SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

VİZYONDAKİ ŞEYTAN ÇIKARMA FİLMLERİ, YERLİ KORKULAR, ÖZGÜN BİR BİLİM-KURGU VE DİĞERLERİ

15 Ekim 2023 Pazar 12:57
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

İki hafta üst üste Adana Altın Koza’ya odaklanmıştık. Tekrar vizyon filmlerine dönelim. Epey de film birikti doğrusu. Çok uzun bir yazı olmaması için, bir kısmını da gelecek haftaya bırakalım. Bu hafta, şeytan çıkarma ritüeline farklı yerlerden bakan iki filme, özgün bir bilim-kurgu denemesine, Nicolas Cage’in arka arkaya gelen filmlerinden bir diğerine, yerli korku filmlerinin nispeten iyi bir örneğine, Ata Demirer’in Disney+ sonrası vizyonda şans arayan filmine ve baş karakterini hiç tanımadığımız, yerli bir biyografiye göz atalım.

The Exorcist: Believer (Exorcist: İnançlı):
Tek bir sorum var: Neden?
Tamam, cevabını da biliyoruz aslında. Bu tarz, klasiklere yıllar sonra geri dönen, bir de üstüne ilk filmle bağlantı kuran filmler, para kazanıyor da ondan. Ama herhalde bu aralarında en ruhsuz olanı. İlk Exorcist'ten beri, onlarca şeytan çıkarma filmi izledik. Ama zaten bu konseptin çok da fazla gidebileceği yer yok. Üç aşağı, beş yukarı aynı numaralar kullanılıyor. Daha tedirgin edici olanlarını ya da farklı alt metinler içerenlerini bulursak övüyoruz.
Eğer aynı anda iki kızın lanetlenmesine, bir yenilik demeyeceksek, burada bir yenilik yok. Ki aslında şeytan çıkarma ritüelinin sonuna doğru, film oradan bir şey çıkarmaya çalışıyor ama olmuyor. Aynı şekilde, iki kızın ailelerinin sosyal farklılıklarından, bir ailenin inançlı ve beyaz, diğerinin inançsız ve siyahi olmasından da bir hikâye kurulabilirmiş. Ki, buraya da hafifçe değinip geçmişler. Orada da bir fırsat kaçmış. Bu fırsatları kullanmayınca da, her şeyiyle tahmin edilebilir ve William Friedkin'in başyapıtını mumla aratan bir film çıkmış ortaya. Üstelik 50 yıl önceki film, dini sembolleri ters yüz etmekte, çok daha cesurmuş.
İlk filmle bağlantısına, yani Ellen Burstyn'e gelelim (bir kişi daha var ama o finalde sürpriz gibi çıkıyor. IMDB sayfasında en tepede, kabak gibi yazıyor gerçi). Burstyn'in karakterini filmden tümüyle çıkarsak, bir şey değişir mi? Yooo. Tamamen, ucuz bir pazarlama hamlesi. Burstyn de başta kabul etmemiş zaten ama sonra iki kat para teklif edilince, ben bunu Actors Studio'daki öğrencilere burs olarak dağıtırım diyerek tamam demiş. Filmin en (hatta tek) güzel tarafı da bu galiba.
Yönetmen David Gordon Green'e bir çift lafım vardı ama vefatından önce Friedkin gerekeni söylemiş zaten. Sözü ona bırakayım: "If there's a spirit world, and I can come back, I plan to possess David Gordon Green and make his life a living hell."

Godless: The Eastfield Exorcism (Godless: Şeytan Tohumu):
Keşke iyi bir film olsaydı. Oyunculuklarıyla, diyaloglarıyla, efektleriyle bizim cin filmlerinden hallice bir film gibi başlıyor. Ama farklı bir yere evriliyor ve olaya bu tarz filmlerin pek bakmadığı bir yerden bakıyor. Ve aslında böyle fantastik filmlerin, zaman zaman bu tip bir bakışa ihtiyacı var. Ama işte, filmin diğer unsurları o kadar vasat ki, ilgi çekici olabilecek kısmı gümbürtüye gidiyor.
Filmle ilgili sevdiğim kısmı spoilersız anlatamayacağım. Uyarımı yapayım.
Bu filmlerin genel kalıbı nedir? Şeytan çıkarma gerçek bir olaydır, filmin başında inançsız kişiler buna inanmaz ama ortalarda inanmaya başlarlar, finalde de iyi din adamı genelde şeytanı çıkarır. Burada ise, şeytan çıkarmanın nasıl bir safsata ve daha da önemlisi hem ruhsal, hem fiziksel olarak, çok tehlikeli bir ritüel olduğunu gösteriyor. Bu eyleme inananların, inançlarının etkisi ile olaylara mantık çerçevesinde bakma yetilerini yitirmelerini de ele alıyor.
İyi çekilmiş şeytan çıkarma filmlerini, başarılı bir fantastik sinema örneği olarak severiz ama gerçek hayatta böyle bir eyleme girişmemek, bilimden sapmamak gerektiğini söyleyen bir film olması da güzel. Ama işte başa dönüyorum, film kötü maalesef.

The Creator (Yaratıcı):
Son zamanlarda mevcut bir seriye dayanmayan, büyük bütçeli bilim-kurgu filmlerine çok fazla rastlayamıyoruz. Gareth Edwards'ı sırf bu çabasından dolayı bile övebiliriz. Gerçi filmin, pek çok popüler bilim kurgudan ödünç aldığı unsurlar var. Ama bunları kendi yarattığı dünya içinde harmanlamayı başarıyor. İnsanların karşısına yapay zekayı koymak tam da günümüzün temalarına uygun. İnsan-makine savaşları, sinemanın uzun zamandır kullandığı bir tema olsa da burada az-çok farklı bir yerden de bakıyor. Bu iki tarafı basit bir siyah-beyaz çizgisi ile ayırmıyor mesela. Aslında, yine günümüze uygun bir bakış açısıyla, birlikte yaşamak mümkün, noktasına gelmeye çalışıyor. Ki zaten, yapay zekaya yardım eden insanlar da var filmde. Aslında asıl çatışmayı, "modern" batı uygarlığı ile daha "ruhani" doğu uygarlığı arasında kurduğunu söylemek daha doğru olur. Burada da tarafını finale doğru iyice netleştiriyor zaten.
Büyük bütçeli dedik ama son dönemde bu tarz filmlerin bütçeleri o kadar dev miktarlara ulaştı ki, o grup içinde yine de alt grupta. Buna rağmen görsel efektleri son derece iyi. Pek çok Marvel-DC filminden çok daha gerçek duruyor.
Hikâye yapısı iyi olmakla birlikte, senaryonun sorunsuz olduğunu söylemek zor. Bazı diyaloglar çok klişeyken, bazı kırılma noktaları da, olayları sonraki noktaya taşımak için, biraz zorlama olmuş. Aksiyon sahnelerinin de standardı tutturduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç olarak, tam bir başarı diyemiyorum ama iyi film. Bilim-kurgu sevenleri tatmin edecektir. Edwards, devam filmi olmayacak demiş ama film sevilirse gelebilir bence. Evet, hikâye kendi içinde tamamlanıyor ama arkada çok daha büyük bir dünya olduğu da görülüyor.

Kent Mezarlığında Sızıntı:
İyi film demem mümkün değil ama gidiş yolundan, yapmaya çalıştığı şeylerden dolayı kanaat notu kullandım, 4.5 verip, onu da 5'e yuvarlayıp sınıfı geçirdim. Bir daha yapmam ama.
Yerli bir korku filmi olarak, önce adıyla ilgimi çekmiş, zombi filmi mi geliyor dedirtmişti. Değilmiş. Yine de en azından, o buna büyü yaptı, öbürüne cin musallat oldu filmlerinden biri değil. Mezarlıktan toplanan taşların yüzyıllardır saklı duran bir kötülüğü ortaya çıkarması üzerinden gidiyor. Bir de ana karakter üzerinden kurulan, geçmişin günahları hikayesi var.
Her ne kadar, bu olayın tüm dünyayı tehdit edecek bir noktaya geleceği hissini veremese de, işin büyüklüğünü göstermek için sadece bir imama değil, papaza, hahama ve hatta şaman inancını temsil ettiği söylenebilecek bir büyücüye gidilmesi de filmin artılarından.
Yapmak isteyip yapamadığı şeylerden biri de kent dokusunu kullanmak. Issız köylerde ya da kentte geçse de sadece bir evde sıkışan filmlerdense, hikâyeyi kent dokusu içinde anlatmak istemiş. Dediğim gibi, yapamamış ama bu fikre de olumlu yaklaştım.
Fakat yerli korkuların pek çok eksikliği burada da var. Oyuncular yeteri kadar iyi değil ve en önemlisi korkutmuyor. Bir korku filmi korkutmuyorsa, temel işlevini yerine getirmiyor diyeceksiniz. Haklısınız da, işte etrafta o kadar kötüleri var ki, bu yine kısmen iyi. Aslında şöyle diyeyim. Daha iyi bir filmin taslağı gibi. Yapımcıya projelerini anlatmak için arkadaşları toplayıp, bu filmi çekmişler de, biz de izlemişiz adeta. Bu filmi gönül rahatlığıyla tavsiye edemem ama o daha iyi film bir gün gelirse, gayet keyifli olabilir.

The Retirement Plan (Emeklilik Planı):
Orta karar bir aksiyon-komedi. Bu sefer Nicolas Cage de kurtaramıyor. Aslında kurtarmak için bir şey de yapmıyor. Son yıllardaki iyi filmlerinden ziyade, işimi yaparım, paramı alırım filmlerinden biri.
Artık egzotik bir adada keyfime bakarak hayatımı sürdürürüm derken, yıllardır görmediği kızının başı mafyayla derde girince, hem onu hem torununu kurtarmak için sahalara dönen, eski bir ajanı izliyoruz. Aslında Cage'in yanında Ron Perlman ve Ernie Hudson gibi isimleri görmek de hoş ama film, düzenli aralıklarla izlediğimiz, eski kurtlar işbaşında filmlerinin bildik, vasat ve heyecansız örneklerinden biri olunca, birkaç keyifli sahnesine rağmen, bitse de gitsek diyerek izleniyor. Aslında kötü adamlar biraz daha etkili olsa, fena film olmayabilirmiş. O kadar beceriksizler ki, hiçbir kahramanımızı ciddi bir tehdit altında hissetmiyoruz.
İzle ve unut filmlerinden ama yine de oyuncuları sevenler, güzel tatil mekanları görmek isteyenler, göz ucuyla bakabilir.

Bursa Bülbülü:
Dijital platformlarla ilişkim genelde, aylık aidatımı vereyim ama bir şey izlemeyeyim şeklinde olduğu için, Bursa Bülbülü'nü Disney+'da izlememiştim. Valla mis gibi filmmiş. Neşeli, kıpır kıpır, nostaljik ama yeri geldiğinde insanın içine oturacak kadar da hüzünlü. Yeri de gayet sinema salonlarıymış aslında. 80'ler nostaljisi yaparken, tüm aile ile birlikte, cümbür cemaat gidilip eğlenilen açık hava konserlerini, kabareleri anıyor, bu film de öyle bir film diyor adeta. İlk önce sinemalara gelse, o etkiyi de yaratırdı muhtemelen. Şimdi ne oldu? Cuma günü açıklanan seans sayısı, Cumartesi azalmıştı, Pazar da küçük salonlara düştü. Ben de o küçük salonlardan birinde, işlek sayılabilecek bir sinemada, tek başıma izledim.
Her ne kadar Ata Demirer'in önceki filmleri ile ortak noktalar bulunsa da, karakterleri en iyi çizilmiş, en iyi oynanmış filmlerinden biri. 80'ler nostaljisini de çok iyi kuruyor. Küçük Emrah'lı, Bülent Ersoy'lu, Metin Akpınar'lı sahneler, çok hoş.
Özge Özacar'ın romantik başrol olarak girdiği sahnede, ama bu yaş farkıyla da olmasın artık diyorsunuz ama filmin hikayesine de o meseleyi yedirmiş ve oradan iyi bir finale bağlamış. Genellikle Ata Demirer filmlerinde eğlensem de finallerini pek sevmezdim. Bu sefer olmuş. Müziklerin biraz fazla uzun tutulduğunu düşünüyorum ama o da artık Ata Demirer'in imzası haline geldi, çok da bir şey diyemiyorum.
Şimdiye kadar, çok kişi izledi muhtemelen. O yüzden tavsiye etmemin de pek anlamı yok galiba. Keşke önce sinemalara gelseydi diye tekrarlayayım.

Her Şeye Rağmen:
Ortalamayı zar zor tutturan bir biyografi filmi. Son dönem ülkemizde tutan biyografi filmlerinin yapısının karbon kopyası. Eziyet çekerek geçen bir çocukluk, zorlu bir gençlik, başarıya giden bir yetişkinlik. Müslüm, Naim, Bergen gibi filmlerle tamamen aynı yapı. Hikâye kurgusu yanında, görsel yapısı da o filmlerin aynısı. Renkleriyle, kadrajlarıyla, reklam filmlerinden fırlamış gibi duran görüntüler, bu görüntülere eşlik eden ve hiç durmayan Fahir Atakoğlu müziği ve hatta son jenerik boyunca süren, karakterin gerçek görüntüleri.
Peki, tamam, çok güzel de, biz diğer biyografi filmlerini neden izledik? O kişiler, tüm Türkiye'nin tanıdığı kişilerdi çünkü. Peki sadece belli bir kesimin tanıdığı ve tipik bir başarı hikayesinden fazlası olmayan İlhan Bey'in hayatını neden izledik? Hiçbir fikrim yok. İşin ilginci, film belli bir kaliteyi de tutturuyor. İyi bir para da harcanmış belli ki. 3 farklı ülkede çekilmiş, iyi bir görüntü yönetmeni ile çalışılmış, Fahir Atakoğlu gibi bir isim müziklerini yapmış. Bütçesi hiç de az olmamalı.
Fakat reklama hiç para ayırmamışlar sanki. Üstelik filmde hikayesi anlatılan İlhan Bey'in asıl güçlü olduğu yön de bu olmalı. Ama tanıtımını hiç görmedim ben (İstanbul’da daha yoğun bir tanıtım yapıldığını duydum). Sonuç: İlk 3 gün, sadece 916 seyirci (ilk hafta, en fazla 2000 olur herhalde) ve ikinci hafta tümüyle vizyondan çıkma.
Filmle ilgili genel olarak şöyle diyeyim. Klişe bir hikaye, iyi görüntüler, bangır bangır bir müzik, ortalama oyunculuklar. Karakterin gençliğini canlandıran Sinan Akdeniz ve rahmetli Rıza Akın'ı ayrı bir yere koyuyorum. Onlar gerçekten iyiydi.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar