SÜPER KÖTÜLER, KAHRAMAN ŞÖVALYELER VE DİĞERLERİ
Sinemalar yeniden açıldığında seyirci sayısı fena değil demiştik ama ilk özlemin giderilmesi sonrası, sayıların giderek düştüğünü görüyoruz. Bunda yazın klasik etkisi kadar, vizyona giren filmlerin seyircilerin çok ilgisini çekmemesi ve pandemide vaka sayılarının artmasının da etkisi olabilir. Seyirci kitlesinde kalıcı bir düşüş olup olmadığını görmek için, sonbaharı beklememiz gerekecek galiba. Sinema gündeminde yeni bir şey de olmadığına göre, biz yine vizyondaki filmlere göz atmaya devam edelim.
The Suicide Squad:
2016 yılındaki ilk Suicide Squad filminin beğenilmemesi sonrasında devam filminin geleceğinden çok emin değildik ama özellikle Harley Quinn karakterinin beğenilmesi ve daha fazla filmde kullanılması isteği, ikinci filmin de yolunu açmış gözüküyor. Ama bu kez yönetmen koltuğunda, Guardians of the Galaxy serisi ile tanıdığımız James Gunn var.
Karşımızdaki film, ilk filmden iyi mi? Evet (gerçi bunu başarmak çok zor değildi zaten)
James Gunn, doğru tercih mi? Kesinlikle.
Filmi sevdim sevmesine de beklentiyi fazla tuttuğumdan da olabilir, umduğumun biraz altında kaldı. Bunda fragmanlarda iyi esprilerin büyük bir kısmını kullanmalarının da etkisi olabilir. Girişteki sürpriz diyebileceğimiz bölüm dışında filmin ilk yarısı, bunu biliyorum, eee bunu da biliyorum şeklinde geçti. O yüzden biraz daha saklı tuttukları ikinci yarı ve özellikle final kapışmasında daha çok keyif aldım. Fakat Gunn karakterleri patır patır harcadığı için, tehlikede olanlar ile ilgili bir bağ kurmak pek mümkün olmadı. Aslında duygusal yük, Ratcatcher 2 karakterinin omuzlarına yüklenmiş. Karakteri canlandıran, daha önce tanımadığım Daniela Melchior da üzerine düşeni yapmış ama sadece o yetmemiş. Diğer oyuncular da karakterlerine cuk oturmuşlar bu arada. John Cena, iyi bir aktör olmamasına rağmen burada, tam karaktere göre bir seçim mesela.
İlk film çakılınca James Gunn'a daha çok özgürlük vermişler belli ki. Burada Marvel'den daha çok serbestçe kendisini gösterebilmiş, adeta Troma günlerindeki saçmalık seviyesine ulaşmış (Troma filmlerini seven biri olarak, saçmalığı iyi anlamda kullanıyorum). İlginç bir şekilde, Amerika’nın dünyanın geri kalanını kendi oyun alanı gibi kullanmasına, işler kötü gittiğinde kendilerine dair tüm izleri silmelerine eleştiriler de getirmiş.
Netice olarak, hala sinema salonlarına dönmediyseniz, bu iş için ideal filmlerden biri.
Still Here (Kayıp Kız):
Esasen karşımızda, günümüzün gündemdeki meselelerine uygun, kâğıt üzerinde iyi bir fikir var. Kaybolan siyahi bir genç kız, basın konuyu ele alana kadar olayı önemsemeyen polisler, olayı çözmek isterken eline yüzüne bulaştıran gazeteci ve acılı baba. Bu durum ve karakterlerden iyi bir film çıkabilirmiş ama olmamış. En büyük sorun oyunculuklardaki yetersizlik. Baba karakteri ve birkaç yan karakter dışındaki oyunculuklar, özellikle gazeteci ve polisler o kadar kötü oynanmış ki, filmin tüm gerçeklik duygusunu yerle bir ediyorlar. Hadi soruşturmadaki beceriksizlikleri, ilk kontrol edilmesi gereken şeyin atlanmasını hikâyenin bir parçası olarak kabul edelim diyeceğim ama durum ciddiye bindikten sonra da polisler büyük hatalar yapmaya devam ediyorlar. Ayrıca filmin, ırkçılık karşıtı bir teması olmasına rağmen, polislerden birinin ırkçı olması bir yerde soruşturmanın ilerlemesini sağlıyor ki, bu durum filmin mesajını açısından sorunlu bir durum yaratıyor.
Şöyle diyeyim: Halen sinema salonlarına dönmediyseniz, bu film o film değil.
The Green Knight (Yeşil Şövalye):
David Lowery, Kral Arthur döneminde geçen hikayelerden Sir Gawain ve Yeşil Şövalye’nin yeni bir beyazperde uyarlaması ile karşımızda.
Bana film tavsiyesi sorulduğunda zaman zaman kullandığım bir kalıp var: "İyi film de çok sana göre değil ya". David Lowery, tam da bu kalıba uygun bir film çekmiş. Seveni çok sevecek ama ne bu böyle diyen de çok olacak. Çünkü ilk bakışta, ana akım seyirciye de hitap edebilecek bir konusu var. Kahraman bir şövalyenin maceraları. Posteri de bu doğrultuda. Ama filme dönüp baktığınızda, önemli olan kahramanın iç yolculuğu diyen, aksiyon sekanslarının yok denecek kadar az olduğu bir film. Bu tarz bir anlatıyı seven seyirci mest olacaktır. Bir anlamda karanlık bir masal anlatırken, sinemanın tüm olanaklarını çok iyi kullanmış. Görüntüler, müzik ve ses kullanımı çok başarılı. Evet, görüntüler pek çok kişinin belirttiği gibi karanlık ama bilinçli olarak karanlık. Lowery ve görüntü yönetmeni Andrew Droz Palermo dönemin aydınlatmasına uygun bir şekilde, özel anlar dışında kapalı alanlarda ek aydınlatma kullanmamışlar. Bu da loş bir görüntüye yol açmış ama ellerine karanlık içindeki ışıkları kullanmak gibi bir silah vermiş. Bunu da çok iyi yapmışlar ama tadına varmak için mutlaka iyi bir salonda izlemek lazım.
Bir yandan da alt metni çok yoğun, yoruma çok açık bir film. Ama bazı detayları seyirciden gizliyor. En basit bir örnek: Her ne kadar Sir Gawain'in hikayesini anlatsa da Kral Arthur döneminde geçen bir hikâye anlatmasına rağmen, bir kere bile Arthur adı geçmiyor. Zorunlu değil ama yine de öncesinde efsane hakkında biraz bilgi tazelemek iyi olabilir. Ben filmi izledikten sonra, kafamdaki soruları cevaplamak için 1-2 detaya baktım mesela.
David Lowery de enteresan bir yönetmen bu arada. Bu filmi ya da A Ghost Story'yi çekebiliyor ama Pete's Dragon'u da çekebiliyor. Bundan sonra da Disney için Peter Pan çekecekmiş hatta. Günün birinde, ana akım seyirciye hitap edecek bir Kral Arthur filmi çekse şaşırmam mesela.
Snake Eyes: G.I. Joe Origins:
Yeni bir G.I. Joe filmi görseydim diye yanıp tutuşan ya da Snake Eyes'ın nasıl Snake Eyes olduğunu çok merak ediyorum diyen varsa, işte o film. Hiç öyle bir merakım olmadığı için, benim için vasatın ötesine geçemeyen bir aksiyon oldu. Gerçi, bu filmi merakla bekleyen 3-5 kişi varsa, onlar için de hayal kırıklığı olduğunu tahmin ediyorum. Hikâye zaten çok zayıf ama iyi çekilmiş birkaç aksiyon sekansı görürüz desek, o da yok. Henry Golding'den iyi bir aksiyon starı çıkmamış. Yan kadrodan bu tip rollerle tanıdığımız birkaç oyuncunun ise kendilerini yeterince gösterebilecekleri bir alan yok.
Bir de yaş sınırını yükseltmeyelim diye, dövüşlerin büyük kısmının kılıçlarla olduğu bir filmde neredeyse hiç kan akmayınca, tuhaf bir şey çıkmış ortaya.
Ankara’dan Etkinlikler:
Ankara’daki vizyon dışı sinema etkinlikleri, sayısı artarak devam ediyor. Hangisine gitsek acaba diye tercih yapmamız gereken bir duruma bile geldik ki bu da pandemi öncesi günleri hatırlatan bir durum bizim için. İşte haftanın etkinlikleri:
Cermodern açık hava sineması programı:
16 Ağustos Pazartesi: An Israeli Love Story (İsrail’e Özgü Bir Aşk Hikayesi)
17 Ağustos Salı: Lübnan Semaları (Skies of Lebanon)
Mülkiyeliler Birliği açık hava gösterimleri:
15 Ağustos Pazar: Bir Yenilginin Anatomisi
ODTÜ Mezunları Derneği, Vişnelik açık hava gösterimleri:
16 Ağustos Pazartesi: A Song is Born (Bir Şarkı Doğuyor)
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN