SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

VİZYONA DÖNÜŞ

12 Aralık 2021 Pazar 14:50
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz haftalarda, bu sayfalarda hep festivaller ile ilgili yorumlar yazmıştım. Yıl sonuna doğru, festivallerin azalması ile birlikte tekrar vizyona bir dönüş yapalım ve son haftalarda gösterime giren, belli özellikleri ile öne çıkan filmlere kısaca göz atalım.

West Side Story (Batı Yakası'nın Hikayesi):
Hep söylerim, Steven Spielberg bana sinemayı sevdiren yönetmenlerden biri. Onun filmlerine kötü yorum yapmak içimden gelmez. Ama yine de bu filme şüphe ile yaklaşıyordum. Şüphelerimi haksız çıkardı üstat. Şahane film. Spielberg klasik sinemayı ne kadar iyi bildiğini bir kez daha gösteriyor. Şimdiye kadar hiç elini atmadığı müzikal türünde de nerede ne yapacağını, seyirciyi nasıl eline alacağını çok iyi biliyor. Eski film taş gibi ortada dururken, yenisine ne gerek var diyorduk ama tam olarak, hem tanıdık hem yepyeni. Bazı şarkıların yerlerinde ve söyleyenlerde ufak değişiklikler var. Bu da o şarkıların duygusunu değiştirmiş. Bu sefer ırk ayrımı üzerine de daha fazla vurgu var sanki.
Latin karakterleri, Latin oyuncuların canlandırması, günümüz duyarlılıklarına uygun ve doğru bir karar. Amerika'da İspanyolca diyaloglara İngilizce altyazı konmayacağı açıklanmıştı. İki dilin biri diğerinden üstün değil denmişti. Fakat bu kararın buraya (ve muhtemelen İngilizce konuşulmayan her ülkeye) yansıması, İngilizce diyaloglarda Türkçe altyazı olması ama İspanyolca diyaloglarda olmaması şeklinde olmuş. Eh, bu da ilk düşünülen amaca ters olmuş sanki. İngilizce üstün dil izlenimi veriyor. Bu arada, merak etmeyin. İspanyolca bilmeden de hemen her şeyi anlamak mümkün. Çoğu cümleyi İngilizce olarak tekrar ediyorlar ya da ne söylenildiği çok açık cümleler kuruyorlar. Bir tek, İspanyolca yapılan bir espriyi kaçırdığımı tahmin ediyorum.
Gelelim oyunculara. Ansel Elgort, ilginç bir şekilde filmin en zayıfı. Hiçbir şekilde eski bir çete üyesi hissi vermedi. Rachel Zegler, Maria için iyi bir keşif ama filmin yıldızı Anita rolünde Ariana DeBose bence. Her göründüğü sahnede parlıyor. Yıllar önce Anita rolüyle Rita Moreno Oscar almıştı. Aynı şeyi Ariana DeBose de başarırsa hiç şaşırmam. Ve tabii Rita Moreno. Filmin kalbi olmayı başarmış. Finale doğru ona verilen sahnede bir kez daha yıldızlaşmış. Yalan yok, filmde beni ağlatan iki sahneden biri, o sahne oldu. Diğeri de final. Evet. Kime ne olacağını çok iyi bilmeme rağmen gözyaşlarıma engel olamadım. Duygusal bir dönemimde olabilirim ama tekrar başa dönüyorum. Spielberg, seyirciden nerede, nasıl tepki alabileceğini çok ama çok iyi biliyor.

The French Dispatch (Fransız Postası):
Bu filmle ilgili hislerim karışık. Büyük bir keyifle izledim mi? Evet. Wes Anderson'un yazılı bir medyayı, görsel bir medyaya çevirirken şahane fikirler bulduğunu da düşündüm. Ama bir yandan da bu yeni fikirlerle, aynı filmi yapmış dedim. Anderson'un çok belirgin bir tarzı olduğunu biliyoruz. Herhangi bir filmine ortadan bir yerden girseniz, 30 saniye içinde, bu Wes Anderson filmi deriz. Bu bir yandan çok güzel ama biraz farklı şeyler denese mi diye de düşünmeden edemiyor insan. Yine, neredeyse yoldan geçen adamı bile bir yıldızın canlandırdığı bir oyuncu kadrosu, binbir tane karakter, perdenin her yerinden fışkıran ayrıntılar, ilk izleyişte yarısını kaçıracağınız bir sürü detay, simetrik bir sinematografi, hikâye içindeki hikayeler, ne bekliyorsak hepsi var. Temel olarak, üç ana hikâye ve bunları bağlayan bir çatı hikâye var. Ben en çok ressam bölümünü sevdim. Görsel açıdan olduğu kadar, altı da daha dolu geldi. Bu bölümde, bir eseri sanat yapan nedir, sanatın fiyatı nasıl belirlenir gibi soruların etrafında dönüp durmuş. İzlemesi keyifli olduğu kadar zihin açıcı da bir bölümdü. Diğer bölümleri biraz daha zayıf buldum ama Anderson'un tarzını seviyorsanız yine keyifle izleniyor. Bu ne biçim film diyerek çıkanlar da oldu gerçi ama onların ilk Anderson filmiydi sanırım.

Ghostbusters: Afterlife (Hayalet Avcıları: Öteki Dünya):
Buralarda pek gündem olmadı ama ben yeni Ghostbusters'ı çok sevdim. Hatta, işte istediğim ana akım aksiyon-komedi bu dedim. Ama şunu da kabul edeyim, film benim kuşağın nostalji hissine çok oynuyor. Beni de oradan yakaladı. Eski Ghostbusters'ları sinemada, televizyonda ya da VHS kasetlerde izleyen kuşak için (ben ilkini tv'de, ikincisini sinemada izlemiştim) binlerce gönderme var filmde. Sadece eski filmlerle ilgili değil, o dönemle ilgili de. Bunların bazıları genç kuşak için çok anlamsız olabilir. Mesela Cujo'dan bahsedildiğinde, salonda kahkaha atan bir tek ben vardım galiba. Filmin yapısı ve mizah tonu, hatta konusu da eski filmlere çok benziyor. Yine de kendi başına da ayakta durabilen bir film olduğunu düşünüyorum.
Genç oyuncular, özellikle Mckenna Grace filmi sürüklemeyi başarsa da eski topraklar ortaya çıkınca içim bir hoş oldu. Ki, tam olarak beklediğimiz yerde çıkıyorlar ama olsun. Artık aramızda olmayan Harold Ramis'i, hikayeye de yedirerek çok çok güzel anmışlar. Bence Jason Reitman, babasından devraldığı bayrağı çok güzel taşımış ve belki de kendi çocukluğunu da anmış. "For Harold" cümlesinin, gerçekten samimi olduğunu hissediyoruz.
Serinin eski filmlerine ihanet etmeyen, hikayeyi organik olarak ilerletip yeni nesillere taşıyan, başarılı bir filmdi bence. Bu arada umarım Mckenna Grace'in önünde iyi bir kariyer olur. En son umutlandığım genç oyunculardan Chloë Grace Moretz ümitlerimi boşa çıkardı gibi şimdilik. Mckenna'nın daha doğru seçimler yapacağını umuyorum.

King Richard (Kral Richard: Yükselen Şampiyonlar):
Venus Williams ve Serena Williams'ın tenis maceralarının başlangıcını babaları üzerinden anlatmak, ilk başta neden dedirtmişti ama filmde o kariyerlerin çıkış noktasının babaları olduğu defalarca vurgulanıyor. Ama baba ne kadar ısrarcı olursa olsun, kızlarında inanılmaz bir yetenek olmasa silinip gidecek iki oyuncu olacaklarını da unutmamak lazım. O yüzden onların ruh hallerine biraz daha dahil olmak da isterdim doğrusu. Maçlarda özellikle Venus'ün çok agresif olabildiğini biliyoruz. Halbuki filmde babası, sürekli alçak gönüllü ve sakin olmasını öğütlüyor.
Biyografi filmlerinde, anlatılan şeyin ne kadar gerçek olduğu hep tartışılır. Burada da mutlaka eğilip bükülen birtakım şeyler olmuştur. Film, hikâyeyi beklediğimizden farklı bir karakter üzerinden kuruyor ve tipik bir spor biyografisi finali yapmıyor ama bir yandan da Williams kardeşlerin hayatını anlatan bir film yapacağız dediğinizde, aklınıza gelebilecek her klişe temaya da dokunuyor. Bu anlamda, aslında yine de tipik bir biyografi filmi diyebiliriz. Uzunca sayılabilecek süresine rağmen çok akıcı anlatılmış. Bunda müzikleri ve dinamik kurgusunun da etkisi var.
Peki, Will Smith Oscar alır mı? İyi oynamış ama öyle unutulmaz bir performans da değil. Gerçi genel olarak Will Smith'in oyunculuğunu çok seven biri değilim. Ama Smith'in karısını oynayan Aunjanue Ellis'in sakin ama etkili oyunculuğunu çok beğendim. Onun da şansı var. Bana kalsa, filmin oyunculuklar dışında da çok şansı yok derdim ama akademinin seveceği yerlere çengel attığı da bir gerçek. Rakiplerini de bir görelim bakalım.

Spencer:
Sinemalar açıldığında iyi film bulmak için uzun süre bekliyorduk, nihayet arka arka iyi filmler gelmeye başladı. Pablo Larraín, yine çok bilinen bir karakterin hayatındaki belirleyici birkaç güne bakıyor ve bundan yine etkileyici bir film çıkartıyor. Jackie ve Neruda'dan biraz aşağıda olabilir ama yine de büyük bir keyifle izledim. Claire Mathon'un çok başarılı görüntü yönetimi ve Jonny Greenwood'un filmi taşıyan müziklerinden büyük destek alarak, harika bir atmosfer kurmuş. Dekorlar, kostümler ve ses tasarımı da on numara. İngiliz kraliyet ailesini, dünyanın birçok yerindeki insanların çok iyi tanıyor olmasını avantaj olarak kullanmış ve karakterleri tanıtma derdine düşmeden, doğrudan Diana'nın içinde bulunduğu dünyanın boğuculuğuna odaklanmış. Bu boğuculuğu da çok iyi vermiş doğrusu. Ama birkaç metaforu altını çok çizerek kullanmasa, seyirci olarak bizim zaten anladığımız duyguları, bir de karakterlere sözlü olarak tekrarlatmasa, daha çok sevecektim sanırım.
Kristen Stewart'ın Oscar şansından da bahsetmemiz gerek elbette. Baştan şunu söylemeliyim. Stewart'ın, Twilight sonrası kariyerini sevenlerdenim. Ama burada beklediğim kadar iyi bulmadım. Belki de beklentiyi çok yükselttiler, bilemiyorum. Kötü değil ama rakipleriden daha gösterişli bir performans ortaya çıkarsa, akademi ona da kayabilir. Ayrıca Larraín bence, oyuncu performansına dayanan bir filmden çok, atmosferi öne çıkaran bir film yapmaya çalışmış. Bunun da etkisi var.
Arka arkaya Oscarlarda adı geçmesi beklenen iki biyografi filmi izlediğime göre şu karşılaştırmayı da yapayım. Bence Spencer, King Richard'dan birkaç gömlek üstün bir film. Ama King Richard, akademi üyelerine daha yakın ve sıcak gelebilir. 

Last Night in Soho (Dün Gece Soho'da):
Son zamanlarda sinemada izlemekten en fazla keyif aldığım filmlerden biri. Bir başyapıt izliyoruz diyerek, büyük bir heyecanla araya çıktım, film bittiğinde notumu biraz düşürmüştüm ama çok da değil. Yılsonu listeme bir yerlerden girer.
Edgar Wright, günümüzle 60'ları şahane bir biçimde birleştirirken müthiş bir atmosfer ve unutulmaz sahnelere imza atmış. Özellikle Thomasin McKenzie ve Anya Taylor-Joy'un beraber gözüktükleri sahnelere bayıldım. Özellikle dans sahnesinde büyük keyif aldım. Övgülerin önemli bir kısmı da görüntü yönetmeni Chung-hoon Chung'a. Bu kadar stilize ve renklerin baskın olduğu bir filmde, çok iyi bir iş çıkarmış. Park Chan-Wook'la beraber çalıştığı filmlerde de çok iyiydi zaten.
Edgar Wright ilk defa, mizah dozu bu kadar az bir filmle karşımıza çıkıyor ama müzik kullanımı ve kurgu tarzı, bu bir Edgar Wright filmi dedirtiyor. Elbette müzikler yine harika. Yine türler arasında geziniyor ve sevdiği filmlere saygısını da yolluyor.
Anya Taylor-Joy, zaten son zamanlarda çok popüler oldu ama ben Thomasin McKenzie'yi de her gördüğüm filmde beğeniyorum. Burada da şaşırtmadı. Temelde bir kadın hikayesi olan filmin sacayağını da Diana Rigg tamamlıyor ki, kariyerine sağlam bir final olmuş. Erkek oyuncular biraz zayıf kalmış. Daha doğrusu, senaryo onları klişe birer tip olarak bırakmış. Yine de Terence Stamp hala karizma, Matt Smith de gayet etkileyici.

Ankara’dan Etkinlikler:
Önümüzdeki hafta sonu, 17-18-19 Aralık tarihleri arasında Afsad Kısa Film Festivali gösterimleri yapılacak.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar