SUNDANCE FİLM FESTİVALİ 2022 İZLENİMLERİ- BÖLÜM 2
Geçen hafta başladığımız, Sundance Film Festivali izlenimlerini, bu hafta yarışmalı bölümlerdeki filmler ile bitirelim. Sundance’de kurmaca filmler ve belgesel filmler ayrı kategorilerde yarışıyorlar. Ayrıca Amerikan Filmleri ve Dünya Sineması da ayrı kategoriler oluşturuyor. Yani toplamda 4 farklı yarışma bölümü var. Belgesel kategorilerine biraz üvey evlat gibi davrandığımı itiraf ederek, izlediğim filmlere geçeyim:
KURMACA FİLMLER YARIŞMASI (AMERİKAN FİLMLERİ):
Cha Cha Real Smooth:
Bu bölümde seyirci ödülünü alan, festivalin belki de en çok konuşulan filmi. Büyük ihtimalle, bu yılın en çok adı anılan Amerikan bağımsızlarından biri haline gelecek. Aslında yine alışık olduğumuz bir büyüme, kendini bulma hikayesi. Okuldan sonra bir türlü bir işte dikiş tutturamamış Andrew’in yaptığı en iyi işin parti düzenlemek olduğunu fark etmesi ile bu işe girişmesi, otistik bir kız çocuğu olan, kendisinden yaşça büyük bir kadınla yakınlaşmasını anlatan bir film. Ama ilk görüşte aklınıza gelecek klişelere başvurmadan ilerleyen, karakterlerle hemen yakınlaşacağınız bir film. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Cooper Raiff, aynı zamanda başrolü de üstlenmiş. Henüz 24 yaşındaki Raiff’in adını ileriki yıllarda çok daha fazla duymaya hazırlanalım. Son yıllarda bağımsız kanada ağırlık veren Dakota Johnson yine başarılı. Otistik kızı rolündeki Vanessa Burghardt’ın da gerçekte de otistik bir oyuncu olduğunu da not olarak düşelim.
Halen bir !f festivalimiz olsa kesinlikle oraya çok yakışacak ve orada salonları doldurduktan sonra Başka Sinema’da vizyona girecek bir filmdi. Ama İstanbul Film Festivali’ne gelir diye tahmin ediyorum.
Dual:
Yakın gelecek. Ölümcül bir hastalığınız varsa, sizden sonra yakın çevreniz üzülmesin diye, kendi yerinize bırakacağınız bir klonunuz olabiliyor. Peki iyileşirseniz ya da başka bir nedenle bu fikirden vazgeçerseniz ne olur? Klonunuz yok edilmeyi kabul ederse sorun yok ama o da yaşamak isterse, kanunlar buna izin vermiyor. Ya orijinal ya da klon ölmeli. Bu da televizyonda canlı yayınlanan bir düello ile gerçekleşiyor.
Bu özetten, hatta filmin girişinden sert ve kanlı bir hikaye beklenebilir. Hiç öyle değil aslında. Daha çok kara komedi sularında yüzüyor. Orijinal ve klonu ufak nüanslarla canlandıran Karen Gillan, çok iyi bir performans çıkarmış. Filmin sürekli seyircinin beklentileri ile oynayan yapısı da başarılıydı.
Sundance bu sene resmi olmasa da belli temalar üzerinde toplanabilecek filmler seçmiş. Kötücül ikiz ve insanı insan yapan nedir temaları burada da mevcuttu. Bu bağımsız filmlerin nereden nasıl bir rüzgâr alıp ilerleyecekleri çok belli olmuyor ama bu sene adından söz ettirecek filmlerden biri olabilir.
Palm Trees and Power Lines:
Bu kategorideki, en iyi yönetmen ödülünün sahibi olan film. Bu ödülü almamış olsaydı, izlemeyecektim muhtemelen. Yine kendisinin yönettiği kısa metrajından uyarladığı bu filmde, yönetmen Jamie Dack giderek etkisini arttıran bir yapıma imza atmış. Filmin başında 17 yaşında bir genç kız olan Lea ile tanışıyoruz (Lily McInerny, ilk oyunculuk denemesinde çok iyi). Annesi ile iyi anlaşamıyor, erkek arkadaşı ile çok mutlu değil ama ilişkisini sürdürüyor, yaşadığı yerden de memnun değil. Bir tek en yakın kız arkadaşı ile gerçekten iyi anlaşıyor gibi. Bir gün karşısına 34-35 yaşlarında bir erkek çıkıyor. Nazik, ona değer veren, koruyan, en önemlisi onu dinleyen bir erkek. Kaçınılmaz bir şekilde beraber olmaya başlıyorlar. Yönetmen filmin önemli bir kısmında bu iki karakter arasındaki çekimi normal bir aşk ilişkisi olarak kurarken, arada ufak olumsuz sinyalleri de yerleştiriyor. Kafamızda aradaki yaş farkı ve kızın henüz 18 yaşında bile olmaması bir soru işareti olarak her zaman kalıyor zaten. Hikaye de bir yerden sonra giderek daha vurucu olmasa başlıyor. Hele film bitti derken yaptığı bir final var ki, burada açık etmeyeyim ama karakterin aldığı karar üzerine saatlerce konuşabiliriz.
Yönetmen, oyuncuların performanslarına yer açan ama kritik anlarda doğru tercihler yapan bir stil kurmuş. Çok riskli bir konuyu anlatıyor ve film içinde de yanlış hamlelerle, çok farklı yerlere kayabilecek sahneler var. Bu sahneleri nasıl anlayacağını çok iyi çözmüş. Yönetmenlik ödülünün nedeni de bu seçimler diye tahmin ediyorum.
Blood:
Bir yas sürecini, kaybın üstesinden gelmeyi, yeni birisini hayatına almayı, geçmişinden asla kopmadan, kopamadan, yeni bir hayata başlamayı, duygu sömürüsüne asla başvurmadan, büyük patlamalara girmeden, yavaş yavaş, sessiz ve derinden anlatan bir film. Yönetmen Bradley Rust Gray, bu tip filmlerden beklenen duygu patlamalarına hiç yüz vermemiş. Zaman zaman flashback’lerle, zaman zaman rüyalarla karakterlerin duygu durumuna girmiş. Yeni yakınlaşmaları anlatırken de yine klişe aşk hikayesinden ziyade, arkadaşlığın aşka dönüşmesini doğal bir şekilde ele almış. Bu tercihleri ve hayata yakın tarafları ile biraz ağır tempolu, biraz yoran ama karşılığını da veren bir film.
Ufak bir trivia bilgisi: Yönetmen, söyleşide, gerçekte de benzer süreçten geçen bir kadın oyuncu ile yola çıktıklarını ama sonradan oyuncunun değiştiğini söylemişti. Meğerse o isim Michelle Williams’mış ve hikaye kendisine Heath Ledger sonrası yas dönemini fazlasıyla hatırlatınca projeden çekilmek durumunda kalmış.
Nanny:
Senegal’den Amerika’ya gelmiş bir kadının, kendi çocuğunu ülkesinde bırakmak zorunda kalıp, Amerikalı bir çiftin çocuğuna bakıcılık yapmasını anlatan bir film. Aslında bu tip hikayeleri çok izledik ama burada olaya Afrika kültüründen gelen doğaüstü unsurlar da dahil oluyor. Sanırım jüri bu doğaüstü unsurların hikayeye yedirilme biçiminden etkilenmiş olmalı ki, bu kategorideki büyük ödülü bu filme verdiler. Ben, o kadar yüksek bir yere koymam açıkçası. Filmin en beğendiğim tarafı, Anna Diop’un başarılı oyunculuğu oldu açıkçası. Onun dışında, çok da iz bırakan bir film olacağını zannetmiyorum.
Watcher:
Kocası ile birlikte Romanya'ya taşınan Amerikalı bir kadının, birisinin sürekli kendisini izlediğini hissetmesi ama kimseyi buna inandıramaması sonrası yaşananları anlatan bir film. Bu sefer Geceyarısı bölümünde değil, ana yarışmada ama yine bir gerilim filmi. Aslında filmin temel derdinin, geçen sene yine Sundance'de izlediğimiz Knocking gibi, bir kadının tehlikede olduğuna kimseyi inandıramaması, çok geç olana dek ona psikolojik sorunları olan bir kadın olarak davranılması olduğu söylenebilir. Bu temadan iyi bir film çıkabilir elbette. Hatta geçen haftaki yazıda bahsettiğimiz Resurrection, tam da böyle bir filmdi. Ama bu film o kadar güçlü değil. Kadının hissettiği tehlike ve yalnız kalmışlık hissini, seyirciye yeteri kadar hissettiremiyor. Bir ara kötü adam sandığımız kişi üzerinden farklı bir açılıma gidecek gibi gözükse de finalde yine klasik bir korku filmi kalıbına sıkışıp kalıyor. Kötü olmasa da sıradan.
KURMACA FİLMLER YARIŞMASI (DÜNYA SİNEMASI):
Klondike:
Yabancı festivallerde, Türkiye'den bir film görünce, izlemeye çalışıyorum. Klondike, temel olarak bir Ukrayna filmi ama TRT'nin ortak yapımcılığı ve TC Kültür Bakanlığı desteği var. Yönetmen de yıllardır Türkiye'de çalışan Maryna Er Gorbach zaten. Maryna Er Gorbach'ı, eşi Mehmet Bahadır Er ile ortak yönetmenlik yaptığı filmlerden tanıyoruz. Bu sefer Mehmet Bey sadece yapımcılıkta kalmış. Yine de bir ekip olarak düşünürsek, Klondike için rahatlıkla, bu ekibin en iyi filmi diyebilirim. Hem Sundance, hem Berlinale'ye seçilmesi de bunu gösteriyor aslında.
2014'de Ukrayna ve Rusya arasındaki savaşın başlangıç döneminde geçen filmin iki ülkenin aralarının tekrar gerildiği günlerde gösterilmesi de tatsız bir tesadüf. Ama filme ilgiyi de arttırabilir. Film, evlerinin bir duvarı yıkıldığı halde hala orada yaşamaya devam eden bir aileyi, hamileliğinin son dönemine gelen Irka karakterini odağına alarak anlatıyor. Sadece bir duvarı olmayan bir evde yaşayan iki kişi imgesi bile filmi taşımak için yeterli aslında. Ama Irka'nın kardeşi ile olan görüş ayrılıkları, savaşın bir aileyi bile bölebildiğini göstererek filme bir boyut daha katıyor. Gerçi bu kısımları, konuyu çok bilmeyen Amerikalı seyirci rahat anlayabilmiş midir, çok emin değilim.
Filmin en büyük güçlerinden biri, başarılı görüntü yönetimi. Svyatoslav Bulakovskiy'nin yavaş hareketlerle bize olayları yansıtan, zaman zaman seyirciyi merakta bırakan kamerası ile kurulan anlatım tarzı filme çok uyuyor. Özellikle finale doğru, seyircinin duygularına fazlaca oynayan kısımları fazla bulduğumu söyleyebilirim. Yine de umudu elden bırakmıyor.
Genel olarak, başarılı bir film denebilir. Nitekim festivalden bir yönetmen ödülü ile dönüyor. Ele aldığı konuyu düşünürsek, Ukrayna'nın gelecek yıl Oscar'a göndereceği filmi izlemiş olabiliriz.
You Won’t be Alone:
Sundance'i bu sene, fantastik filmler festivali tadında geçirtecek filmler seçmiştim. Gayet de memnunum. You Won't Be Alone, modern korku filmlerine çok iyi bir örnek. Doğru bir gösterim stratejisi izlerlerse, bu sene adından çok bahsederiz. Temel olarak çocuklara musallat olan yaşlı bir cadı ve onun da cadıya dönüştürdüğü genç bir kızı izliyoruz. Ama bunu bizim saçma sapan korku filmlerindeki gibi bir anlayışla yapmıyor, altını doldurmayı başarıyor. Yaşlı cadıyı bir karakter haline getirebildiği gibi, bir korku figüründen ziyade, yalnız ve üzgün bir varlık olarak betimliyor. Genç cadı ise, farklı insanların ve hayvanların görüntüsüne bürünebiliyor. Dünyayı ve cinselliğini keşfederken, cinsiyetler arası farkı da görebiliyor. Evet, bir korku filminde daha, bu sefer yönetmen erkek olsa bile, yine feminist temalar görüyoruz. Hatta, tam olarak onu demese bile, izlerken o meşhur slogan da aklıma geldi: "Bizler, yakamadığınız cadıların torunlarıyız."
Bu filmi, geçen hafta bahsettiğim Brainwashed filminden hemen sonra izlemiştim. Sinemada eril bakıştan bahseden o filmden hemen sonra, genç kızları izleyip mastürbasyon yapan erkekler sahnesinde, burada da mı kadınları nesne haline getirmiş derken, yönetmen bir anda bir katman daha çıkıp, erkekleri nesne haline getirdi. Bu anlamda Brainwashed'a güzel bir ekleme oldu.
Tytöt tytöt tytöt (Girl Picture):
Festivalin Dünya Sineması bölümünde seyirci ödülünü alan film, 17-18 yaşlarında 3 genç kızı, üç Cuma ve bir Cumartesi günü takip ederek arkadaşlıklarını, kendilerini ve cinselliklerini keşfetmelerini anlatıyor. Seyirci ödülü alması hiç şaşırtıcı değil. Gerçekten festivalin en sıcak, samimi, kendini iyi hisset filmlerinden biri. Konuşulan dil İngilizce olsa, tam bir Amerikan bağımsızı bile diyebilirdik. Kuzey Avrupa filmlerinin mizahı biraz mesafelidir genelde. Bu film o yoldan gitmemiş. Yönetmen de filmi tanıtırken, kızların başına kötü bir şey gelecek bir dünya kurmak istemediğini, o yaştaki kızların arzularını özgürce yaşayıp başlarına kötü bir şey gelmediği bir dünyayı hayal edersek, bunun gerçek olabileceğini söylemişti. Yoksa, özellikle cinsellikten niye zevk alamıyorum diyen kızın yaptıkları, epey riskli hareketler. Ama burada karşısına çıkan erkekler, kötü niyetli olmaktan ziyade, beceriksiz ergenler genellikle. Bu anlamda, yukarıda bahsettiğimiz Palm Trees and Power Lines filminden farklı bir yerde duruyor mesela. Bu arada filmde görünen yetişkin sayısı da çok çok az. Gerçekten de tam bir gençlik filmi.
Başroldeki 3 isim de genç yaşlarına rağmen, epeyce dizide oynamışlar. Belli bir oyunculuk deneyimleri var yani. Filmde birleri ile de iyi bir uyum yakalamışlar. Kısaca, bir festivalde karşınıza çıkarsa, daha ağır filmlerin arasında iyi bir nefes alma fırsatı olur.
Brian and Charles:
Festivaldeki komedi filmleri içinde, yine mizahı bana çok hitap etmeyen filmlerden biri. Aslında karakterleri sevdim. İçine kapalı, tuhaf bir bilim insanı ve yalnızlığını gidermek için yaptığı, kendinden de tuhaf robotu. Fakat, bu karakterleri içine soktuğu durumlar, karşılarındaki kötü adamlar ve kurduğu mizah, sıradan bir animasyon filminden çok da farklı gelmedi bana. Filmin bir sahte belgesel olarak kurulmuş olması da ilk başlardan sonra çekiciliğini yitiriyor. Film, aynı yönetmen ve oyuncu ekibinin 2017 yılında çektiği, 12 dakikalık kısa filmden uyarlama. O filmi izlemedim ama çok sevebileceğimi düşünüyorum. Fikir gayet iyi çünkü ama uzun metraj süresini dolduramamış bence. Ama filmi çok beğenen yorumlar da gördüm. Şunu da kabul edeyim, ileride kült film olma potansiyeli de var. O yüzden, çok bana göre değildi ama mizahı sizi yakalarsa, çok sevme ihtimaliniz de var diyeyim.
The Cow Who Sang a Song into the Future:
Son yıllarda Güney Amerika sinemasında, toplumsal konulardaki olayları fantastikle harmanlayarak anlatmaya yönelik bir yaklaşım var. İyi de sonuç veriyor genelde. Hayvanların ve doğanın ayrı bir karakter haline geldiği bu film için de bu yaklaşımın bir örneği denebilir.
Zaten film, yıllar önce ölmüş bir kadının, bir nehrin derinliklerinden dünyaya dönmesi gibi, doğaüstü bir olayla başlıyor. Ama buradan bir tür filminden ziyade, daha şiirsel bir anlatıya doğru ilerliyor. Özellikle görüntü yönetmeninin de katkısı ile, kirlenmekte olan dünya hakkında etkileyici bir filme dönüşüyor.
Başrolde Mía Maestro da nehirden ilk çıktığı andan itibaren çok karizmatik. Filmde, uluslararası arenaya çıkan her Şili filminde oynaması için, kanun hükmünde kararname olduğundan şüphelendiğim Alfredo Castro da var. Yani, tamam çok iyi oyuncu da biraz yüzünü eskitti sanki.
Finale doğru filmin anlattığı metaforlar arasında kaybolduğumu itiraf edeyim ama izlemekten memnun olduğum filmlerden biri oldu. Hatta festivalde falan karşıma çıkarsa, perdede de izlemek isterim (vizyon ihtimali çok düşük).
Utama:
Utama, Bolivya’nın kuraklıkla mücadele eden bir köyünde yaşayan yaşlı bir çift ve onları şehre taşınmaya ikna etmeye çalışan torunları arasında geçenleri anlatan bir film. Belli ki daha önce çocukları da aynı şeyi denemiş ama başarılı olamamışlar. Komşularından bir kısmı da gitmiş ama onlar kalmaya devam ediyorlar. İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini ele almasının dışında, bir kültürün, geçmişin yok edilmesini de dert edinen, başarılı bir film. Festivallerde bu tarz filmlerde zaman zaman gördüğümüz gibi, belgesele yakın bir tonu var. Oyuncular da ilk defa bu işi yapan isimler. Hatta büyük ihtimalle, o bölgenin gerçek sakinleri. En dikkat çeken yanı da başarılı görüntü yönetmeni. Nitekim görüntü yönetmeni Barbara Alvarez, nice sevdiğimiz filmde de aynı görevi üstelenmiş. Film, aynı zamanda dünya sineması kategorisindeki büyük ödülü de kazandı. Yine vizyon şansı düşük, festival şansı yüksek filmlerden biri.
BELGESEL FİLMLER YARIŞMASI (AMERİKAN FİLMLERİ):
Fire of Love:
Festivalin en çok konuşulan belgesellerinden biri. Katia Krafft ve Maurice Krafft isimli iki volkan bilimcinin hayatlarını ele alan belgesel, bir yandan onların birbirlerine, bir yandan da volkanlara olan aşklarını anlatıyor. Her iki aşk da onları hayata bağlıyor ama ikinci aşk, aynı zamanda onların ölüm nedeni de oluyor. Fire of Love, bir belgesel çekmek için, yeni çekilmiş görüntülere ihtiyaç olmadığını gösteren filmlerden bir diğeri aynı zamanda. Krafft çiftinin keşiflerinde çektiği çok uzun görüntüler var zaten ve hepsi de çok etkileyici. Özellikle bu görüntüler, filmi keşke sinema perdesinde izlesek dedirtti. Zaten filmde de belirtildiği bunları, bir filmin parçası olabilecek şekilde düşünerek de çekmişler çoğunlukla. Ayrıca, yaşadıkları dönemde popüler bilim insanlarıymışlar belli ki. Katıldıkları pek çok televizyon programından alınan görüntüler de mevcut. Yönetmen Sara Dosa, tüm bunları çok iyi birleştirmiş. Zaten film de kurgu ödülü kazandı.
BELGESEL FİLMLER YARIŞMASI (DÜNYA SİNEMASI):
Sirens:
Sirens, Lübnan'ın ilk ve tek kadın metal grubu olan Slave to Sirens grubuna odaklanan bir belgesel. Ümitli olduğum bir belgeseldi aslında. Lübnan'da 4 kadın olarak metal müzik yapmanın zorluklarından iyi bir film çıkabilirdi. En kötü ihtimalle güzel müzikler dinlerdik. Açıkçası, iki açıdan da bir miktar hayal kırıklığı oldu. Evet, işin zorluklarından bahsediliyor ama perdede gördüklerimizden bunu çok da hissedemiyoruz. Grubun müziğine de çok odaklanmıyor. Grubun kendi içindeki çatışmalar, kişisel hikayelerin grubun yolculuğunu etkilemesi gibi anlarda, film biraz yükseliyor ama devamı gelmiyor. Festival bittiğinde, çok da iz bırakmayan filmlerden biri olarak kaldı.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN