SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

TERS YÜZ 2, SAYARA, VANYA VE DİĞERLERİ

30 Haziran 2024 Pazar 09:25
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Yaz sıcakları, iyiden iyiye kendini göstermişken, biz serin sinema salonlarında film izlemeye devam ediyoruz. Bu hafta, Pixar’ın nihayet seyircileri sinema salonlarına akın ettiren yeni filmi Ters Yüz 2 ile başlıyoruz. Can Evrenol’un vahşet dolu filmi Saýara, Russell Crowe’un yeni şeytan çıkarma filmi, Şeytan Ayini ve Motorcular da diğer göz atacağımız filmler. Ayrıca, Başka Sinema kapsamında gösterilen Vanya oyununun canlı kaydını da bol bol öveceğiz.

Inside Out 2 (Ters Yüz 2):
Pixar nihayet eski günlerindekine benzer bir başarı yakaladı. Ters Yüz’ün devam filmi, hem deli gibi izleniyor, hem de beğeniliyor. Beğeniyi de hak ediyor bence. Gayet başarılı. İlk filmin kurduğu yapı çok iyiydi zaten. Onu bozmadan, geliştirmeyi başarmışlar. İlk filmin özgünlüğü yok belki ama ergenliğin kaosu iyi yansıtılmış. Ki hikâye, sadece arkadaşlık, değişim ve yeni bir ortama uyum sağlama kısmıyla ilgili burada. Vücuttaki değişim ya da aşk hayatı ile ilgili durumlar henüz yok.
Yeni duygular, en az eskileri kadar eğlenceli. Hemen de seyirciyi kavrıyor. Duyguların arkadaki karşılıkları, yine çok iyi bulunmuş. En sevdiğim kısımlar, beyin fırtınası ve panik atak sahneleri oldu sanırım. En iyi Pixar filmlerinde olduğu gibi, yine hem çocukların, hem yetişkinlerin keyif alabileceği bir film. Çok küçük çocuklara, pek hitap etmeyebilir belki. Yetişkinlere yönelik ince espriler de var. Mesela anne-babanın hafta sonu yalnızız, ne yapsak bakışması, babanın ve annenin niyetlerinin farkı, çok ince ve eğlenceli bir detaydı.
Filmi 10 günde, 3 defa izledim. Üçünde de aynı keyfi aldım. Hiç sıkmadı. Hem Türkçe, hem İngilizce izledim. İkisi de gayet iyi. Bir tek Türkçe'de sarkazm/kinaye sekansı çok iyi işlemiyor bence. İngilizce'de hemen anlaşılıyor, Türkçe'de tam olmamış. Türkçe seslendirmede favorim, Gupse Özay'ın Üzüntü'sü. Aysun Topar da, Neşe'nin cıvıl cıvıl halini yine çok iyi vermiş. Bu arada Neşe'nin delirip, küfüre çok yakın bir şey söylediği an harikaydı ve çok çok iyi bir çeviriydi. Çok güldüm. İngilizce'de ise, en aklımda kalacak seslendirme, hiç tahmin etmezdim ama, Adèle Exarchopoulos oldu. Fransız aksanlı, harika bir Bıkkınlık olmuş.
Riley ile ilgili daha anlatılacak çok hikâye var. Zaten dizi planı da varmış. Gayet güzel olabilir. Up filminden, Pixar'ın yaşlılığı da çok iyi anlatabildiğini biliyoruz. Burada da Nostalji ile, ufak bir sinyal verdiler. Riley'i daha uzun süre izleyebiliriz. Hatta ve hatta, muhtemelen imkânsız ama Disney.Pixar günün birinde, doğrudan yetişkinleri hedefleyen filmler de yaparsa, çok daha farklı konular işlenebilir. Internet'te Riley lezbiyen mi, ya da non-binary mi gibi tartışmalar dönmeye başlamış bile.
Netice olarak, Pixar'dan uzun bir aradan sonra, nihayet gerçek anlamda iyi bir film geldi. Ama henüz Pixar, eski günlerine döndü demek için erken. Zaten işleyen bir formülü devam ettirdiler. Bakalım, orijinal işleri de aynı başarıyı yakalayacak mı? Göreceğiz.

Saýara:
Can Evrenol, sevdiğim bir yönetmen. Bu yüzden İstanbul Film Festivali'nden beri yorumlarına bakıyorum da genelde pek beğenilmedi. Çoğu kişinin katılmayacağı fikrim ile geliyorum: Bence, türünde fena film değil. Can Evrenol çiğ bir intikam ve şiddet filmi yapmak istemiş. İstediğini de büyük ölçüde başarmış. Perdeden üzerimize kan sıçrıyor.
Hikâye yapısı zaten çok bildik bir yapı. Kötü adamlar çok klişe. Ama hiçbir karakter, rahatlıkla özdeşlik kurabileceğimiz karakterler değil. Bu anlamda Evrenol, seyirciyi kolay yollarla yakalamayı tercih etmemiş.
Sayara'nın ablası saf ve masum bir karakter değil mesela. Ama onun başına gelenleri, asla kabul etmiyoruz. Filmin, o da, o saatte orada olmasaydı gibi bir iması yok. Sayara da, korkunç bir karakter aslında. Kahraman olmadığı çok açık ama bence anti-kahraman bile değil. Ablasının intikamı peşinde ama o da karanlığın dibinde. Masum insanları öldürmesi eleştirilmişti ama çok net, bilinçli bir tercih. Sadece suçluları öldürse, yine basit bir çözüm olurdu. Halbuki, Sayara'nın kafasında öyle bir ayrım yok. Onun için, karşısına çıkan herkes, hedefi yolunda onu engelleyen bir unsur. Masum olup olmamaları önemli değil. Burada da özdeşleşmeyi kırıyor.
Buralarda benim için bir sorun yok. Dövüş koreografilerinin ve vahşet sahnelerinin bir kısmını başarılı, bir kısmını da zayıf buldum. Duygu Kocabıyık, fiziksel olarak çok çalışmış, belli ama finaldeki bazı dövüş sahnelerinde, pek inandırıcı gelmedi. Belki de bu yüzden, bu dövüşlerden sonra, o dövüşü kazanmak için kullandığı teknikle ilgili, babasından aldığı eğitimi gösteren flashback'ler giriyor. Bence o anın atmosferini bozan hareketler.
Filmin, bazı mesajları fazla doğrudan vermesi de çok hoşuma gitmedi açıkçası. Başta, bakın ben kadına karşı şiddetle ilgili bir film yapıyorum demesi mesela. Ya da ülkücü-milletvekili baba figürü ve önceden yaptıkları.
Senaryo açısından en fazla takıldığım nokta ise, Sayara'nın final sekansına kadar herkesi, hiç düşünmeden öldürürken, sıra asıl suçlulara geldiğinde, frene basması. Hiç anlamlı bir hareket değil, film içinde de makul bir neden sunamıyor bence. Belli ki Evrenol, Sayara’nın suçlularla birebir kalacağı sahneler istenmiş. Anlıyorum ama bu, daha iyi senaryo hamleleri ile yapılabilirdi. En son sahne ise özel efektlerin yetersizliği bir yana, fikir olarak gayet iyiydi bence.
Şöyle toparlayabilirim. Kesinlikle herkese göre bir film değil, kesinlikle Can Evrenol'un en iyi filmi de değil (hatta en zayıfı olabilir) ama öyle 1-2 vereceğim bir film de değil. En az ortalama veririm, ki ortalamanın da biraz üstü benim için.

The Exorcism (Şeytan Ayini):
Geçen seneki filminden sonra, yine benzer temada bir filmle karşımıza çıkınca, Russell Crowe, şeytan çıkarma filmlerine iyi alıştı diyordum ama bu aslında, geçen seneki Pope's Exorcist filminden önce çekilmiş. 2019'da çekilmiş ama sonrasında bazı ek sahnelere ihtiyaç duymuşlar. Pandemi araya girince, onların çekimi 2023'e kadar atmış. Valla, filmin çekim süreci, filmin kendisinden daha ilginç olabilir. Çünkü, filmde bir numara yok. Genelde ek çekimleri filmi kurtarmak için yaparlar ama olmamış.
Aslında, film içinde film tarzından enteresan bir şeyler çıkabilirmiş. Şeytan çıkarma filmi çekerken, içine şeytan giren bir oyuncuyu anlatıyor çünkü. Filmle gerçeğin sınırlarının karıştığı, filmde hafifçe değinildiği gibi, acaba bu adam metot oyunculuğunu abarttı mı, yoksa gerçekten lanetlendi mi acaba dedirtecek sahneler kurulsa, ilginç olabilirdi. Oyuncunun çocukluğunda yaşadığı taciz olayı ile bağlayarak, farklı bir katman daha kurmaya çalışmışlar ama o da pek işlemiyor.
Sonuçta, bin defa izlediğimiz şeytan çıkarma filmleri üzerine yeni bir şey koyduğunu söyleyemeyeceğim. Russell Crowe'u övebilirim yine de, filmin her şeye rağmen ayakta durmasını sağlayan bir performansı vardı. Kızını oynayan Ryan Simpkins'in de farklı bir havası vardı ama rolü iyi yazılmamıştı. Diğer oyuncular, onlarla ilişkiler gibi konularsa, son derece zayıftı.
Her türlü korku filmini izlerim derseniz, tamam ama fazla bir şey beklemeyin derim.

The Bikeriders (Motorcular):
Eski günlerde ne güzeldik, devir değişti, her şey bozuldu filmi. Ya da geçmişe özlem filmi diyelim. Tarzı farklı tabii de, bu tema bana Yavuz Turgul'u hatırlattı. Ama bakın, eminim ki Yavuz Turgul, çok daha iyisini çekerdi. Şener Şen, motosiklet kulübü lideri olmak için, biraz yaşlı gerçi ama neden olmasın?
Bu film de gayet iyi çekilmiş bir film aslında. Öyle belirgin bir kusuru yok ama öne çıkan bir tarafı da yok. Tamam, güzel diyorsunuz ama iz bırakmıyor. Dönemi iyi yansıtmış, karakterleri iyi çizmiş. İyi de oyunculuklar var. Austin Butler, hala biraz Elvis ama olsun. Tom Hardy ise, çok fazla Tom Hardy. En sevdiğim oyuncu ise, son dönemin öne çıkan isimlerinden olan Jodie Comer oldu. Özellikle aksanına bayıldım, "you know"! Norman Reedus'u da jeneriğe ismini yazalım diye almışlar galiba. Küçük bir rolü var. Küçük ama önemli olsa, yine iyi. Öyle de değil.
Şöyle özetleyeyim:
İzlediğime pişman mıyım? Hayır.
İzlemesem bir şey kaybeder miydim? Hayır.

National Theatre Live: Vanya:
Andrew Scott Bey, Vanya Dayı'daki tüm karakterleri tek başına oynadığı çok iddialı bir işin altına girmiş ve altından çok büyük bir başarıyla kalkmış. Oyunculuk ve sahneleme olarak çok başarılı bir iş var karşımızda. Uyarlama da gayet iyi ama başlarda mizah dozunu biraz fazla mı tutmuşlar diye düşünmedim değil. Bir de Vanya Dayı'yı hiç bilmeyen birinin, olayları kavraması çok kolay olur mu, emin değilim. Ama bu tip klasik oyunların farklı çeşitlemelerinde, asıl oyunun zaten bilindiği ön kabulü yapılıyor diyebiliriz.
Özellikle baştaki kabalık sahneler, biraz karışık. Ama buralar, karakterlerin tanıtıldığı sahneler ve Andrew Scott her birine ince detaylar ve hareketler yükleyerek, vücut dili ve seslerindeki değişimleri vererek bizi sonrasına hazırlıyor aslında. Oyun ilerledikçe ve iki-üç kişilik sahneler çoğaldıkça, duygu yoğunluğu da çok yükseliyor. Oyunun sonunda, aynı anda hem Vanya, hem de Sonya olan Andrew Scott'la beraber, ben de ağlıyordum.
Yine İngiltere'ye gidip National Theatre'da canlı canlı bir oyun izleme isteğim depreşti. Giderek maddi açıdan daha zor hale geliyor ama ölmeden önce yapılacaklar listemde de durmaya devam ediyor. Bakalım, kısmet...
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar