USTALAR FORMUNDA
Bu hafta Ankaralı sinemaseverlerin gündemi, Ankara Film Festivali. Biz de maratona başladık ama festival yorumları için, filmler biraz daha biriksin de haftaya başlayalım diyelim ve vizyondaki filmlere bir göz atalım. Öncelikle Scorsese ve Miyazaki ustaların yeni filmlerine bakalım, sonra da Osmanlı öven Atatürk filmi nasıl olurmuş diyelim. Son olarak, Öğretmen filmi üzerinden, Nuri Bilge Ceylan’ın filmini de anarak, haftayı kapatırken biraz da gülelim.
Killers of the Flower Moon (Dolunay Katilleri):
Scorsese ustamız, filmografisinin bir ayağıyla Amerikan tarihini deşmeye, bu tarihin suç dünyası ile doğrudan ilişkisini irdelemeye, bunu da çok iyi bir sinema ile yapmaya devam ediyor. Bu kez, çocukken western filmleri ile, vahşi kızılderililer olarak tanıdığımız, sonra Kurtlarla Dans döneminde itibarları belli ölçüde iade edilen ama yine de beyaz adamın kendisini kurtarmasına muhtaç olarak çizilen Amerikan yerlilerine çok daha gerçekçi bir yerden bakıyor.
Kendi adıma, topraklarında petrol bulunan Amerikan yerlilerinin, bir dönem büyük bir zenginlik içinde yaşadıklarını bilmiyordum. Fakat beyaz adam boş durmamış tabii ki, hemen o topraklara çökmek için planlar kurmaya başlamış. Scorsese ve kendisi kadar deneyimli senaryo yazarı Eric Roth, gerçek olayların anlatıldığı bir kitaptan, belli karakterleri öne çıkararak yaptıkları uyarlamada, bu dönemi, iki aile üzerinden anlatsa da, günümüze dair bir şeyler de söylüyor elbette.
Öncelikle çok iyi karakterler kurmuşlar. İki favori oyuncusu Robert De Niro ve Leonardo DiCaprio'ya teslim ettiği karakterler, basitçe siyah-beyaz olarak tanımlanamayacak, iç yüzlerini hemen açığa vurmayan karakterler. De Niro hakkındaki fikirlerimiz zamanla netleşse de DiCaprio'nun karakteri için, iyi mi kötü mü, karısını gerçekten seviyor mu yoksa tüm hayatı bir yalan mı diye sordurmaya devam ediyor. Finalde geldiği noktayla birlikte, bu karakteri Goodfellas'daki Ray Liotta'ya yakın buldum.
Scorsese'nin iki erkek oyuncusuna güveni de boşa değil. Ama bağımsızlardan gelen Lily Gladstone da bir harika. İleride bakıldığında, genelde erkek dünyalarını anlatan Scorsese sinemasının, en akılda kalıcı kadın karakterlerinden biri olarak anılabilir.
Scorsese'nin bir süredir birlikte çalıştığı Rodrigo Prieto'nun görüntülerini, herhalde artık ruh ikizi diyebileceğimiz Thelma Schoonmaker'ın hiç aksamayan kurgusunu övmemize gerek yok herhalde. Ama ne olduğunu açık etmeden çok fazla övmek istediğim bir yer var. Filmin finali. Scorsese bir anda, ne oluyor şimdi dediğimiz öyle harika bir numarayla toparlayıp, paketliyor ki filmi, hayran kaldım. Uzun zamandır izlediğim en iyi final olabilir.
Son olarak filmin süresine bakalım. 3 saat 26 dakikalık süre uzun mu? Biraz uzun bence. Mahkeme bölümleri, zaten bildiğimiz şeyleri tekrar ediyor gibiydi biraz. Oraya çok girmesek de olabilirdi sanki.
The Boy and the Heron (Çocuk ve Balıkçıl):
Bu sezon, deneyimli yönetmenlerin harika geri dönüşlerine şahit olmaya devam ediyoruz. Miyazaki'nin yeni filmine de bayıldım. Daha önce başka bir yönetmen için de aynı cümleyi kurmuştum. Miyazaki bu filminde hem tanıdık, hem yepyeni. Özellikle görsel dünyası, karakter tasarımları, onları içinde bıraktığı durumlarda, Miyazaki'nin eski filmlerini çağrıştıran çok şey var. Bir kez daha katı ve üzücü bir gerçeklikle, fantastik dünyayı harmanlayan bir büyüme hikayesi anlatıyor. Temalar da eski filmleri ile ortak. Ama filmi izlerken hiçbir anda da yine aynı şeyi izliyoruz demedim. Bu benzerliklere rağmen halen taze ve heyecanlı.
Film, 2. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru, annesini kaybettikten sonra babası ve onun yeni eşi ile (ki o da teyzesi) yaşamaya başlayan bir çocuğu anlatıyor. Burada da çocuğun bilinçaltına doğru fantastik bir yolculuk gerçekleştiriyoruz ve aslında gerçek dünyadaki karakterlerin yansımaları ile karşılaşırken, onun bu acı ve kayıp duygusu ile baş etme çabasını da izliyoruz.
Çocuğun annesi ile kurduğu ilişki çok güzel anlatılmış. Burada yaptığı numara bana Petite Maman'ı da hatırlattı hatta. Miyazaki'nin burada kaderci bir anlatı benimsediği söylenebilir. Aslında kaderci değil belki de başımıza geleni kabul etmek gerektiğine dair bir anlatı.
Filmi izlerken bir süre, balıkçılın iyi mi, kötü mü olduğunu düşündüm. Ama ilerledikçe Miyazaki'nin bunun peşinde olmadığını anlıyorsunuz. O, bu yolcuğunun tetikleyicisi olarak, orada olması gereken bir karakter. İyi ya da kötü diye tanımlamamıza gerek yok.
Filmin temasının anne kaybıyla ilgili olduğunu söyledim ama Miyazaki sinemasını tanıyorsanız, macera duygusunun ve mizahının da yerli yerinde olacağını tahmin edersiniz. Onlardan ödün vermiyor. Ustanın önceki filmini de sevmekle birlikte, çok da bayılmamıştım. Bu çok daha iyi bir veda olmuş. Tabii veda olmasa, yeni filmler çekmeye devam etse hiç itirazım olmaz ama şimdilik yeni bir filme niyeti yok gibi.
Son Akşam Yemeği:
28 Ekim 1923'de Çankaya Köşkü'nde yenen yemeği anlatırken, Atatürk ve Cumhuriyet filmi görünümü altında, bol bol Osmanlı övmeyi başarmışlar. Tebrik ediyorum! Filmin sonunda, İletişim Başkanlığı'nın dev logosunu görmek hiç şaşırtıcı olmadı.
Filmin Atatürk'ü konumladığı yerde bir sorun yok esasen. Orası gayet düzgün. Ama zaten filmin ilk saati boyunca, Mustafa Kemal hiç gözükmüyor. Filmin ana karakteri Engin Şenkan'ın canlandırdığı Ahir Usta ise saray mutfağından gelen ve sürekli Osmanlı öven, cumhuriyet fikrine karşı biri. Saltanatı savunan bu karakter babacan, vatansever, becerikli ve dürüst. Karşısındaki modern mutfağı, bir anlamda yeni cumhuriyeti temsil eden başaşçı ise, kibirli, anlayışsız, hilebaz ve beceriksiz. Buradan ne anlayalım, size bırakıyorum.
Yemek gecesi kriz çıkınca, mutfağı Ahir Usta devralıyor ve ne yapıyor? Önce gecenin tüm yemeğini, saray yemeğine çeviriyor. Sonra da bu yemekleri, köşkte uzun zamandır kullanılmayan eskiden kalma yemek takımları ile servis ettiriyor. Yine bir eski iyidir, yeni kötüdür mesajı. Üstelik eski takımları istemeyen de Latife Hanım'ın ta kendisi.
Filmde, yemekteki herkesin menüye bayıldığını ama Mustafa Kemal'in bir çatal bile almadığını görüyoruz. Herhalde saray mutfağı diye yemedi, finale doğru hikâyenin ana çatışması buradan kurulacak diye bekliyoruz ama onun bağlandığı yer de çok komik doğrusu.
Filmde böyle mesajlar olunca, finaldeki "güneş gibi yeniden doğacağız" sözünün yeni Cumhuriyeti temsil edermiş gibi gözüküp, Osmanlı yeniden doğacak demeye getirdiğinden bile şüpheliyim. Biraz fazla detay verdim ama filme neden sinirlendiğimi başka türlü anlatamazdım.
Bu arada, filmden eski ve yeni bir arada yürümeli, yeninin yanında 600 yıllık geçmişi silip atamayız, oradan da alacağımız şeyler var gibi bir mesaj alsam, buna çok da itiraz etmezdim. Ama sürekli geçmiş övgüsü gördüm ben.
Öğretmen:
Taşraya zorunlu hizmete gittiysen, Nuri Bilge Ceylan'ın Samet'i gibi olma, Bilal Kalyoncu'nun Sinan'ı gibi ol. Bu iki karakteri karşılaştıran dünyadaki tek kişiyim muhtemelen de Kuru Otlar Üstüne’yi tekrar izlemiştim, üstüne bir de bunu izleyince, dayanamadım. Başlayalım.
Her ikisi de taşraya atandıkları andan itibaren, geri dönmeyi düşünen karakterler ama Samet kötülüğün cisim bulmuş haliyken, Sinan pamuk gibi bir insan. Tek kusuru, Fenerbahçeli olması!
Samet, ayrımcılık yaptığı 1-2 öğrenciyi saymazsak (ki o ayrımcılığın nedenleri de epey tartışmalı) öğrencilerden nefret ediyor, onları aşağılıyor. Sinan ise tüm öğrencilere eşit mesafede ve tek amacı onların başarılı olması.
Samet yerel halkla neredeyse hiç iletişim kurmazken, kurduğu iletişimde de onları anlamazken, Sinan sürekli onların içinde. Samet askerle PlayStation oynarken, Sinan halkla birlikte horon tepiyor. Samet, en yakın arkadaşının hoşlandığı kadının peşindeyken, Sinan yan gözle bakmıyor.
Daha uzatırım da neyse. Sözün özü: Samet olma, Sinan ol.
Film nasıl, hiç bahsetmedim farkındaysanız. Bu karşılaştırma daha eğlenceli geldi. Şöyle diyelim, Bilal Kalyoncu'nun sineması, ne yönetmen olarak, ne yapımcı olarak, bana hitap eden bir sinema değil. Özellikle Hep Yek gibi örneklere çok tahammül ediyorum. Bu yine de fena değildi. Ama Bilge Hoca, 3 saat 17 dakikalık film yapar da, ben durur muyum, 2 saat 14 dakikalık bir film yaparım demiş. Bu tarz bir film için çok uzun gerçekten. Keyifle izledim diyemeyeceğim ama en azından sıkılmadım.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN