptığı şeyler kadar, zayıf kaldığı yerler, kendi içinde çelişkileri de var bence. Ama üzerine düşündükçe açılan ayrıntılarla bezenmiş bir film olduğu da açık.
Öncelikle "Jordan Peele, muhteşem bir yönetmen" kervanına katılanlardan olmadığımı söylemeliyim. Get Out'un, ortanın biraz üzerinde bir film olarak, aşırı abartıldığını düşünüyorum. Us'ı ise daha çok sevmiştim. Genelde mesajlarını çok direkt vermesini sevmiyorum. Burada o açıdan daha farklı, daha kapalı ve farklı şekillerde yorumlanabilecek bir anlatı var. Bu sefer korku filmi demek de zor. Evet, korku unsurları olan, hatta bunları çok da iyi kullandığı birkaç sahne var ama toplamda bir bilim-kurgu macera demek daha doğru sanki. Hatta Peele usulü bir Close Encounters izlediğimizi söylemek, görkemli IMAX çekimleri ve görüntü yönetmeni seçimi ile, Nolan'dan neyim eksik dediğini de düşünmek mümkün.
Peki sevelim ya da sevmeyelim, Hollywood'a damga vurmuş bu yönetmenler ile aynı klasmanda olduğunu düşünen Peele, filmde bu başarıyı yakalayabilmiş mi? Kısmen.
Gizem çözüldükten sonraki kısmı keyifle izlediğimi söyleyebilirim ama filmin bir saatlik giriş bölümünü zayıf buldum. Bunda en büyük etmenin de seyirci olarak kendimizi özdeşleştireceğimiz, başına gelenleri önemseyeceğimiz bir karakter bulmakta, oldukça zorlanmamız olduğunu düşünüyorum. Daniel Kaluuya'nun karakteri, çevresi ile olduğu kadar, seyirciyle de iletişim kuramayan, soğuk bir karakter. Bu açıdan Keke Palmer'ın karakteri çok daha seyirci dostu bir yerde duruyor. Belki de filmin ana kahramanı olarak o seçilse daha iyi olurmuş. Filmin ana karakteri, seyirci dostu olmalı mı diye sorulabilir. Elbette değişmez bir kural diyemeyiz ama ana akım bir film yapıyorsanız, olsa iyi olur.
Film pek çok farklı açıdan yorumlanabilir demiştim. Irkçılık üzerinde bir okuma yapılabilir, hayvan istismarı açısından yaklaşılabilir, bu iki durum birleştirilebilir, eğlence endüstrisi üzerine bir eleştiri olarak da bakılabilir. Bence çelişkisi de burada başlıyor zaten. Bir yandan eğlence endüstrisine eleştirisini getirirken, bir yandan da onun bir parçası oluyor. Bir yandan, gözünüzü boyayan görkemli şeylere bakmayın derken, bir yandan IMAX kameralarını anlatının da bir parçası haline getirerek, hatta markasını gözümüze sokarak, onun görkemli görüntülerinden faydalanıyor.
Velhasıl;
Filmi sevdim mi? Kısmen.
Üzerine düşünülmeyi hak eden bir film mi? Evet.
Ana akım seyircisi sever mi? Pek sanmıyorum.

 

Wrong Place (Son Çıkmaz):
Bruce Willis'in hastalığını bilmiyor olsak, bu filmle çok pis dalga geçerdim ya da çok ağır şeyler yazardım. Çünkü film, gerçekten çok kötü. Yerli ve cinli filmlerimizi saymazsak, yılın en kötü vizyon filmi olabilir maalesef. Fakat Bruce Willis'i sinema perdesinde en son göreceğimiz filmlerden biri olduğunu düşününce, insan filmi ayrı bir hüzün duygusuyla izliyor. Gerçekten de Willis'e çok basit diyaloglar ve fiziksel olarak onu zorlamayacak sahneler yazıldığı belli oluyor. Ama filmin kötülüğünü Willis'e bağlamak yanlış olur. Hatta hastalığına rağmen, filmin en kötü oyuncusu o değil. Kötü adamı canladıran Michael Sirow kardeşimiz, çok kötü oynuyor gerçekten. Gerçi, rolü de çok kötü yazılmış zaten.
Senaryo nereden tutsan elinde kalıyor. Detaylara girmeye bile değmeyecek, çok basit bir polisiye öyküsü var. Tutarlı olmayan pek çok şey var. Bir de işin içine mizah katılmaya çalışılmış ama esprileri görünce, keşke hiç olmasaymış, zaten kötüydü, daha kötü oldu diyorsunuz.
Neticede, koşulsuz Bruce Willis hayranları dışında (onlardan biriyim), kimseye öneremiyorum maalesef.

 

After Ever Happy(After: Mutluluk):
Önce kötü haber. Ben bunu artık serinin son filmi sanıyordum ama daha da devamı gelecekmiş. Tamam, özellikle genç kitleden seveni var, anladım ama 4 oldu yahu, yeter be kardeşim. Hayır, zaten her filmde aynı şeyler olup duruyor. 
Şimdi bir adet, geçmişinde sırlar olan asi-kötü çocuk-zengin gencimiz var, bir de masum ve fakir (yani, kötü çocuğa göre fakir) kızımız var. 4 filmin özeti: Bunlar tanışır, sevişir, ayrılır, sevişir, birleşir, sevişir, ayrılır, sevişir, birleşir, sevişir, ayrılır, seviş...
Bu sefer, karakterlerden biri de filmin içinde, bizim hikayemiz bundan ibaret gibi bir şey diyor en azından. Bu arada sevişme dediysek, bir teenage romansının müsaade ettiği kadar bir sevişme. Gençleri biraz heyecanlandıralım ama çok da abartmayalım tadında.
Yalnız, seride dikkatimi çeken şey, asi gencimiz Hardin'in, anlayışlı iyi çocuğa döndükçe, cinsellikten uzaklaşması oldu. Diğer filmler 16+ sınırı almışken bunun 13+ almasından da anlaşılıyor. Sanırım serinin 19. filminde(!), sıkıcı yaşlı dede haline dönecek.

 

La croisade (Kurtarıcı):
Önceki hafta, Başka Çarşamba'da izlediğimiz bu film hakkında iki kelam etmeden geçmeyeyim. Aslında Louis Garrel, yönetmen olarak da imza attığı filmde fena bir fikir bulmamış (ki senaryoda bir efsanenin, Jean-Claude Carrière'nin de parmağı var). Çevre sorunlarına duyarlı olan çocuklar, gezegenin geleceğini kurtarmak üzere proje hazırlarlar ve bunu hayata geçirmek için maddi kaynak bulmak amacı ile ailelerinin değerli eşyalarını satarlar. Tamam, güzel de film bu girişin üzerine hiçbir şey koyamıyor. Sanki geçen seneki Cannes'a yetiştirmek üzere, senaryo üzerinde fazla düşünülmeden, ilk taslağı ile çekilmiş. Mesela, çevre sorunlarına duyarlı çocuklar deyince aklınıza kim geldi? Greta Thunberg mi? Hah, Garrel'in de aklına gelmiş ve filmin ortasına, arşiv görüntüsünü yamamış.
Aslında film radikal olabilecek yerlere gidebileceği sinyalini de veriyor ama hemen çark edip, güvenli sulara dönüyor. Mesela, çocukların dünyadaki sorunların çözülmesi için nüfusun azalması gerektiğini, bunun için de orta yaşlıların bir kısmının öldürülebileceğini düşünmesi. Niye yaşlıları düşünmüyorlar derseniz, onlar zaten yakın zamanda ölecek. Onları öldürmeye çalışmak, gerekli faydayı sağlamaz diyorlar. Çocukların cinselliği konusu da şaşırtıcı noktalara gidebilecekmiş sinyali verip, hemen çark ettiği yerlerden biri.
Neticede, ilginç olabilecek çıkış noktasına karşın, yeterince geliştirilememiş, bir saatten biraz uzun süresi ile, orta metraj sayılabilecek bir film. İyi bir tarafı yok mu? Eeee, evet. Laetitia Casta, halen çok güzel.

 

The Doors:
Uzun uzun yazmayacağım ama geçen haftaki, Başka Sinema’nın gösteriminde yine bayıla bayıla izledim, ilk saniyesinden itibaren filme kapıldım ve sonuna kadar hayranlıkla izledim. Epey zaman geçti ama zamanında kaç defa izlediysem, özellikle ilk yarısını ezberlemişim resmen. Şarkılar zaten omurilikten geliyor. Filmi sinemada ilk izlediğimde lise öğrencisiymişim. The Doors gibi bir gruptan ve Jim Morrison'dan bihaberdim. Benim için Jim Morrison Val Kilmer, Val Kilmer Jim Morrison olmuştu. Bugün bakınca Val Kilmer'ın ne kadar inanılmaz oynadığı, bir kez daha görülüyor. Oscar almadığını biliyordum ama aday bile olamamış zamanında. Hatta, IMDB'ye göre, filmin en ufak bir ödülü yok. Şoklardayım. En büyük ödülü kazanmış, zamana direnmiş ama.
IMDB ve Wiki’ye biraz bakınca, bazı olayların gerçeklere uygun olmaması yönünden çok eleştiri aldığını görmek mümkün. Biyografi filmlerinde her zaman olan bir şey aslında. Ama çok ciddi sorunlar olmadıkça, yönetmenin özgürlüğü demeli. İki saatlik bir filmde, her şey gerçek olamaz zaten. Yalnız Ray Manzarek'in şu cümlesi güzelmiş: "It's not Jim Morrison. It's Oliver Stone in leather pants."
Neyse, yine uzattım. Sözün özü, hayatımın filmlerinden biri kendisi.


House of the Dragon ve The Lord of the Rings: The Rings of Power:
Gelelim dizilere. Her iki dizi de henüz giriş aşamasında olduğu için, çok detaya girmeden, beraberce bahsedelim. Şimdilik ikişer bölümlerini izledik. Ben her ikisinden de tatmin oldum. Her ikisi de sizi getirip, ait oldukları evrenin ortasına bırakıyor. Özellikle Rings of Power, görsel açıdan mükemmel bir iş. Yeni Zelanda'da çekilmesi, mekanların gerçekliği de bunda etken. Bu diziye harcanan para çok konuşulmuştu, dökülen paranın karşılığı alınmış. Hobbit'lerin atalarını tanıdığımız sahne, direkt filmleri hatırlattı. Zaten bu diziyi, sinema perdesinde izlerseniz, sırıtmaz.  House of the Dragon, bunun yanında biraz daha dijital duruyor. Her iki dizide de karakterleri ve oyuncuları da başarılı buldum. House of the Dragon, bu açıdan biraz daha önde olabilir. Paddy Considine, Matt Smith ve Rhys Ifans kadronun en deneyimlileri olarak, zaten çok iyiler. Genç Rhaenyra ve genç Alicent olarak Milly Alcock ve Emily Carey de gayet iyiler. Bakalım ilerleyen bölümlerde oyuncular değişince nasıl olacak? Rings of Power tarafında, biraz daha az bilinen oyuncular var. Orada Galadriel olarak Morfydd Clark’ı gayet iyi buldum. Cate Blanchett’in karizması yok gibi yorumlar geldi ama onun karizmasına kim yaklaşabilir ki? İki karakter arasında yüzyıllar olduğunu da unutmayalım. Elbette farklı bir yere gelmiştir. Diğer oyunculardan şimdilik parlayan olmasa da kötü değiller. Fragmanlardaki bazı endişeler yersiz çıktı bence.
Hikayeler henüz giriş aşamasında. Bazılarının nereye gideceğini az-çok tahmin ediyoruz elbette ama büyük resimde nasıl birleşecekler çok emin değilim. Oralarda batırmazlarsa, her i iki dizi için de kaynaklarına (sadece kitabı değil, filmi de saymalı) ihanet etmeyen, sağlam bir seri çıkacak gibi duruyor. Kaynaklarına ihanet etmek derken, bu açıdan LOTR hayranlarından çok büyük eleştiriler olduğunu biliyorum. Tolkien’in yazdığı kitaplara kutsal kitap gibi bakmaktalar çünkü. Elbette hikâye aksı ile ilgili, çok büyük farklar varsa eleştirilebilir ama sonuçta bu bir uyarlamadır, her edebiyat uyarlaması gibi, kaynağına bire bir sadık kalmak zorunda değildir. Siyah elf olmaz gibi, eleştiri kisvesi altındaki ırkçılıklar ise ciddiye alınacak gibi değil zaten.
Çok övülenler dahil, uzun zamandır dizi izlemiyordum. House of the Dragon ve Rings of Power dizilere geri dön dediler. Bu arada, evet, bir hafta beklemeyi seviyorum ben. Binge-watch olayının bana göre olmadığını bir kez daha anladım. Tüm sezon konmuş olsa, izlemezdim belki de.

Ankara’dan Etkinlikler:
Ankara’da vizyon dışı sinema etkinlikleri yine, Cermodern ve Mülkiyeliler Birliği’nin açık hava gösterimleri ile devam ediyor.

CerModern:
4 Eylül Pazar: Kaçış (Flee)
5 Eylül Pazartesi: Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı
6 Eylül Salı: Bağışlanma (Forgiveness)

Mülkiyeliler Birliği:
4 Eylül Pazar: Z
11 Eylül Pazar: Histoire d'un regard

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar