SUNDANCE FİLM FESTİVALİ 2023 İZLENİMLERİ-1
Bu sene de geçtiğimiz iki senede olduğu gibi, Sundance Film Festivali’ni çevrimiçi olarak takip etme olanağım oldu. Çoğunlukla Amerikan Bağımsız Sineması’na yer açan bu festival, Dünya Sineması başlığı altında da gösterimler yapıyor. Geçtiğimiz yıllarda, tür filmleri açısından da çok iyi örneklere rastlamıştık. Bu hafta yarışma dışı bölümlerdeki filmlerden Geceyarısı Sineması ve Spotlight bölümlerinde izlediklerimize bir bakalım. Kısa filmlere ve dizilere de değinelim. Haftaya da yarışmalı bölümlere ve Prömiyerler bölümüne bir göz atarız.
MIDNIGHT:
Bu bölüm, adından da anlaşılabileceği gibi, tür filmlerine ayrılmış durumda. Korku ağırlıklı olsa da, farklı türleri de bu bölümde bulmak mümkün. Bu sene, bu bölümde yer alan tüm filmleri izledim.
Birth/Rebirth:
Ölüme çare bulmak isteyen bir doktorun hikâyesi. Akla kaçınılmaz olarak hemen Dr. Frankenstein geldi değil mi? Evet, çok klişe tabirle, bir modern Frankenstein hikâyesi de diyebiliriz. Film o kadar klişe değil ama iyi mi? Tartışılır.
Annesinin ölümünden beri, onu da denek olarak kullanarak ölümü yenmeyi amaçlayan, sonra bir domuzu hayata döndüren, sonrasında da küçük bir kızda aynı şeyi yapmaya çalışan bir doktor ve kızın annesinin çabalarını izliyoruz film boyunca. Yönetmen Laura Moss, 1-2 sahne dışında klasik bir korku filmi yapmaktan özellikle kaçınmış. Daha ziyade, gizli-saklı yürüyen bu süreci, işin etik boyutunu, bir hayatı kurtarmak için, başka bir hayatı ne kadar tehlikeye atabiliriz sorularını işlemiş. Ama bu konularda çok da derine inemiyor, ilk akla gelen sularda dolaşıyor. Böyle olunca da bildik bir korku filmi olmamayı başarsa da ortaya çıkan sonuç da yeterince ilgi çekici olamıyor.
In My Mother's Skin:
İzlemişse, Guillermo del Toro'nun epey sevdiği bir film olmuştur diye tahmin ediyorum. Ya da tersinden söyleyelim. Bu filmin yönetmeni Kenneth Dagatan, Del Toro'yu, özellikle Pan'ın Labirenti'ni çok seviyor.
Neden? Film temel olarak bir peri masalı anlatıyor ama sert ve korkutucu bir peri masalı. Hikâye, Filipinler tarihinin sert bir döneminde, Japon işgali sırasında geçiyor. Ana karakterimiz, genç bir kız ve doğaüstü yaratıklarla konuşup, annesine yardım etmeye çalışıyor. Herhalde yeterli bir benzerlik.
Aslında filmin başlarında kızın karşısına çıkan periyi görünce, bu nedir yahu, kostümlü müsamere mi dedim ama film ilerleyip, kan gövdeyi götürmeye başlayınca, perinin başta o şekilde görülmesinin bilinçli bir tercih olduğunu anladım.
Filmin fantastik-korku kısmı özellikle ikinci yarısında, anne-kız ilişkisini de işin içine katarak, çok iyi gidiyor ama arka plana koyduğu dönemi ve o dönemin atmosferini daha iyi vurgulamasını umardım. Pan'ın Labirenti'ni o kadar iyi yapan unsurlardan biri de buydu.
Infinity Pool:
Brandon Cronenberg yeni filminde, şiddetin ve cinselliğin sınırlarını zorlamış. Zaten anladığım kadarıyla, bizim izlediğimiz kopya sinemalarda gösterilemeyecek, sonradan dijitale gelecek. Amerikan sinemalarından bahsediyorum, bu versiyonun bizde zaten vizyon şansı yok. Belki festivallere gelir ama.
Filmin konusundan çok fazla bahsedip sürprizleri açık etmeyeyim. Egzotik bir tatil beldesinde, bir kazaya karışan bir çiftin, bundan sıyrılma çabaları diyeyim kabaca ama hikâye çok farklı yerlere gidiyor.
Aslında Cronenberg'in filminde de, son zamanlarda çokça gördüğümüz zengin sınıfı eleştiren bir taraf var. İzlediğimiz şey bir yandan, bir zenginler eğleniyor hikâyesi. Aralarındaki Alexander Skarsgård, karısının servetinden dolayı oraya gelebilmiş, çulsuz bir yazar aslında. Yazarlığı da çok başarılı değil zaten. Bu yüzden de kendine güvensiz, kırılgan bir erkekliği olan bir karakter. Filmin diğer aksı da buradan yürüyor zaten. Skarsgård, Northman'deki alfa erkek hallerinden sonra, burada kendine güvensiz bir karakteri de başarıyla canlandırmış. Perdede göründüğü anda tekinsizlik hissi veren Mia Goth da rolüne pek yakışmış.
Filmi sevdim sevmesine de, sert sahnelere alışık olmama rağmen yine de bazen, bu noktalara gitmeye gerek var mıydı diye de düşündüm. Anlatıya hizmet etmekten çok, provoke edici sahnelerdi bazıları. Brandon Cronenberg'in önceki filmi için de benzer şeyleri düşünmüştüm. Evet, babasından gelen bir yönetmenlik kumaşı var ama hikâyelerin arka planını onun kadar iyi dolduramıyor. Ama belli ki, her yeni filmini merakla beklediğim isimlerden biri olacak.
My Animal:
Korku filmlerinde karakterlerin vücutlarındaki değişimin, üstü kapalı bir cinsellik vurgusu içermesi, çoklukla karşılaştığımız bir metafor kullanımı. Kanada’dan gelen bu film de bunun üzerinden ilerliyor. Yaşadıkları kasabada, zaten farklı cinsel yönelimi nedeniyle ötekileştirilen Heather, aynı zamanda başka bir gizem daha barındırıyor. Her dolunayda evden çıkması yasaklanıyor, gerekirse ailesi tarafından zincirleniyor. Gizeminin ne olduğunu tahmin etmek, çok zor değil herhalde. Zaten yönetmen Jacqueline Castel de bunu bizden gizlemek için çaba harcamamış ama finale kadar da karakterin tam bir dönüşüm yaşadığını görmüyoruz. Belki de hoşlandığı diğer genç kadın Jonny ile olan ilişkisini belli bir yere taşıması da bu dönüşüm için tetikleyici oluyor.
Castel görsel olarak son derece etkileyici bir film çıkarmış ortaya. Özellikle renklerle oynayarak kurduğu atmosfer çok başarılı ama aynı şeyi senaryo tarafında söylemek zor. Aslında, oyuncuların desteğiyle karakterlerini de iyi kuruyor ama yine iyi bir finale bağlanamıyor. Hatta film, tam şimdi başlayacak dediğiniz anda bitiyor adeta. Bu nedenle, seçkinin ilginç filmlerinden ama daha iyi olabilirdi diyorum.
Onyx the Fortuitous and the Talisman of Souls:
Yönetmen Andrew Bowser’in Youtube için yarattığı Onyx the Fortuitous karakterinin, ilk uzun metrajlı filmi. Birbirini hiç tanımayan farklı özelliklere sahip 5 kişi, gizemli bir büyücünün evine bir ziyaret hakkı kazanırlar ve olaylar gelişir. Eğlenceli bir korku-komedi. Eğlenceli ama kime göre eğlenceli? Kullandığı mizah çok 80’ler mizahı. Annesinin bodrumunda yaşayıp, belli bir yaşa gelmesine karşın, halen bakir kalan nerd karakteri üzerinden yürüyen mizah, o kadar çok kullanıldı ve eskidi ki. Halbuki Onyx karakterinin tüm olayı bu. Ama film bunu çok farkında olarak yapıyor. Filmin içine 80’lerin ikonik korku filmi oyuncularından bazılarını koymak, koskoca bir sekansı, Meat Loaf’un I'd Do Anything for Love klibinin parodisine ayırmak (gerçi o 90’lar), o yılların görsel efektlerinin benzerini yapmak, hep bu farkındalığın göstergesi.
2023 yapımı bir film olarak, o kadar da yükselmedim filme ama 80’lerde çekilip bugüne kalmış bir film gibi bakarsanız, çok eğlenceli. Kısaca şöyle diyeyim. Yukarda bahsettiğim Meat Loaf şarkısının klibini, Youtube’a bakmadan hatırlayabiliyor ve şarkıya eşlik edebiliyorsanız, bu sizin filminiz.
Polite Society:
Hayali dublörlük yapmak olan genç bir kızın, ablası sanat okulunu bırakıp evlenmeye kalkınca, önce düğünü engelleme, sonra da ablasını düğünden kaçırma çabalarını anlatan, çok eğlenceli bir aksiyon komedi. Kızları için, hayırlı bir damat hayal eden anneler, oğullarına hiçbir kızı layık görmeyen, sağlıklı çocuk doğurabilsin yeter diyen kayınvalideler. Hepsi çok tanıdık değil mi? Eh, kültürler de benziyor bir şekilde.
Film türler arası geçişler yapıyor. Bir gençlik filminden, dövüş sanatları filmine, müzikalden, bilim-kurguya atlayabiliyor. Ama bu geçişler son derece doğal gelişiyor. Başka bir filme benzetmek gerekirse, aklıma ilk gelen Scott Pilgrim oldu mesela.
Hikâye de, ablası hayırlı bir kısmet bulunca, onu kıskanan küçük kardeş gibi başlasa da başka bir yere evriliyor. Hatta karşısına, beklemediğimiz bir baş kötü karakter de çıkartıyor.
İyiliği kötülüğü bir yana, Sundance programında, en eğlendiğim film oldu. Seyirciyi hemen yakalıyor. Tanıtımı iyi yapılırsa, yılın konuşulan filmlerinden birine dönüşebilir.
Run Rabbit Run:
Beraber yaşayan bir anne-kızın hayatı, kızın yedinci doğum gününde, kapılarında hediye olarak bir tavşan bulmaları ile değişir. Kız giderek başka biri gibi davranmaya başlayacak, hiç görmediği büyükannesini özlediğini söyleyecektir.
Şimdilik, IMDB ve Letterboxd'da Sundance'ın en az puan alan filmlerinden biri ama ben yarattığı tekinsiz atmosferi sevdim. Küçük kızda Lily LaTorre'nin, annesinde Sarah Snook'un performansları da etkili. Öyle çok büyük korku anları yok ama gizemini kurduğu kısımlar gayet başarılı. Ama o gizemi uzun süre taze tutamıyor. Evet, çözümü finale saklıyor ama bu tarz filmlere az-çok aşina iseniz, yıllar önceden saklanıp gelen olayın ne olduğunu anlamak çok zor değil. Sıkıntı, filmin seyirciden daha zeki olduğunu düşünmesi. Yine de bir korku filminde, en önemli şeyin atmosfer olduğunu düşündüğüm için, filme ve yönetmene pozitif bakıyorum.
Bu arada, gençliğimizde hayran olduğumuz kadınlardan Greta Scacchi de demansın eşiğindeki büyükanne rollerine çıkmaya başladıysa, yaşlanmışız be!
Talk to Me:
Takip edebildiğim kadarıyla, bu bölümün en sevilen filmlerinden biri. Aslında korku filmlerinin çok kullandığı bir temadan yola çıkıyor. Eğlence için doğaüstü bir oyun oynayan gençleri izliyoruz. Bir yerlerden içi doldurulmuş bir el bulunmuş (hikâyesini sonra öğreniyoruz). Bu eli tutup "konuş benimle" diyen kişi, ruhlarla iletişim kurabiliyor. Bu gençlerden biri de yakın zamanda annesini kaybetmiş ve onunla iletişim kurmak istiyor. Ki, bu da başka bir korku filmi klişesi. Ve elbette, öbür dünyaya bir kapı açmanın sonu, hiç hayırlı olmayacaktır.
Peki, bildik bir konudan yola çıkan bu film neden bu kadar beğenildi ve iki büyük festivalin (Berlin'de de gösterilecek) programına girdi? Çünkü gerçekten etkili ve beklenmedik korku anları yaratmış. Giriş sahnesi kendi başına çok etkili zaten. Oraya nasıl bağlanacağını da uzun süre merak ettiriyor. Film ilerledikçe de gerçekten rahatsız edici sahneler mevcut. Bu tarz filmleri seven biri olarak, zaman zaman ekrandan gözümü kaçırdığımı söyleyebilirim. Fakat, kendi başına etkili olan bu sahneleri, toplamda iyi bir hikayeye bağlayabiliyor mu, ondan şüpheliyim. Yönetmenlerin, çok izlenen RackaRacka isimli bir Youtube kanalı varmış. Gördüğüm kadarıyla orada, 5-10 dakika civarında videolar var. İlk uzun metrajlarına, oradaki alışkanlıklarını taşımış gibiler. Belli ki iyi bir yönetmenlik kumaşları var. Sonraki filmlerinde, daha çok seveceğimi tahmin ediyorum.
SPOTLIGHT:
Bu bölümde, geçtiğimiz sene, önemli festivallerde gösterilmiş filmler arasından yapılan bir seçki yer alıyor.
L'Immensità:
Aslında bu film Türkiye'de vizyona girecek ama vizyon haftasında başka bir planım olduğunu fark ettiğim için, Sundance seçkisinde yakalayayım dedim. Bu aralar Başka Sinema seçkisindeki filmler, bir haftada ortadan kayboluyor çünkü diye de ekleyeyim. En azından, Ankara’da öyle.
Film, 70'lerde bir İtalyan ailesinde, baskıcı, şiddet eğilimli ve karısını aldatan bir babanın gölgesindeki annenin ve çocuklarının hikâyesini anlatıyor. Öncelikli olarak da kızı ile pardon, oğlu ile olan ilişkisini. Evet, film bir yandan da trans çocuklar vardır diyor. Penélope Cruz, Almodóvar filmleri dışındaki en iyi performanslarından birini sergiliyor ama filmin esas dikkat çeken oyuncusu, cinsel kimliğini keşfetme ve çevresine kabullendirme sürecindeki Adri'yi canlandıran Luana Giuliani. Genç oyuncunun ilk rolüymüş ama çok başarılı.
Film, zaman zaman epey karanlık yerlere gitse de hayata olumlu bakma çabasını hiç kaybetmiyor. Bu olumlu havada, film boyunca kullandığı, dönemin İtalyan popüler şarkılarının da etkisi var.
Fakat filmin finali aceleyle toparlanmış gibi geldi. Annenin final bölümünde yaşadıkları ya da Adri'nin hikâyesi tam bir sonuca erişmeden, film bitiyor. Hayat devam ediyor şeklinde bitebilir elbette ama yine de en azından bazı konuların daha net kapanmasını beklerdim.
Other People's Children (Les enfants des autres):
Artık çocuk sahibi olmak için son yıllarında olan bir kadının, yeni erkek arkadaşının kızı ile olan yakınlığını anlatan bir drama. Film, orta yaşlı iki karakterin aşk hikâyesini anlatacak gibi başlasa da, ilerledikçe kadın ve çocuğun kurduğu bağa odaklanıyor. Derdini çok yüksek perdeden anlatmayan, hayattaki küçük anlara odaklanan bir film. İlk izlediğim filmlerinden beri hem çok iyi bir oyuncu, hem de çok güzel olduğunu düşündüğüm Virginie Efira, burada da her iki özelliğini de gösteriyor.
Bu tarz filmlerde ilk akla gelen şekilde bitmemesi de bir artı. Bu da hayat devam ediyor şekilde biten filmlerden ama karakterlerini de belli bir dönüşümden geçirtip, makul bir final yapıyor. Finalde, “başka insanların çocukları” kalıbına farklı bir anlam yüklemiş olması da güzel bir detay.
KISA FİLM SEÇKİLERİ:
Animation Short Film Program:
Sundance'deki kısa animasyon seçkisinde, çok farklı tarzlarda animasyonlar vardı. Bu seçkide, tarz olarak biraz daha geleneksel olanları sevdiğimi fark ettim. Farklı denemeler bana biraz uzak kaldı.
Christopher at Sea, bir kargo gemisinde yolculuk yapan bir adamın, kendisini ve cinselliğini keşfetmesini anlatıyordu. Hem animasyon tarzı olarak, hem de seyirciye geçirdiği duygu ile seçkideki en sevdiğim film oldu.
Garrano, sıcağın göbeğinde ağır bir işe koşulan bir at ve ormanda yangın çıkarmak üzere olan bir adamı gören bir çocuk etrafında şekillenen bir filmdi. Kendine özgü ve etkileyici bir animasyon tarzı vardı.
The Sea on the Day When the Magic Returns, Güney Kore'den gelen bir baba-kız hikâyesiydi. Gerçeklikle, büyülü bir dünyayı güzel bir şekilde harmanlayan, duygulu bir animasyondu.
BurgerWorld, biraz Beavis and Butt-Head havası hissettiğim bir filmdi. Bir burger zincirinde çalışan iki gencin, tesadüfen "Burger Dünyası"na geçmesini ve sebzelerin, etlere karşı ayaklanmasının(!) lideri olmalarını anlatan, saçma ama saçma olduğu kadar eğlenceli bir yapımdı.
Seçkide bundan sonra bahsedeceğim filmlerin bana çok hitap etmediğini söyleyebilirim. Son zamanlarda, hatırlama ve hafıza ile ilgili çok fazla film görüyoruz. By Water için, bu akımın kısa animasyon kanadından gelen bir temsilcisi diyebiliriz. fur için de bir büyülü gerçeklik filmi diyebiliriz. Yine tarzını çok sevemedim. Well Wishes My Love, Your Love ve Oxytocin ise, sevememekten öte, izlerken görsel olarak rahatsız olduğum filmler oldular. Farklı tarzlar arayanlar, sevebilir.
Midnight Short Film Program:
Festivalde, uzun metrajlar dışında, kısalarda da bir Geceyarısı bölümü oluşturmuş. Bu bölümdeki filmleri genelde sevdim diyebilirim.
In the Flesh, küvette mastürbasyon yapmaya başlayan bir kadının, boruların patlayıp küvete pis su dolması sonrasında yaşadıklarını, çıktığı fantastik yolculuğu anlatıyordu. Kadının geçmişi ile hesaplaşmasını bir yandan korku filmi kalıplarını kullanarak, bir yandan da kara komedi olmayı da başararak anlatan bu film, seçkinin en iyilerinden biriydi.
A Folded Ocean, Cronenberg görse bayılırdı dediğim bir body-horror örneğiydi. İki sevgilinin, önce kollarının birleşmesini, giderek iki vücudun, tek bir vücut haline gelmeye başlamasını anlatan film, kimi seyirciler için izlemesi epey zor olabilecek sahneler içeriyordu.
Geceyarısı kısaları denince aklınıza sadece korku türü gelmesin. Pipes, cinsellikle ilgili bir kısaydı mesela. Bir tesisatçının tamir için gittiği yerin, bir gay club çıkması sonrası yaşananlar, çok muzip bir animasyona dönüşmüştü. Sadece 4 dakika sürmesine rağmen, bir gay club'a "tıkalı boruları açmak" için giden bir tesisatçı deyince, aklınıza gelebilecek her türlü cinsel göndermeyi bulabileceğiniz bir mizahı vardı. Seçkinin en eğlendiğim filmi oldu.
Unborn Biru, tipik denebilecek bir lanet öyküsüydü. Hem karnındaki çocuğu, hem de küçük kızını beslemek için, ölü bir kadının eşyasını çalan bir kadın lanetlenir ve olaylar gelişir. Hikâye çok ilginç olmasa da, tedirgin edici sahneler içeriyordu.
Power Signal, 20 dakikalık bir kısaydı ama bir uzun metrajın girişi gibi de duruyordu. Bir moto kuryenin, müşterisi ile yaptığı tuhaf anlaşma sonrası, kadınlara bulaşan bir hastalığı ve muhtemelen dünya dışı bir varlığı keşfetmesini anlatan filmden, ilerde uzun metraj çıkarsa, şaşırmam.
Seçkinin en tuhaf filmi, Claudio's Song'du galiba. 10 dakikalık süresine mafya filmi olarak başladı, karanlık bir müzikale döndü ve gizemli bir örgütün ayinine doğru ilerledi. Her biri, kendi içinde ilginçti ama çok bütünlüklü gelmedi bana.
INDIE EPISODIC PROGRAM:
Bir süredir büyük festivallerde, dizi bölümleri de karşımıza çıkabiliyor. Bu yılki Sundance programında da dört dizi vardı. Bunlardan birini izledim.
Chanshi:
Chanshi, Aleeza Chanowitz'in yazıp başrolünde oynadığı, genç bir Yahudi kadın hakkında bir dizi. İlk dört bölümünü izledik.
Son yıllarda, kendi kültürü üzerinden mizah kuran yapımlar çokça karşımıza çıkıyor. Bu da onlardan biri. Chanshi, Brooklyn'de Yahudi camiasında yaşayan, çok da gönüllü olmadığı bir evliliğe doğru ilerleyen bir genç kadın. Fakat hayalinde, İsrail'e gitmek var. Bu kadar da değil. Asıl hayali, İsrail'e gidip, askerlerle birlikte olmak. Ama pasif görevdeki askerlerle de değil, silah kullanmış, çatışmaya katılmış olacaklar. İsrail'de yaşayan eski bir arkadaşı da evlenmek üzere olunca, bu bahane ile İsrail'e gidiyor ve olaylar gelişiyor.
İlerleyen bölümlerde, hoşlandığı adam, dini bütün bir Yahudi çıkınca, bu sefer de onun suyuna gitmeye çalışıyor. Özellikle modern bir kadının dinle ilişkisi ve Amerika ve İsrail Yahudileri arasındaki kültür farkı, epey eğlenceli sahneler çıkarmış ortaya.
Her bölüm eşit derecede başarılı değildi ama genel olarak, umut verici bir başlangıç denebilir. Dördüncü bölümde, İsrail'de evlenmek üzere olan arkadaşının lezbiyen olduğunu öğrendiğimize göre, olaylar iyice karışacak. Türkiye'de bir yerlerde yayınlanır mı bilmiyorum ama denk gelirse, devamını izlerim. Ama bir yerde yayınlanmazsa, özel olarak sonraki bölümlerin peşine düşmem.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN