SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

SUNDANCE FİLM FESTİVALİ 2023 İZLENİMLERİ-2

12 Şubat 2023 Pazar 10:56
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen hafta, Sundance Film Festivali izlenimlerimize başlamıştık. Bu hafta da vakit kaybetmeden yarışmalı bölümlerden ve Prömiyerler bölümünden izleyebildiğim filmlere bir göz atalım. Belgesel meraklılarından özür dileyeyim. O bölümlerden az film izlemişim.

 

KURMACA FİLM YARIŞMASI (AMERİKAN SİNEMASI):
A Thousand and One:

Festivalin bu bölümünde, en iyi film seçilen A Thousand and One, siyahi bir anne-oğulun hikâyesini anlatırken, bir yandan da New York’un yıllar içindeki değişimini arka planına koyuyor. Terry, sosyal hizmetler tarafından, koruyucu aileye verilmiş, altı yaşında bir çocuktur, annesi Inez, hayatını yoluna koymaya karar verdikten sonra, onu bırakmak istemez, kaçırır ve onun için sahte belgeler ayarlar. Inez’in tanıştığı Lucky’nin de baba figürü olarak hayatlarına girmesi ile, mutlu bir aile tablosu oluşturmaya başlarlar. Ama bir yandan New York’un değişimi, bir yandan da geçmişlerindeki sır, giderek onları köşeye sıkıştırmaya başlar.
Yazar-yönetmen A.V. Rockwell, iyi bir karakter çalışması getirmiş karşımıza. Film boyunca farklı evrelerini gördüğümüz anne-oğul ilişkisi çok iyi işliyor. Bir aile dramının arka planına, toplumsal bir değişimi koyma konusunda da başarılı. Başroldeki Teyana Taylor, şarkıcılıktan geliyormuş. Şaşırtıcı derecede iyi bir oyunculuk sergiliyor. Terry’nin farklı yaşlarını, üç farklı oyuncu canlandırıyor. Onlar da başarılı. Özellikle birini ön plana çıkartmak gerekirse, 17 yaşındaki halini canlandıran, Josiah Cross’u söylemek gerek. Finaliyle de göğsümüze oturup giden bir film. Benim için de bu bölümün en iyilerinden biriydi.

Shortcomings:
Filmlerde, sinemaya meraklı bir karakter görünce, ona baştan kanım ısınıyor. Bu filmin başkarakteri Ben için de böyle oldu. Kendisi bir sinema müdürü, evinde Criterion filmleri izliyor, sinema kültürü sağlam vs. Harika bir karakter derken, film ilerledikçe toksik erkek halleri ortaya çıkmaya başladı. Sürekli benmerkezci, dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen, özellikle gönül ilişkilerinde karşı tarafı asla anlamaya çalışmayan bir karakter. Kız arkadaşı Miko, daha aklı başında bir karakter olup, hayallerini kovalasa da o da Ben’e yalanları sıralaması ile bir soğukluk yaratıyor. Filmin en tutarlı karakteri ise Alice. O da lezbiyen olmasına karşın, ailesine bunu belli etmemeye çalışıyor ve Ben’i erkek arkadaşı olarak tanıtıyor.
Özellikle hikâyesini takip ettiğimiz karakterin, son derece itici halleri olmasına rağmen, Shortcomings gayet eğlenceli bir film. Onun çevresi ile ilişkilerini, düştüğü içler acısı durumları, bir komedi çerçevesinde anlatırken, karakteri yargılamıyor da. Aynı zamanda bir çizgi roman uyarlaması olan bu film de doğru tanıtımla, yılın konuşulan bağımsızlarından biri olabilir.

Sometimes I Think About Dying:
Daisy Ridley, yapımcılığını da üstlendiği bu filmde, zor bir rolün altına girmiş. Çevresinden kopuk, iletişim kurmakta zorlanan, çok az konuşan, depresif bir karakteri canlandırıyor ve bunu çok ekonomik bir oyunculukla yapıyor. Belli ki Star Wars sonrası, çok iyi projelerle buluşamayınca, kendisini oyuncu olarak ispatlayacağı bir rol istemiş. Ridley'nin oyunculuğu da filmin en iyi yanı zaten. Ofislerdeki yalnızlığı vurgulayan set tasarımlarını ve görüntü yönetimini de övebiliriz. Ama Ridley'nin canlandırdığı Fran karakterinin, yeni işe başlayan Robert ile yakınlaşması filmin 91 dakikalık, çok da uzun olmayan süresini doldurabilecek bir hikâye sunmuyor. Böyle olunca da, film tekrarlara düşüyor. İzledikten sonra, filmin bir kısa filmden uyarlandığını öğrendim. Görünen o ki uzun metraja çevirmek için, çok da bir şey eklenmemiş.
Filmin temposu da yavaş ama yukarıda tanımladığım özelliklerdeki bir karakteri anlatan bir film için uygun bence. Orada bir sorun görmedim. Sonuç olarak, Daisy Ridley'nin şu ana kadarki muhtemelen en iyi performansını izlemek için bir şans verilebilir.

The Persian Version:
Festivalin, Kurmaca Amerikan Filmleri bölümünde seyirci ödülünü ve senaryo ödülünü alan film. Gerçekten de seyirciyi içine çeken filmlerden biri. Benim de bu bölümdeki en sevdiğim filmdi. Hem son derece eğlenceli, hem de seyircinin duygusal damarına da itina ile dokunan bir yapım. Finalde ağladığımı itiraf etmeliyim (spoiler değildir, ağlama nedenim, ilk akla gelen şey ya da duygu sömürüsü değil).
Film yıllar önce Amerika’ya taşınmış, İranlı bir ailenin öyküsü. Önce, ailenin kızı Leila’nın hikâyesini izliyoruz. Bir şekilde ailesine kabul ettirip, eşcinsel bir evlilik yapmayı başarmış, sonra ondan boşanmış, şimdi de bir drag queen ile tek gecelik bir ilişki yaşayıp hamile kalmış. Şu cümle bile, ne kadar ilginç bir karakter olduğunu gösteriyor. Ailenin diğer üyelerine bir şekilde kendini kabul ettirmiş olsa da annesi ile sürekli bir çatışma halinde. Film ilerleyip, annenin hikâyesini öğrenmeye başladıkça, çok genç yaşta evlenen bu kadının da kendi mücadelesini yaşadığını görüyoruz.
Film farklı kuşaklardan İranlı kadınların mücadelesini gözleriminiz önüne getirirken, farklı anlatım teknikleri de kullanıyor. Dördüncü duvarı defalarca yıkıyor, seyirci ile diyaloğa giriyor, hatta anlatıcıyı bile değiştiriyor. Müzik kullanımı da seyirciyi yakalamaya yönelik. Bu tarz bağımsız filmlerin yıl içindeki başarıları, tanıtımlarına çok bağlı oluyor ama bu filmin iyi bir seyirci kitlesine ulaşacağından eminim.

Theater Camp:
Çocukların bir yaz boyu gidip, bir oyun sergiledikleri ve sosyal ilişkilerini geliştirdikleri bir tiyatro kampının sahibinin saçma bir nedenle komaya girmesinden sonra, ayakta kalma çabalarını anlatan eğlenceli bir mockumentary. Yazar-yönetmenler Molly Gordon ve Nick Lieberman'ın Christopher Guest filmlerinden etkilendikleri açık. Onlar kadar iyi mi tartışılır ama kampın komada olan sahibinin hayatını anlatmayı hedefleyen oyun bile, başlı başına komik. Bu oyunun sahneye konma süreci yanında, bir yandan da kampın finansal sorunlarını aşmaya çalışmasını izliyoruz.
Bu tip filmlerin olmazsa olmazı, enteresan karakterler. Öğretmenler ve öğrenciler de bu şekilde kurulmuş zaten. Bazı esprilerde epey gülerken (mesela, müzikalde oynayan bir çocuğun heteroseksüel olarak coming out olması), bazılarında meeeh dedim. Filmin genelinde de, espri anlayışı uyanların daha fazla keyif alacağını tahmin ediyorum.

 

BELGESEL FİLM YARIŞMASI (AMERİKAN SİNEMASI):
Victim/Suspect:

Taciz ve/veya tecavüz suçlaması ile polise başvurup, yalan söylediği sonucuna varılıp tutuklanan kadınlarla ilgili bir belgesel. Genç gazeteci Rae de Leon, Amerika'da bu tarz çok fazla olay olduğunu fark edip araştırmaya başlıyor.
Bu tip haberler gördüğümüzde, genelde bu kadınların yaptıkları, kadın hareketine zarar veriyor deriz ama görünen o ki, bu olayların büyük kısmı, pek de gözüktüğü gibi değil. Polisin yaptığı sorguların kamera kayıtlarında gördüğümüz kadarıyla, polisler mesaisinin çoğunu, kadınların ifadesindeki tutarsızlıkları aramak için harcıyor. Erkeğe yaklaşımları ise, "bu işi yaptın mı, demek yapmadın, tamam o zaman, gidebilirsin" şeklinde. Bir örnekte, kadının ifadesi 3 saatten uzun sürerken, suçlanan erkeğin ifadesi 20 dakikadan kısa sürüyor mesela. Genç kadınlar da polisin kendisine inanmadığını düşününce, ortada somut da bir delil olmayınca, şikâyetlerini geri çektiklerinde, yalan söylemiş konumuna düşüyorlar.
Elbette olayların yüzde yüzü böyle değildir, gerçekten yalan söyleyen kadınlar da olabilir ama belgeselde sistemin yine temelde kadının karşısında olduğunu görüyoruz. Belgesel bunu anlatırken, merkezine genç gazeteciyi koymuş. Gördüğüm kadarıyla bu biraz eleştirilmiş. Belgeselin öznesi, olayları yaşayan kadınlar olmalıdır denmiş ama bence yönetmenin seçiminde bir problem yok. Çünkü belgesel, bir yandan da bir gazetecilik belgeseli. İyi bir gazetecilik ile olaylara farklı açıdan bakmanın ve bir şeyleri değiştirmenin mümkün olduğunu gösteriyor.
Belgesel bir Netflix yapımı. İlerleyen günlerde orada yayınlanacakmış. Bu nedenle belgeseli, seyirciyi yakalayacak bir hikâye örgüsüne bağladığını da kabul etmek lazım. Gazeteciyi, seyircinin özdeşleşebileceği bir karakter olarak kullanıyor aslında.

 

KURMACA FİLM YARIŞMASI (DÜNYA SİNEMASI):
Animalia:

Festivalin ilginç filmlerinden biri. Hikâyeye baktığımızda bir bilim-kurgu aslında, hatta bir uzaylı istilası hikâyesi. Fas’a uzaylılar geliyor, doğumuna az bir süre kalmış olan bir kadın da kocasından uzak kalmış ve ona ulaşmaya çalışıyor. Ama bu hikâyede, uzaylıları hiç görmüyoruz, sadece dünya üzerindeki etkilerini hissediyoruz. Bir tehdit ile karşılaşan bir kadının, kocasına ulaşma çabalarını anlatan bir yol filmi de diyebiliriz hatta. Hayvanlar da filmin önemli bir parçası. Dış dünyadan gelen tehditler, onları da etkiliyor ve farklı davranışlar sergiliyorlar.
Bir eleştiride, Cloverfield benzetmesi yapıldığını gördüm. Bir anlamda öyle. Dışarıda dünyayı etkileyecek bir olay olurken, küçük ve insani bir olaya odaklanıyor ama onu da dışarıdaki olaydan bağımsız anlatmıyor. Bir bilim-kurgu yapmak için, pahalı setlere, büyük özel efektlere ihtiyaç olmadığının bir kanıtı gibi. Başrolde Oumaïma Barid’in başarılı performansını da övmeliyiz. Tüm film, onun karakteri üzerine kurulu ve o da filmi taşımayı başarıyor.

Bad Behaviour:
Geldik, Sundance'in en kötü eleştiriler alan filmlerinden birine. Ben o kadar da kötü bulmadım diyerek başlayayım. Alice Englert'i yönetmen olarak ilk kez izliyoruz ama oyuncu olarak fena değildir. Jennifer Connelly ve Ben Whishaw zaten iyi oyuncular. Bu kadrodan gelecek filmle ilgili beklenti daha büyüktü, o beklentiyi karşılamadı demek daha doğru belki de. Alice Englert'in Jane Campion'ın kızı olması da beklentiyi arttırmış olabilir. Çok anlamlı değil ama armut dibine düşmüş mü diye merak ediyor insan.
Film iki koldan ilerliyor. Bir tarafta Jennifer Connelly'nin canlandırdığı, eski bir çocuk yıldız olan Lucy'nin kendime döneyim, doğayla bütünleşeyim çabaları içinde bir gurunun yönettiği (o da Ben Whishaw zaten) bir kampta yaşadıklarını izliyoruz. Diğer tarafta da Alice Englert'in kendisinin canlandırdığı, Lucy'nin kızı Dylan'ın dublörlük yaptığı filmin setinde yaşadıklarını izliyoruz. Ama film, bu ikinci aksa yeteri kadar önem vermiyor, kıyıda köşede bırakıyor sanki. İki tarafı birleştirdiğinde film esas derdine doğru ilerliyor ama bunu yapmakta çok geç kaldığı için, en azından kızın tarafı yine de zayıf kalıyor. Buraya gelene kadar, seyircinin ilgisini kaybetmiş olabileceğini de kabul ediyorum.
Jennifer Connelly/Ben Whishaw tarafı ise ikilinin oyunculuklarının da etkisi ile gayet iyi gidiyor. Whishaw, şarlatan mı, değil mi çizgisinde duran karakteri iyi vermiş. Jennifer Connelly ise ödüllük bir oyunculuk sergilemiş bence. Özellikle sinirlendiği sahne, tam ödül verenlerin seveceği, ödül törenlerinde gösterilen kliplere konabilecek bir sahne. Hatta film sevilseydi, bu yılın oyuncu olarak konuşulan isimlerinden biri bile olabilirdi bence.

Mamacruz:
Görüntülü konuşma yapabilmesi için İnternet'le tanıştırdığınız dini bütün büyükanneniz, kazara porno videolarla karşılaşsa ve karşılaştığı şey hoşuna gitse ne olur? Bu soruya, İspanya'dan gelen bir cevap. Afişe de sızan, İsa'nın bir arzu nesnesi haline gelmesi gibi konular üzerinde daha çok dursa, tam bir tabu yıkıcı film olabilirdi ama daha çok, belli bir yaşa gelmiş bir kadının kendi cinselliğini ve vücudunu keşfetmesi üzerine bir film. Bu da bir tabu denebilir elbette. Filmlerde, belli bir yaşa gelen insanların, özellikle kadınların, cinsellikle ilişkilerinin kesildiği varsayılır genelde. Son zamanlarda bunu yıkan filmler çoğalmaya başladı. Bu da onlardan biri.
70-80 yaşlarında bir grup kadının, hiç çekinmeden cinsellik konuştuğu sahneler, gayet iyi yazılmıştı. Cruz'un kendisini keşfettikten sonra, kızının seçimlerini daha iyi anlaması da filmin önemli noktalarından biriydi. Başrolde Kiti Mánver'in sürüklediği film (ki gençlik yıllarını, Almodóvar'ın kimi filmlerinden hatırlamak mümkün), çok riskli alanlara girmeden ilerlese de gayet keyifli bir film.

Mami Wata:
Nijerya’dan gelen bu film, ülkenin kendi mitlerinden yola çıkıyor. Mami Wata, bir su tanrıçası. Dünyada onu temsil eden bir kadın aracılığı ile insanları iyileştiriyor, çocuğu olmayan kadınlara çare oluyor. Iyi köyünde onun temsilcisi olan Mama Efe, gücünü kaybetmeye başlayınca köy halkının inancında bir kırılma başlıyor. Mama Efe’nin kızı ise, eğitimli bir genç nesil olarak, zaten en baştan beri bu miti şüpheyle karşılıyor. Köye gelen yabancı adamın, para toplayıp hastane yapalım, yol yapalım vaatleri de ortaya çıkınca, filmin geleneksel ve moderni karşı karşıya getireceği anlaşılıyor.
Ancak bu karşılaşma beklendiği gibi sonuçlanmıyor. Yabancı adamın vaatleri çok güzel ama para somut olarak eline geçince, durumlar değişiyor. Yönetmen C.J. "Fiery" Obasi, çatışmanın bir tarafına acımasız kapitalizmi koyuyor belli ki. Diğer tarafa da ruhani bir gücü koyunca, duracağımız yer belli oluyor ama izlerken, bir üçüncü yol daha olmalı diye de düşünmeden edemedim doğrusu. Filmi geleneksel yapıda güçlü olan kadınların, modernizm ile güçlerinin azalması ama sonradan küllerinden doğmaları ve gücü tekrar eline almaları şeklinde de okumak mümkün.
Film, çok ufak bir sahne dışında, tümüyle siyah-beyaz olarak çekilmiş ve görsel estetiği son derece başarılı. Zaten yarışmada da görüntü yönetimi ödülünü aldı. Daha önce çoğunlukla korku filmleri ile karşımıza çıkan yönetmen açısından, fantastikten uzaklaşmadan toplumsal konulara değinen bu film, bir sıçrama tahtası olabilir.

Scrapper:
Festivalin Dünya Sineması bölümünün büyük ödülünü alan bu film, bir baba-kız hikâyesi anlatıyor. Annesi öldükten sonra, sosyal hizmetleri, bir yetişkin ile yaşadığı yönünde kandırmayı başaran 12 yaşındaki Georgie’nin, hiç görmediği babasının ortaya çıkmasından sonra, onunla yakınlaşmalarını anlatan bir film. Aslında bu tip filmlerin beklediğimiz tüm kodlarını kullanıyor. Büyümüş de küçülmüş bir kız çocuğu ve çok genç yaşta, beklemediği bir şekilde baba olmuş, aslında hiç büyüyememiş bir adam. Başta birbirlerini sevmeyen bu ikili, zamanla ayrılamaz olurlar. Aslında, her iki karakter açısından da bir büyüme hikâyesi izleriz.
Kesinlikle insanın içine işleyen bir film ama ne içeriği ne de anlatım tarzı olarak, yeni bir şey sunmuyor. İyi bir senaryo ve başarılı oyunculukları olduğunu da unutmayalım yine de. Seyirci ödülü almış olsa, hiç şaşırmazdım ama jürinin büyük ödülü, biraz şaşırttı. Seyirci ödülünü de benim izleyemediğim bir anne-kız hikâyesi aldı gerçi.

Slow:
Dünya Sineması bölümünde yönetmen ödülünü alan bu film, Litvaya’dan geliyor. Sinemada her hikâye anlatıldı derken gerçekten şaşırtıcı, daha önce görmediğimiz bir hikâye ile karşımıza çıktı. Aslında bir aşk hikâyesi ama taraflardan biri aseksüel. Elbette sinema tarihindeki her filmi izlemiş olamam ama, ana karakter olarak bir aseksüel karakteri kullanan bir film, hatırlamıyorum ben. Cinsel olarak aktif bir dansçı olan Elena, işaret dili çevirmeni olan Dovydas ile tanışınca aralarında hemen bir çekim olur. Ama Dovydas, en baştan aseksüel olduğunu belirtir ve cinselliğin herhangi bir şekline karşı bir ilgisi olmadığını söyler. Elena, doğru kadınla tanışmamışsın henüz gibi yaklaşsa da Dovydas’ın gerçekten cinsellikle ilgili bir isteği ve beklentisi yoktur ama Elena’yı sever ve hatta kıskanır ama cinselliğin olmadığı bir aşk, devam edebilecek midir?
Slow, yeni bir şey anlatırken, bunu iyi bir sinema ve iyi oyunculuklarla anlatıyor. Benim için, rahatlıkla, bu bölümün en sevdiğim filmi oldu. Festivallere gelir umarım.

 

BELGESEL FİLM YARIŞMASI (DÜNYA SİNEMASI):
Fantastic Machine:

Festival seçkisi erişime kapanmadan, son izlediğim film bu oldu. Çok doğru bir seçim yapmışım kendi adıma. Kameranın icadından bugüne gelen süreçte, insanların kamera ile ilişkisini, giderek seyirci konumundan, kameranın öznesi konumuna gelmelerini anlatan, çok iyi bir belgesel. Özellikle sinemanın ve görüntünün gücü üzerine düşünüyorsanız, çok keyif alırsınız. Bir yandan, görüntünün insanları manipüle etme gücünü de gösteriyor. Bu konuda Hitler’den çıktığı yolu, Trump’a kadar getiriyor. Özellikle sosyal medya ve cep telefonları ile herkesin kendine ait bir kamerasının ve seyircilerinin olması ve aslında hepimizin rol yaptığı bir çağa geldiğimizin de üzerinde duruyor. En doğal olanımız bile, kadrajın içine alma ve almama kararları ile gerçekliği, ister istemez bozuyor.
Filmin yönetmenleri Axel Danielson ve Maximilien Van Aertryck, çok iyi bir arşiv çalışması yapmışlar belli ki. Bazılarını çok iyi bildiğimiz, toplumsal hafızamıza işlemiş, bazıları İnternet’in gizli saklı yerlerinde kalan yüzlerce görüntüyü, muhtemelen binlerce görüntü arasından seçip, çok iyi kurgulamışlar. Kurguyu yapan Mikel Cee Karlsson’u da tebrik etmemiz lazım tabii ki.

 

NEXT:
Divinity:

Steven Soderbergh'in yapımcılarından biri olduğu, çok acayip bir B-sınıfı bilim-kurgu filmi. Filmin moduna girebilen sevecektir diye tahmin ediyorum ama bende çalışmadı.
Bir kez daha, distopik bir gelecekteyiz. Bir bilim insanı, ölümsüzlük getirecek bir ilaç üzerinde çalışmış ama projeyi bitiremeden ölmüş. Oğlu da projeyi geliştirip, büyük bir reklam kampanyası ile pazarlamış ve çok para kazanmış. Filmde onun malikânesini basan iki kardeşi izliyoruz. Amaçları tam olarak belli değil. Bir de yine amaçlarını anlayamadığımız, başlarında Bella Thorne'un olduğu, kadınlardan oluşan bir grup var. Bir yandan da kapitalizm eleştirisi var gibi sanki ama o da muğlak. Aslında filmin konusu, çok da önemli değil. Görselliği ve tarzı sizi yakalarsa devam edersiniz. Seveni olacaktır ama sevmeyeni daha çok olacaktır.
Bu arada filmin önemli rollerinden birinde Emily Willis var ki, Soderbergh'in içinde olduğu diğer bazı filmlere bakarak, porno sektörünü yakından takip ettiğini söyleyebiliriz. Eee, ben mi nereden tanıyorum? Bu soruyu geçelim…

Kim's Video:
Harika bir sinefil belgeseli izleyeceğim diye başladım, ilk kısmında da çok keyif aldım ama sonuna kadar aynı heyecanı koruyamadım. Kim's Video, VHS ve DVD'nin altın çağlarında, New York'da açılmış bir video dükkânı. Özelliği, koleksiyonunda çok zor bulunan filmleri barındırması. Çalışanları ve müşterileri arasında bugün sinema dünyasında önemli yere gelmiş isimler var. Hatta dijital yükselirken, kapanmak zorunda kaldığında, Coen'lerin dükkâna epey borcu da varmış.
Film, o günleri anlatarak başlıyor ki, en çok keyif aldığım kısımlar da buralar oldu zaten. Dükkân kapanma noktasına geldiğinde, sahibi Yongman Kim, arşivi belli şartlarda devretmek istiyor. Arşivin fiziksel olarak zarar görmeyecek şekilde saklanması bu şartlardan biri. Dükkânın mevcut müşterileri istediği zaman bu filmleri izleyebilecek, halka açık olacak vs. vs. Tuhaf bir şekilde İtalya'da Sicilya'nın bir kasabası buna talip oluyor ve tüm arşiv, İtalya'ya taşınıyor. Bu filmin yönetmenleri de arşivin bugünkü durumunu görmeye gidiyorlar. Durum içler acısı. Arşivin üzerine kilit vurulmuş, kimse erişemiyor ve makul bir fiziksel arşiv değil. Görünen o ki, o yıllarda bu arşiv, içine mafyanın da karıştığı bir olaylar silsilesinin ortasında kalmış. Aslında filmin İtalya kısmı da ilginç ama o kadar iyi anlatılamamış. Bu kısmın daha derli toplu bir anlatıma ihtiyacı varmış.
Filmi, ortak yönetmenlerden David Redmon'un anlatımı ile takip ediyoruz. O da karşımızdaki olayları sürekli sinema tarihinin önemli filmlerinden anlarla karşılaştırıyor. Tipik bir sinefil davranışı belki. Bu anlatım tarzı da başta çok hoşuma giden unsurlardan biriydi ama yine film ilerledikçe, fazla zorlama gelmeye başladı.
Neticede ortada çok iyi bir belgesel çıkabilecek bir malzeme varken, ortalamanın biraz üzerinde bir belgesel çıkmış diyelim.

Kokomo City:
Festivalin, Next başlıklı bölümünde seyirci ödülü alan bu film dört siyahi trans seks işçisinin, yaşadıklarını, hayata bakışlarını anlattıkları bir belgeseldi. Her ne kadar bir yönü ile, konuşan kafalar belgeseli olsa da, müzik sektöründen gelen yönetmen D. Smith, hem canlandırmalarla, hem müzik kullanımıyla, hem de bu dört kişinin dışındaki bazı isimlerle, dinamik bir anlatım kurmayı başarmış. Ayrıca, siyah-beyaz görselliği de başarılı bir şekilde kullanmış.
Bu dört kişinin hayata bakışı, birbirinden farklı olsa da, beraberce değerlendirildiğinde siyahi trans topluluğuna geniş kapsamlı bir bakış haline dönüşebiliyor. Özellikle, siyahi bir trans olmanın iki açıdan da azınlık olmak anlamına geldiği, hatta çoğunlukla siyah kadınlar tarafından da dışlandıklarına vurgu yapılıyor. Elbette, toplumun ikiyüzlü bakışını da vurgulayan bir belgesel.

 

PRÖMİYERLER:
A Little Prayer:

Çoğunlukla Junebug’un senaryo yazarı olarak bildiğimiz Angus MacLachlan, yazıp yönettiği bu yeni filminde bir aile dramasına farklı bir açıdan yaklaşıyor. Temelde izlediğimiz hikâye, evine bağlı bir kadın ve onun sorumsuz ve karısını aldatan kocası üzerinden yürüyor. Ama MacLachlan, bir kuşak öncesini de hikâyenin ana karakterleri haline getiriyor. Karı-koca ve erkeğin ailesi olarak beraber yaşayan bir aile konumundalar. Böyle bir durumda, geleneksel ailede, erkeğin haksız olsa bile, ailesinin desteğini almasını bekleriz. Oysa burada anne-baba da oğullarının hatalarının farkında ve gelinlerinin yanındalar. Hatta aldatma olayından önce babanın haberi oluyor ve duruma müdahale ediyor.
Küçük ama samimi ve hayatın içinden bir film. Tüm oyuncu kadrosu da çok iyi. Özellikle Jane Levy, David Strathairn ve Celia Weston üçlüsü. Aldatan kocada Will Pullen, onların bir adım arkasında kalıyor. Klasik bir söylemle, tam bir Amerikan bağımsızı diyebiliriz.

Landscape With Invisible Hand:
Festivalin, çok iyi bir çıkış noktası var dediğim ama devamını getiremeyen filmlerinden biri daha. Yine bir uzaylı istilası söz konusu. Ancak bu sefer distopik filmlerden alışık olduğumuz bir istila değil. Dünyada hayat, eskisine benzer şekilde devam ediyor aslında. Ama yönetenler ve yönetilenler değişmiş. Tüm sistemi uzaylılar yönetiyor, insanların hepsi de bir nevi işçi sınıfı. Hatta uzaylılar, doktor gibi nitelikli mesleklerde çalışanlara şoförlük gibi meslekler yaptırmaktan keyif alıyorlar. Ancak uzaylılarda aşk gibi duygular yok ve buna ilgi duyuyorlar. Filmimizin kahramanları Adam ve Chloe isimli iki genç de uzaylıların kendilerini sürekli olarak izlemesini sağlayacak bir canlı yayın açarak, onları aşk hikâyelerine ortak ederek para kazanıyorlar. Fakat bir süre sonra aşkları devam etmeyince, işler karışıyor. Evet, çok da üstü kapalı olmayan bir reality show eleştirisi.
Tüm bu fikirler gayet iyi ve potansiyel vaat eden fikirler. Ama film ilerledikçe bunların üstüne yeni bir şey katamıyor ve aynı yerlerde dönüp durmaya devam ediyor. İşin komedi kısmı hakkında da benzer cümleler kurmak mümkün. Böyle olunca da ilginç çıkış noktasına karşın, seçkinin orta karar filmlerinden biri olarak kalıyor.

Passages:
Yönetmen Ira Sachs, yeni filminde bir aşk üçgeni ile karşımızda. Aşk üçgenimiz, evli bir çiftin arasına giren bir kadın şeklinde ama şöyle bir detay var: Evli çiftimizin ikisi de erkek. Evet, Franz Rogowski ve Ben Whishaw, yıllardır beraber olan çiftimizi, Adèle Exarchopoulos ise öteki kadını canlandırıyor. Başrolde Franz Rogowski’nin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü iki ilişkinin de tam ortasındaki karakter, onun canlandırdığı Tomas. İki sevgilisinden de bir türlü kopamayan, aslında onlardan çok kendisini seven, hatta esas derdinin, asla yalnız kalmamak olduğunu söyleyebileceğimiz bir karakter. Hatta iki ilişkide de karşı tarafı hiç umursamadığını bile söylemek mümkün. Zaten bir film yönetmeni olan Tomas’ın ekibine nasıl davrandığını gördüğümüz ilk sahne bile, onun hakkında yeterli bilgi veriyor.
Oyuncu performansları ve senaryosu ile öne çıkan bir film olduğunu söylemek mümkün. Özellikle Rogowski ve Whishaw çok başarılılar. Ira Sachs da hikâyeye hizmet eden, kendini çok da ön plana çıkarmayan bir yönetmenlik tarzı benimsemiş. Dikkatimi çeken şeylerden biri, cinsel sahnelerde, kameranın ve oyuncuların konumlanışı oldu. Böyle sahnelerde eril bakış açısından bahsederiz genelde. Ira Sachs’in cinsel yönelimini düşününce, onun bakış açısının farklı olması da çok şaşırtıcı değil. Bu sahnelerde, daha ziyade erkek bedenlerini görüyoruz. Hatta kadın bedenlerini sömürmemek için özel bir dikkat gösterilmiş gibiydi.

Rotting in the Sun:
Sebastián Silva'nın yeni filmi, gerçekle kurduğu bağlantı açısından, ilginç bir film. Silva, filmin başrollerinden birinde oynuyor ve kendisinin bir versiyonunu canlandırıyor aslında. Kendi adıyla oynuyor ve yine bir yönetmen. Filmin diğer başrolü Jordan Firstman. O da gerçekte bir sosyal medya starı imiş ve aynı şekilde kendi adıyla, kendisinin bir versiyonunu canlandırıyor.
Diğer kilit oyuncu Catalina Saavedra ise, bir hizmetçiyi canlandırıyor. Tıpkı Silva'nın en bilinen filmi The Maid'de olduğu gibi. Filmdeki Sebastián Silva, intihara meyilli bir yönetmen ve bir gün ortadan kayboluyor. Yeni arkadaşı Jordan da onu bulmaya çalışırken, hizmetçiden şüphelenmeye başlıyor. Ama Silva burada bir gizem kurmaya çalışmıyor. Seyirci en baştan beri, filmdeki Silva'ya ne olduğunu biliyor. Burada hikâye çoğunlukla, karakterlerin farklı diller konuştukları için yaşadıkları iletişimsizlik ve kalabalık içindeki yalnızlıklar üzerinden gidiyor. Bunda da kısmen başarılı ama yine beklenen patlamayı bir türlü yapamayan filmlerden. Final de fazla düşük perdeden bence.
Bir not daha düşmeden geçemeyeceğim. Bir filmi değerlendirirken bu da yazılmaz diyeceksiniz ama 15-20 dakikalık çıplak gay plajı sahnesinde, sinema tarihinde, herhangi bir filmde gördüğümüz (belki pornolar hariç), en fazla sayıda penisi görmüş olabiliriz! Film dijitale çıktığında, birisinin çıkıp bunu sayacağından ve IMDB'de trivia kısmına yazacağından emin gibiyim.

You Hurt My Feelings:
Nicole Holofcener, yeni filminde bir kez daha Julia Louis-Dreyfus ile çalışmış (önceki için bkz. Enough Said). Ortada yine keyifle izlenen bir film var ama tam da potansiyeline ulaşamamış sanki. Öncelikli olarak, kısmen başarılı sayılabilecek bir anı kitabı yazdıktan sonra ikinci kitabını bir türlü bitiremeyen Beth ve onun terapist olan kocasına odaklansa da aslında kendilerine güvensiz dört kişi ve yalanları üzerine kurulu bir film. Beth iyi bir yazar olduğundan emin değil, kocası iyi bir terapist olduğundan emin değil vs. vs. 
Konu edilen yalanlar da, kimi zaman hepimizin söylediği yalanlar. Eşimizin, dostumuzun, sevgilimizin yaptığı bir işe kötü demek çok da kolay değildir ya her zaman. Peki bu durumda, dümdüz doğruyu söylemek mi daha kırıcı olur, yoksa zamanla yalanınızın ortaya çıkması mı? İşte bu soruların etrafında dolaşıp duran bir film. İyi oyunculuklar, başarılı bir senaryo, bunlar tamam da sanki filmin yükseldiği bir noktaya ihtiyaç varmış. Türkiye'de vizyona girerse ya da dijitale gelirse izleyin derim ama izlemezseniz de büyük bir kayıp değil. Öyle, ortada kaldığım filmlerden biri.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar