VİZYONDAN ÇEŞİTLEMELER
Yılın ilk festivalleri yavaş yavaş yaklaşırken bize de vizyon turumuza devam ediyoruz. Sinemalarda aşı şartı da kalkmışken, kalabalık salonlarda daha bir tedirginiz belki ama izlemeye de devam ediyoruz. Kişisel sosyal medya hesabımda yaptığım küçük bir anket sonucunda, ankete katılanların %33 gibi önemli bir kısmının, bu karardan sonra sinemaya gitme eylemini sonlandıracağı yönünde fikir belirtmesi dikkat çekici idi. Kararın gişeye olumlu ya da olumsuz etkisini bir süre sonra fark ederiz diyerek, haftanın filmlerine geçelim.
Scream (Çığlık):
Çığlık serisinde beşinci filme ne gerek var diyordum ama olmuş, bayağı da iyi olmuş. Wes Craven'ın anısına saygısızlık etmeyen, özellikle ilk iki Scream filminin tadını yakalayan bir film. İlk film korku filmleri, ikinci film devam filmleri hakkındaysa, bu da requel'lar hakkında. Requel ne mi? Remake ve sequel yani yeniden yapım ve devam filminin bir karşımı dersek az çok anlaşılıyor olmalı ama filmin belki de en keyif alarak izlediğim sahnesinde, bunu o kadar güzel açıklıyorlar ki, burada hiç o topa girmeyeyim.
Karşımızda yine, ait olduğu türün bir parodisi olup, türün tüm klişelerinin farkında olan bir film var. Ama o klişeleri dibine kadar kullanıp, o türün iyi bir örneğini çıkarmayı da başarıyor. Korku türünün son yıllarda geldiği noktanın da çok farkında. Ari Aster, Jordan Peele ya da Robert Eggers isimleri ya da onların filmlerine de doğrudan atıflar var. Hatta finalde, sizin karşınıza bir Çığlık filmi getirdik ama o filmleri daha çok seviyoruz diye yorumlanabilecek bir sahne bile var. Bir yandan İnternet'teki fan kültürü üzerine de söyleyecek sözleri var.
Kendinin farkında olmak, kendi kendisiyle dalga geçmek ve fan kültürü ile de derdi olmak. Bunlar yakın zamanda izlediğimiz başka bir filmi hatırlattı mı? Evet, Matrix Resurrections. İşte bence burada, tüm bunları iyi bir film yapmak için kullanabiliyor.
Eski kadroyu görmek zaten çok keyifli ama gençler de üzerlerine düşeni yapmışlar. Bakalım ilerleyen yıllarda onlar arasından kimler daha ünlü olabilecek? Bu arada, filmin adı neden ilk filmle aynı, sonuna niye 5 ya da ayrıt edici bir isim koymamışlar soruları, benim gibi, sizin de kafanızı kurcalıyor mu? Merak etmeyin, filmin içinde bunun da cevabı var.
Benden Ne Olur?:
Kendini bulmaya çalışan, şehirli genç bir kadının hikayesi. Sırf bu yönü ile bile ilgiye değer. Normal şartlarda saçma bir övgü nedeni ama günümüzün ortamında perdede, kadın kadına gece eğlenmeye giden, içip dağıtmaktan çekinmeyen bir arkadaş grubunu görmek güzel geldi. Epey güldüğüm kimi yerleri olsa da kimi zaman da klişelere saplanıp kalıyor. Bu klişelerin de farkında aslında, onlarla ufaktan dalga geçmeye de çalışmış ama onu pek başaramamış. Baş karakter için Hazal Kaya seçimi ve kadın arkadaş grubunun oyuncuları da gayet iyi. Erkek oyuncuları o kadar başarılı bulmadığımı söylemeliyim. Enis Arıkan’ın komedi tarzı bana çok hitap etmedi. Onur Tuna ise yakışıklığı ile durumu kurtarır bir vaziyette.
Başarılı yanlarına karşın, "Benden Ne Olur" sorusuna cevap ararken, işin "Benden Gelin Olur" kısmında ve romantik komedi tarafında çok zaman kaybedip, diğer bölümleri çok hızlı toparlıyor. Üstelik finalde, karakterin tüm film boyunca kurulan gelişimini elinin tersiyle iten, çok kötü bir karar veriyor. Sonuç olarak, eğlenceli bir film olsa da bence kaçırılmış bir fırsat. Daha iyi bir senaryo ile, bu karakterden çok daha iyi bir film çıkabilirmiş.
Bir de sadece bu filme ait olmayan daha genel bir eleştiri. Tamam filme sponsor almak, günümüzde çok uygulanan bir yöntem ama bunu seyircinin gözüne sokmak ters tepebiliyor. Pizza sahnesinde sponsoru anladık zaten. O sahneyi iyice reklama döndürmenin, sonrasında aynı pizza markasının reklamlarını billboard'larda göstermenin gereği yoktu. Ayrıca, o markadan eve gelen pizza kesinlikle filmdeki gibi değil.
The 355 (Kod 355):
Son dönemin en kötü eleştiri alan filmlerinden biri. Gerçekten kötü mü? Kötü. Gömüldüğü kadar kötü mü? Bence değil. Ama sanırım bu kadar iyi oyuncuyu toplayıp, oradan böyle bir vasatlık çıkınca, olumsuz etkisi daha fazla olmuş. Senaryosuyla, aksiyon sahneleriyle, entrikasıyla, kötü adamıyla tam olarak, televizyon kanallarında gece yarısı görebileceğiniz, başka işiniz yoksa, senaryosundaki mantıksızlıklara takılmadan izleyebileceğiniz, kafa dağıtmalık bir aksiyon filmi örneği. Bu filmlerde genellikle, "bu adamı pek çok filmde gördüm ama adı neydi acaba" dediğimiz oyuncular oynar. Oscarlı, Palmiyeli oyuncuları başrole alınca, pek olmamış.
Yönetmen Simon Kinberg, Dark Phoenix faciasından sonra bunu çektiğine göre, bu sevdadan vazgeçip, sadece yapımcı olarak mı devam etse acaba? Gerçi orada da iyi film ortalaması yüksek değil ama arada Logan falan çıkartabiliyor.
Düş Peşine:
Kaş'ta geçen eğlenceli, yazlık bir romantik komedi olarak, çok da bir beklenti olmadan izlenebilir bir film. Ama illa işin içine aksiyon koyalım, mafya karıştıralım demeseler daha iyiymiş. Üstelik o mafya hikayesini bağladıkları yer, çok kötü olmuş. Yerli sinemada türün çok kötü örneklerini görebiliyoruz. En azından onlardan değil. Yakışıklı adamlar, güzel kadınlar, iç açıcı manzaralar eşliğinde, sosyal mesajı olan bir hikâye de izleyince öyle sabun köpüğü gibi akıp gidiyor. Ama geride de bir şey bırakmıyor.
Başroldeki Fester Abdü, Youtube fenomeniymiş sanırsam. Hiç tanımıyorum kendisini. Role yakışmış aslında da Youtube takipçileri, seyirciye dönüşmemiş anladığım kadarıyla. Ankara'nın en merkezi sinemalarından birinde, tek başıma izlemiştim. Bir haftalık seyircisi de 13.846 olmuş.
Ankara’dan Etkinlikler:
Bu hafta Fransız Kültür’ün film gösterimlerde bir klasik var. 29 Ocak günü Les diaboliques filmi gösterilecek. İzlemeyenlere önermiş olalım.
Haftaya, bu yıl yine çevrimiçi olarak takip edeceğim Sundance Film Festivali yorumlarında görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN