SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

SÜRPRİZLİ FİLMLER, YAPAY ZEKA, YENİDEN CROW VE DİĞERLERİ

08 Eylül 2024 Pazar 20:14
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Yine bir hafta boş geçtikten sonra, vizyondan yeni notlarımızla karşınızdayız. Bu sefer, elimizde birikmiş epey film var. Önce, yaz sonunun güzel sürprizlerinden biri olan, Strange Darling’e bir göz atalım. Sonra sürprizli başka bir film olan Blink Twice’a bakalım. Yapay zeka, hepimizi dinliyor filminden sonra, yılın en büyük başarısızlıklarından biri olan The Crow, gerçekten o kadar kötü müydü diyelim. Aylin Tezel’in fena olmayan aşk filminden sonra, ülkemizdeki Rus seyirciler için gösterime girmiş gibi gözüken bir filme bakalım. Son olarak iyi bir film olmayı, ucundan kaçıran Lavinya ve hiç öyle bir potansiyeli olmayan Sen de mi? filmlerini inceleyelim. Haftanın kapanışı da yine İngiltere’den bir tiyatro kaydı ile olsun.

Strange Darling (Sevgilim Kaç):
Sürprizini açık etmeden konuşmanın zor olduğu filmlerden biri. 6 bölüme ayrılan ama bu bölümleri karışık bir sırayla izlediğimiz bir seri katil filmi diyebiliriz. Yaz sonunun güzel sürprizlerinden biri gerçekten. Birkaç zekice fikrin, kalıplarını iyi bildiğimiz bir türü nasıl tazelediğinin de sağlam bir örneği.
Bölümleri karışık izliyoruz, çünkü yönetmen/senaryo yazarı JT Mollner, bir bilgiyi bizden gizlemek istiyor. Bunu yapmanın, biraz Memento'yu da andıran güzel bir yolunu bulmuş. Bunu yaparken, seyircinin içine işlemiş ve yıllarca bu türün onlarca örneği ile öğretilmiş ön kabullerini kullanıyor ve bunları kırıyor. Cinsiyet rolleri ile ilgili önyargılarımızı da kullanıyor aslında.
Filmin güçlü tarafı sadece bu numara değil ama. 80'lerin korku filmlerini anımsatan, gayet stilize tarafları da var. Başta biraz da abartılı şekilde vurgulandığı gibi, 35 mm. filme çekilmesi de bu atmosferi destekliyor. Görüntü yönetmeninin Giovanni Ribisi olması da bayağı şaşırtıcı bu arada. Adam 50 yaşında, bu yönde bir kariyere doğru yönelmeye mi karar verdi, nedir?
Özellikle finale doğru 1-2 sahnenin inandırıcı gelmemesi dışında (ki onları da spoilersız yazamam), gayet başarılı bir film bence.

Blink Twice (Gözlerini Kırp):
Sürprizini ele vermeden çok fazla bir şey söylemenin mümkün olmadığı filmlerden biri daha. O yüzden çok detay vermeyeceğim. Sürpriz belli olana kadar, tekinsizlik hissini iyi verdiğini söylemek mümkün. Asıl derdinin ne olduğunu sezdirse de çok açık etmiyor. Fakat bence sorunlu tarafı da sürprizi ve senaryosu. O olayın nasıl işlediğine dair anlamlı bir açıklama sunamadığı gibi, gizemi çözme yolu da çok inandırıcı gelmedi. Ki, final sahnesindeki duruma nasıl gelinmiş olabileceğine dair de ikna olmadım. Evet, güzel bir intikam ama nasıl?
Gizem çözüldükten sonraki kısımda filmin neden 18+ aldığını da anlıyoruz. Yine seyircinin katarsis isteğini karşılayan bir bölüm ama bu sefer de güç dengeleri açısından fazla kolay oldu sanki.
Yine de Zoë Kravitz'in yönetmenliğine umut verici diyebiliriz. İyi bir tempo kurmuş ve sağlam bir bakışı var. Değindiği konu da önemli. Ama işte senaryo yazarlığına bir soru işareti koyuyorum. Oyuncu kadrosu olarak, eskileri ve yenileri buluşturan, hoş bir ekip olmuş. Ana karakterler dışındakilerin rolleri çok sınırlı olsa da Geena Davis, Christian Slater gibi isimleri görmek, yine de keyifliydi.
Spoiler vermeyeceğim dedim ama son olarak bir filme benzeteceğim. Burayı geçebilirsiniz. Sürprizleri farklı ama genel yapı, Get Out’a çok benziyor. Açıkçası, o filmin de çok abartıldığını düşünüyorum. İyi, hoş derim ama benim çok tuttuğum bir film değildi. Bu da öyle diyelim.

AfrAId (Sizi Dinliyor):
Bu yapay zeka hepimizin ne yaptığını biliyor, zayıf yanlarımızı bize karşı kullanacak ve içimizden geçecek filmlerinin, yapay zeka tarafından yazıldığından kuşkulanıyorum. Bu film de, o kadar klişe ve o kadar sıkıcı ki. Tüm hikâye kalıpları ve karakterler, oluşturulan tüm merak unsurları, hatta sürprizler bile o kadar bildik ki. Bir yapay zeka, bu konuda yapılmış tüm filmlerden bir kolaj yapmış ama bunları en ruhsuz ve dikiş izleri görünecek şekilde birbirine bağlamış gibi.
Yıllar önce Chris Weitz, kardeşi ile beraber About A Boy'u yaptığında, hiç fena değil demiştik ama o kıvamı bir daha hiç tutturamadı. Burada da özellikle Katherine Waterston'a yazık olmuş demekten başka bir şey bulamıyorum. Hatta John Cho'ya da.
Filmin tek iyi tarafı, Kubrick ve HAL referansı herhalde. Gerçekten de Kubrick, 56 yıl önce birkaç sahnede, yapay zekaya ait, bu filmden çok daha fazla ve derinlikli şeyler söylüyordu. Üstelik daha ortada yapay zeka diye bir kavram yokken.

The Crow:
Ne yazık ki, evet gerçekten o kadar kötü dediğim bir film daha. Opera sekansını bir kenara koyun, onun dışındaki kısmı çok fena. O sahneyi de yönetmen Rupert Sanders'in içinden başka biri çıkıp çekmiş adeta, sonra kaybolmuş.
İşin kötüsü ve tuhafı, pek çok noktada doğru şeyleri yapmayı düşünmüşler ama olmamış. Bir intikam hikayesi, nasıl bu kadar duygusuz olabilir? Gerçekten inanılmaz. Karakterler arasındaki aşkı anlatmak için, giriş bölümünü uzun tutmuşlar ama o aşk kesinlikle seyirciye geçmiyor. Bill Skarsgård'ı karizmatik göstermek için çok uğraşmışlar, ki kendisinde bu potansiyelin olduğunu da biliyoruz ama burada olmamış.
Görsel olarak bambaşka denemeler yapılabilecek bir dünya var, o kısım da sıkıcı. Araf diyebileceğimiz yer bile sıradan. Hollywood'un kadrolu kötü adamlarından Danny Huston da bu role oturmamış. Birçok filmin kötü adamı olarak başarılıdır ama burada, göründüğü anda seyirciyi tedirgin edecek, sinirini bozacak birine ihtiyaç varmış. Hiç öyle bir performans sunmuyor.
Finaldeki sürpriz diyebileceğimiz numara, 80'lerde-90'larda izleseydik belki ilginç olabilirdi ama o kadar çok tükettik ki. Olmamış diyor, geçiyoruz maalesef.

Falling Into Place (Aşka Düşmek):
Vizyonda ikinci haftasında, sadece tek salona düşmüş ama fena film değildi. Geçmiş travmalarından kurtulmaya çalışan iki karakterin, beraber geçirdikleri bir hafta sonu ve sonrasındaki gelişmeleri anlatan bir film. Özellikle, iki karakter arasındaki yakınlaşmayı anlattığı ilk bölüm gayet iyi. İlişki çok doğal bir şekilde ilerliyor, keyifli ama yer yer karakterlerin güvensizlikleri de hissediliyor. Bu kısımda, uzunca bir süre başka hiç kimseyi görmüyoruz zaten. Hafta sonu bitip, karakterler kendi yollarına gittiğinde, filmin odağı dağılıyor biraz. Başka karakterleri de işin içine dahil ediyor ama onların hikayelerini çok derinleştirmiyor. Finale gidilen yolda da tesadüfleri biraz fazla ve inandırıcılığı zedeleyen bir şekilde kullanıyor.
Yönetmen, senarist ve başrol oyuncusu Aylin Tezel'in adına Scrapper'da rastlayıp, araştırdığımı hatırlıyorum. 2007'den beri, Almanya ve İngiltere'de oyunculuk yapıyor ama pek adını duymamışız. Yönetmen olarak bu ilk uzun filmi, sorunlarına rağmen, umut veriyor. Çok iddialı bir film değil ama eleştirmenlerin radarına girmiş gibi görünüyor. Belki bundan sonra, yönetmen olarak adını daha sık duyarız.

Tur s Ivanushkami (İvanushki:Son Tur):
Filme bilet alırken gişedeki arkadaş, sürekli Ruslar geliyor demişti. Bu tip Rus, Mısır vs. sinemalarından gelen ana akım örnekler, hedef kitlesini yakalıyor anladığım kadarıyla. İlk haftada, 1.212 kişi izlemiş gerçi ama sadece 10 sinemada oynuyor.
Filmde konu edilen Ivanushki International grubu, gerçekten de 90'larda çok popüler bir Rus boyband'iymiş. Film de o yıllarda bu grubun hayranı olan ama konserine gidememiş genç kızların, bugün 40'lı yaşlarda, tekrar onların peşlerine takılmasını konu alıyor. Aralarından biri ölmüş, kalanlar da onun yıllar önce yazıp veremediği mektubu gruba ulaştırarak, onun anısını yaşatmak istiyor. Esasen çok bildik kalıpları ve çatışmaları kullanıyor. Daha en başında karakterlerin hikayelerini nereden kuracağı, nereye bağlayacağı çok belli. Gençliğinde ailesinin baskısına isyan eden karakter, bugün kızına baskı kuruyor, gençliğinde şişman olan, bugün zayıf, gençliğinde zengin olan, bugün fakir vs. vs.
Dediğim gibi, bu hikaye aksları çok belli ama zaten film, size çok orijinal bir şey anlatıyorum demiyor. Bence gayet keyifle izlenebilecek, iyi bir ana akım film örneği. Olur a, Ivanushki International'ı biliyor ve seviyorsanız, ekstra keyif alırsınız. Bizdeki karşılığını şöyle düşünün, Hepsi grubunun bugün yeniden yaptığı bir tur ve onları takip eden eski kız arkadaşların hikayesi. Gerçi tam karşılığını bulmak için, grup biraz daha eski olmalı ve boyband olmalı. O tanımı karşılayan "Birkaç İyi Adam" vardı ama onlar da yeteri kadar ünlü değildi diye hatırlıyorum. Hepsi örneği daha uygun.

Lavinya:
Ah be. Şu film, kilit anlarda farklı seçimler yapsa, farklı düğmelere bassa, son dönemdeki güzel sürprizlerden biri diyebilirdim, demek de çok isterdim. Elde, cin-min, saçma sapan efektler falan olmadan, sağlam bir gerilim filmi yapma fırsatı varmış. Direkten dönmüş.
Film, biri çocuğunu kaybetmiş, diğeri çocuk bekleyen iki çiftin hikayesini anlatıyor. Bu çiftlerin arasındaki bağlantıyı ise, daha ilk 5 dakikada net bir şekilde veriyor. İlk falsosu da bu bence. O olayı, biraz daha cepte tutsa, merak unsurunu arttıracakmış. O olay, filmdeki bir karakterden gizleniyor çünkü. Karakterin duygusuna ortak olmak için, seyirciye de filmin ortalarında açık edilmeliydi bence.
İkinci falso da, aile draması kısmına çok ağırlık verip, bir yerden sonra gerilimi unutması. Halbuki filmin ortalarında bir yerde, iki erkeğin karşı karşıya geldikleri bir sahne var ki, harika bir gerilim kurulmuş orada. Her an, bir patlama olacak diye bekliyorsunuz. Filmin en iyi sekansı ama oradan sonra, tüm gerilim duygusunu aşağı çekiyor. Aslında tam tersi, o sahneden sonra, gerilimin artarak devam etmesi gerekirdi. Karakterlerden birinin, o ana kadar tüm yaptığı şeyler boşa düşüyor çünkü.
Üçüncü falso ise final. Filmi açık uçlu bırakacaksan da böyle olmamalı. Sanki bir sahne daha varmış da biz izlemedik hissi veriyor.
Yönetmen Can Varol'un bundan önceki filmlerini de fena bulmamıştım. Burada özellikle yukarıda bahsettiğim sahne gibi, birkaç sahnede daha, potansiyeli olduğunu gösteriyor ama işte başta dediğim gibi, bazı yanlış tercihler, filmi aşağı çekiyor.
Sen de mi?:
Biri şerefsiz, diğeri saf iki ortağın hikayesi.
102 dakikalık filmimizin senaryosu şu şekilde gelişiyor:
for i=1 to 7
-Paramı ver.
-Bekle, vericem.
Saf ortağın, üçüncü bir şahısla konuşma sahnesi.
-Paramı ver.
-Para yok.Saf ortağın, üçüncü bir şahısla konuşma sahnesi.
next
7 rakamını attım ama gerçekten bu döngü 6-7 kere tekrarlanıyor, sonda bir dava sahnesi ve kapanış. Bu paramı ver muhabbetinin hepsi de bir kahvede geçiyor. Tüm filmde 1-2 mekân daha var, o kadar. Düzenbaz karakteri, dava sahnesine kadar, kahve dışında bir mekânda hiç görmüyoruz. Öyle ki bir ara, bu karakter, diğerinin kafasında uydurduğu bir karakter olabilir mi falan diye düşünmekten kendimi alamadım. Sürekli aynı şeyi izlememizin bir nedeni olmalı dedim. Yooo, değilmiş.
Bazı filmlere, kısa film hikayesini çekiştirerek uzatmışlar deriz ya, burada kısa filmi dolduracak bir hikâye bile yok. Filmin jenerik müziği her şeyi özetliyor zaten. Sözler aşağı yukarı şöyle (şaka değil): "Cengiz, para nerede? Çarşamba dedin, Perşembe dedin, vermedin"
Tek bir şey övmem gerekirse, Burak Demir'in filmin birkaç gömlek üstündeki oyunculuğu. O şerefsiz, kaypak adamı çok güzel canlandırmış. Cidden nefret ediyorsunuz.
Bu arada, filmin bazı seanslarına blok halinde bilet satıldığını fark ettim. Birkaç seansta, aynı sayıda ve yan yana koltukların satılması, tesadüf olamaz. İspat edemem ama sanki bir yerlere toplu satış yapılmış. Seyirci sayısına bakınca şöyle bir durum var: İlk hafta sonu 1.279 kişi izlemiş, haftanın geri kalanında ise, buna sadece 43 kişi eklenmiş. Sadece bu bile, ilk hafta sonundaki seyirci sayısında bir yapaylık olduğunu işaret ediyor.

National Theatre Live: Dear England:
Yine Başka Sinema’daki canlı kaydedilmiş tiyatro gösterilerinden biri ile haftayı bitirelim. Gareth Southgate dönemindeki İngiltere milli takımının hikayesi, üç saate yakın bir tiyatro oyunu haline getirilmiş. İzlemeden önce, sadece soyunma odası üzerinden gidecek sanmıştım. Öyle değilmiş, saha içini falan da sahneye yansıtmışlar.
Minimal bir dekor kullanmışlar ama dekor malzemelerinin yerini sürekli değiştirerek, sahneyi döndürerek, ışık ve projeksiyon kullanarak, bazen soyunma odası, bazen basın toplantısı, bazen de saha içi atmosferini yaratmayı başarmışlar. Saha içi kısmında, gol atılan anlar da var ama büyük kısmını penaltılar oluşturuyor. Yazar James Graham, anlatmak istediği pek çok şeyi, penaltı anının gerginliği ve büyük psikolojik yükü üzerinden anlatmış.
Oyun, kulüp oyuncularının o kimlikten sıyrılıp, milli takımın bir parçası olmalarını anlatırken, beklendiği gibi, arkadaşlık ve yardımlaşma konularına giriyor. Futbolcuların psikolojik olarak güçlü olmalarının, en az fiziksel güç kadar önemli olduğunu da vurguluyor. Ama, futbol sadece futbol değildir diyerek, ırkçılıktan, sınıf farkına, hatta Brexit sürecine kadar pek çok konuya, çok derinlikli olmasa da giriyor. Hatta şöyle diyeyim. Dönemin İngiltere başbakanları, çok kısa da olsa, oyunda birer karakter olarak gözüküyorlar.
Benim açımdan şu da güzel oldu. Dünya ve Avrupa kupalarını, az çok (çok az da olabilir) takip ediyorum aslında ama İngiltere son kupalarda ne yaptı, aklımın en ufak bir köşesinde bile kalmamış. O kısımlarda, maçların nasıl biteceğini bilmediğim için gayet sürprizli oldu. O maç sonuçlarını ezbere bilenler, oyunun üç saatlik süresinde biraz sıkılabilir belki. Ama gayet dinamik bir oyun. Seyirciyi boş bırakmıyor.
Yalnız seyirci sayısı epey azdı. En fazla 7-8 kişiydik. Halbuki daha önceki NTL oyunları tıklım tıklım oluyordu. E, ülkede futbol seven de çok var. Bu oyunun da dolmasını beklerdim ama galiba futbol sevenler ve tiyatro sevenlerin kesişim kümesi çok fazla değilmiş.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar