SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

SON DÖNEMDE EN KEYİFLE İZLEDİĞİM FİLMLERDEN BİRİ: BETERBÖCEK BETERBÖCEK

23 Eylül 2024 Pazartesi 18:32
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geliyor, geliyor derken güz festivalleri sezonu nihayet başladı. Geçtiğimiz hafta Ayvalık Film Festivali vardı. Onu takip etme şansım olmadı ama haftaya Adana ile sezonu açıyorum. Arkasından belki Antalya ve Filmekimi gelecek. Adana’yı beklerken, biz yine geçen haftalardaki filmlere bir göz atalım. Yine bir hafta ara verdiğimiz için, bu hafta gündem yoğun. Yılın en fazla ön plana çıkartılan filmlerinden biri olan Longlegs ile başlayalım ve Tim Burton’un Beetlejuice ile ne şekilde geri döndüğüne bir bakalım. Sonrasında, geçtiğimiz yılların çokça övülen filmlerinden birinin Amerikan remake’i nasıl olmuş diyelim. bir papağanın, ölüm olarak resmedildiği Tuesday filmine göz attıktan sonra, farklı türlerdeki yerli film ve animasyon örneklerini de inceleyelim.

Longlegs (Cambaz):
Sosyal medya çağında, filmleri hype'ları ve reklamlarını dikkate almadan konuşamaz olduk. Longlegs de önce delice övüldü, sonra bu muymuş yani diye gömüldü. Valla, ikisi de abartıymış.
Üçte ikisi taş gibi gerçekten ama gerisi beklentiyi karşılamıyor. Gizemini çok iyi kuruyor bir defa. Ana karakterinin tekinsiz ve soğuk haliyle, girilen mekanlardaki ışık-gölge oyunlarıyla (görüntü yönetimi çok iyi), önümüze getirdiği bilmecelerle, seyirciyi adım adım kavrayıp, merakı sürekli yükseltmeyi beceriyor. Bunları yaparken, Silence of the Lambs'den ve Zodiac'dan pek çok şeyi ödünç alıyor. Bunu reklam kampanyasında kullanmasına gerek yoktu. Zaten çok bariz. Ödünç almasında da bir sorun yok, bunu güzel yapıyor da finalde birdenbire rotayı kırıyor, filmi başka bir yöne ilerletiyor. Bunu başarılı bir şekilde yapsa yine sorun yok ama işte filmin zayıf tarafı orada ortaya çıkıyor. Adım adım, ince ince kurduğu gizemi nasıl çözecek acaba diye beklerken ne yapıyor: Hadi flashback'le her şeyi anlatalım. E, oldu mu şimdi? Olmadı. Yine final kısmında, o ana kadar kurduğu gergin atmosferi, yaptığı abartılı hamlelerle, neredeyse komik hale getiriyor.
Reklam kampanyasında gereksiz yere yüzü saklanan Nicolas Cage çok övülmüştü. Evet, iyi ama öyle filme damga vuran bir performans da değil bence. Hatta ben, Maika Monroe'yu daha çok beğendim. Zaten tüm film onun üzerine kurulu ve karakterinin o soğuk, kendine güvensiz ama çevresine karşı güçlü görünmeye çalışan halini çok iyi vermiş.
Yönetmen Osgood Perkins'in diğer filmlerini izlememiştim ama burada, teknik açıdan yetenekli bir yönetmen izlenimi verdi. Senaryo kısmında, yanına birini daha alsa, iyi olabilir. Netice olarak, olumlu tarafları daha fazla benim için. Yılın izlemeye değer filmleri arasına alırım.

Beetlejuice Beetlejuice (Beterböcek Beterböcek):
Nihayet sevdiğimiz Tim Burton geri geldi diyebiliyoruz. İlk film kadar çarpıcı değil belki. Çünkü orada, hiç görmediğimiz bambaşka bir dünyaya adım atıyorduk. Çok daha yaratıcı bir film vardı karşımızda. Ama bu da gayet iyi.
Burton, Beetlejuice'un edepsiz halini biraz törpülemiş olsa da, o dünyaya ihanet etmiyor. Yıllar sonra, eski karakterleri geliştirirken, yanlarına yenilerini de başarılı bir şekilde ekliyor. Çoğunlukla stop-motion animasyon kullanılması, doğru tercih. Zaten tersi olsa, ilk filme ihanet ediyor dediğimiz yerlerden biri olurdu. Bilgisayar efekti ağırlıklı olduğunu düşündüğüm birkaç yer sırıtıyordu zaten. Başta Michael Keaton olmak üzere, tüm oyuncu kadrosu da iyi.
Sıkıntılı olan kısmı, senaryosu. Yıllar sonra dönmek için çok iyi bir hikâye fikri yok açıkçası. Tüm karakterleri hikâyenin içine yedirmekte de çok başarılı değil. Finalde, tehdit unsuru olan karakterden kurtulma yöntemi de çok basit olmuş.
Yıllar sonra devam filmi gelen seriler içinde iyi bir yere oturuyor yine de. Son dönemde en keyifle izlediğim filmlerden biri oldu.

Speak No Evil (Sakın Ses Çıkarma):
Amerikalılar neden remake yapmamalı sorusunun cevabı olabilecek filmlerden biri daha. Aslında film kendi başına ayakta duruyor. Orijinali olmasa, fena değil der geçerdik ama ister istemez karşılaştırıyoruz ve işin o tarafı hiç olumlu değil.
İlk filmin remake yapılacak kadar sevilmesinin nedeni neydi? Sinir bozucu, tekinsiz atmosferi ve finali. Atmosferi kısmen kurmuşsunuz da, finali toptan değiştirip, ilk filmin 180 derece tersine gidince (ilk filmi bilenler için, bu bile spoiler oldu), filmin tüm olayı bozulmuş oluyor.
Filmin üçte biri, hikâye olarak neredeyse aynı olmasına rağmen, neden atmosferi kısmen kurmuşsunuz dedim? Çünkü detaylardaki farklar, o tekinsiz atmosferi bozuyor. Mesela, James McAvoy'un performansı. Yine sadece bu filme bakarsak, psikopat bir karakteri iyi canlandırmış diyebilirim. Ama fazla büyük oynamış. İlk filmdeki daha alçak perdeden giden oyunculuk, o tekinsizlik hissini daha çok veriyordu.
Her iki filmde de, "bunu yapmamıza, siz izin verdiniz" cümlesi geçiyor. Bunu ilk filmde iliklerinize kadar hissediyordunuz, burada o hissi de biraz zayıf buldum. Mesela, araba ile giderken, geri dönmeye karar verdikleri sahne. Aslında birebir aynı gibi ama his olarak aynı değil. İlk filmde, karakterlere, sakın geri dönmeyin diye bağırmak istediğimi hatırlıyorum. Bu filmde o his olmadı.
Finali hiç açmayacağım ama başta da yazdığım gibi, yapılan en yanlış tercih de o bence. Yine de günümüz filmlerindeki, seyirciyi basitçe tavlama olayına çok girmeyişi olumlu. Keşke finalde de aynı tavrı devam ettirebilseydi.

Tuesday (Ayrılış):
Bu filmin merkezindeki absürd fikri kabullenirseniz, keyif alabilirsiniz ama bana hiç geçmedi gerçekten. Ölüm ve ölümü kabullenme teması üzerinden giden bir filmde epey duygulanmam gerekirdi, filmin neredeyse tümünü, çok saçma diyerek geçirdim.
Youtube'daki Pitch Meeting kanalını biliyor olabilirsiniz. Bu film için bir video yapmasını isterdim. Çünkü yapımcıların, ölümün, büyüyüp küçülebilen bir papağan şeklinde gösterilmesine nasıl ikna edilebildiğini çok merak ediyorum gerçekten. Üstelik, sadece ölecek kişi değil, nasıl oluyorsa çevresindekiler de görüyor bu papağanı. Hatta, ölecek kişinin muhabbetini severse, ona biraz daha fazla zaman tanıyabiliyor.
Aslında film, ölmek üzere olan genç bir kız ile onun annesi arasındaki ilişkiyi, özellikle annenin bunu kabullenememesini, metaforlar üzerinden anlatıyor ama gerçekten çok abartılı noktalara götürüyor bu metaforu. Pitch Meeting'e konu olabilecek bir olay daha var mesela. Burası ciddi spoiler ama yazmadan edemeyeceğim. Anne, kızını kurtarmak için ölümün kafasına kitapla vurup bayıltıyor, sonra yakıyor, bu da yetmiyor ölümü yiyor. Evet, ölüm papağan formunda ya, çatır çutur yiyor hayvanı!
Aslına bakarsanız, bundan sonraki kısım, filmin en ilginç kısmı. Ölüm öldüğü için, bir süre dünyada hiçbir varlık ölmüyor. Buradan nasıl dönüyoruz: Annemiz ölümü yedi ya, bir süre sonra, o ölüme dönüşüyor! Yani, temalar ilginç ama bir türlü filmi ciddiye alamıyorum işte.
Buradan sonrasının, aslında ölüm gerekli bir şey, her canlı ölümü tatmalıdır gibi bir mesaja gideceğini tahmin etmek de zor değil zaten. Tüm bunları anlatırken, fena bir sineması yok aslında, oyunculuklar da iyi. Fakat yine filmin en kritik yerlerinden biri kötü. Görsel efektler.
Neticede, ben sevmedim. Ama sevilebilir de, anlarım. Bu arada, film 18+ sınırı almış. Ölümle ilgili olduğu için belli bir sınır olmalı da 18+ abartı geldi. Neden acaba diye düşünürken, bir anda jeton düştü. Papağan bir yerde, "Tanrı yok" diyor. Sırf bu yüzden 18+ almışsa, şaşırmam.

Gecenin Nakaratı:
Aslında kağıt üstündeki fikri fena bulmadım. After Hours'un romantik komedi versiyonu gibi bir şey hedeflenmiş. Bir İstanbul gecesinde, tesadüfen karşılaşan iki karakter, bir şekilde geceyi beraber geçirmek durumunda kalıyorlar.
Karakterlerden biri, bir sokak çalgıcısı olarak İstanbul gece hayatına daha hâkim, diğeri daha uzak. Sınıfsal olarak da iki farklı uçtalar. İşin hafif atışmalı romantik boyutu da az-çok işliyor. Ama maalesef karakterler çok ilgi çekici değil. Karakterler sıradan tipler olup, gece boyu karşılaştıkları insanlar, İstanbul'un gece hayatından renkli karakterler olsa, (ki After Hours'un modeli buydu zaten) film yine işleyecek ama yan karakterlerden de öyle akılda kalıcı bir isim yok.
Tehdit unsuru olarak, kadının kocası kullanılacak gibiyken, o da bir yerden sonra tamamen unutuluyor. Film de adamın eski sevgilisi ve onunla yaşanan yanlış anlamalar eksenine sıkışıp kalıyor. Halbuki İstanbul'un gece hayatının farklı alt kültürlerine ufak bir bakışa dönüşse, çok daha ilginç bir film olabilirmiş. Bu haliyle sıradan bir televizyon, hatta platform filmi gibi kalmış.
İzliyorlar:
40'ar dakika civarında, 3 kısa öyküden oluşan bir korku antolojisi. Tam bir başarı diyemiyorum ama cin ya da başka dini unsurları kullanmayan, kötü görsel efektlere başvurmayan, jump scare'i kararında tutan bir film olarak, yerli filmler içinde iyi bir yerde duruyor. Yerli korkuların çoğu için, çekiştire çekiştire uzun metraj yapmışlar diyoruz. Bu film, o açıdan da iyi. Hikayelerin üçü de zorlasan, uzun metraj olur ama 40'ar dakikalık süreleri, tam kıvamında. Uzaması, tekrara düşürür, hikâyeye gereksiz detaylar katardı.
Film başladığında, hikayelerin, eve gelen tamirciye anlatılan hikayeler gibi toplanacağını düşünmüştüm. Öyle olmadı. Tamirci tamamen ilk hikâyeye ait bir karaktermiş. Filmde öyle bir çatı kurulsa daha memnun olurdum. Ortak bir tema varsa da çok belirgin değil. Üç hikâyede de birer kedi olmasını, ortak bir unsur olarak değerlendirmek mümkün. Hatta her hikâyede kedinin ağırlığı artıyor. Acaba, filmin adındaki "izleyenler" kediler olabilir mi diye bile düşündüm bir ara.
İlk hikâye, ölümden dönenler asla eskisi gibi olmazlar hikayesi. Burada ölenleri diriltenler bir firma olsa da Hayvan Mezarlığı tarzı bir hikâye diyebiliriz. Ana karakter açısından kurduğu ikilem de fena değil.
İkinci hikâye, yine bir ölümden geri gelme hikayesi. Bu sefer, ruhu kedi ile bağlanan bir karakter, onunla birlikte geri geliyor. Bu bölüm, biraz daha perili ev anlatısına kayıyor. Özellikle finalinde geldiği noktayı sevdim.
Üçüncü hikâye de çok klasik bir, ne dilediğine dikkat et hikayesi. Çocukları olmayan bir çift, kedilerinin çocuk olmasını diliyorlar ve olaylar gelişiyor. Bunun da finali iyi.
Filmin zayıf bulduğum tarafları, hikayeleri çok klasik anlatılar üzerine kurması. Bir de en başta dediğim gibi, korkuyu jump scare üzerinden kurmamasını sevsem de, daha gergin bir atmosfer yaratmayı başarabilirdi diyorum. Ama genel olarak filme karşı olumluyum. Yani, en azından şöyle dalga geçmeden, nasıl bu kadar kötü olabilir demeden yorum yapabileceğim bir yerli korku filmi çıktı.
Ha bu arada, malum tartışmaya girmemek için yerli film diyorum genelde ama bu film, Türkiye Sineması kavramının tam olarak oturduğu bir yapım. Neden böyle dediğimin cevabı için, afişten ya da IMDB'den yapım kadrosuna bakabilirsiniz.

8x8:
Aslında geçen sene bu zamanlar izlemeye hazırlandığımız Kıvanç Sezer'in yeni filmini nihayet görebildik. Sezer'in üçlemesinin son halkasını beklerken, farklı bir filmle karşımıza çıktı. Biraz aradayım filmle ilgili. İyi yanları da var, zayıf yanları da. Sanki pandemi döneminde oluşturulmuş bir proje hissi verdi. Tek bir mekan, üç oyuncu ve muhtemelen çok küçük bir kamera arkası ekibi.
Daha fragmandan, oyunculuk ağırlıklı bir film olacağı belliydi. Gerçekten üç iyi oyuncusu var. Ellerinden geleni de yapıyorlar. Ama senaryo, o oyuncuları besleyecek kadar iyi değil. Özellikle iki sevgili arasındaki gerginlik yeteri kadar yükselmiyor. Diğer karakterin giderek, her şeyi bilen bilge adam haline dönmesi de çok inandırıcı değil. Hatta şöyle diyeyim: Alican Yücesoy'un karakteri üzerinden iki sürpriz var denebilir. İlki çok belirgin aslında. Filmdeki diğer karakterlerin, fark edebilmesi gerekirdi. Final sahnesindeki ikinci sürpriz ise, tüm filme bakışınızı değiştirme niyetinde. O da, daha başarılı olabilirdi ama yine de bir afallatıyor.
Diyaloglar daha keskin, daha vurucu olsaydı, daha güçlü bir film olabilirdi. Yine de vizyonda uzunca bir zamandır iyi yerli film izlememiştik diyerek, makul bir sezon açılışı yorumunu yapabilirim.

Iska:
Bu filmi, festivallerde ıskalamıştım, Ankara'da tek salonda, tek seans oynamasına rağmen, bu sefer yakaladım. Onda da tek kişi izledim gerçi.
Fevzi'nin genç bir kaleci olarak yükselişi, o meşhur ıska olayı ve düşüşünü anlatan, izlemeye değer bir belgesel. Dönemi hatırlayanlara ve neredeyse tümüyle Fevzi'nin Beşiktaş dönemini anlattığı için, Beşiktaşlılara öneririm. Keyifli, duygusal ve nostaljik bir belgesel. Günümüzde yapılan söyleşileri, arşiv görüntüleri ile desteklemişler. Bu anlamda, çok klasik bir belgesel yapısı var. Biraz da bu yüzden, beklentimin biraz altında kaldığını söyleyebilirim. Belgesel sinemanın geldiği noktada, farklı anlatım teknikleri de arıyor insan. Söyleşi yapılan kişiler, biraz daha fazla olsaydı iyi olurdu. Özellikle Fevzi'nin o dönemki takım arkadaşları azdı.
Halilagiç'in de filmde olması önemliydi tabii ama diğer takım arkadaşları ne yaptılar, ne düşündüler, Fevzi'ye yardım etmek için bir girişimde bulundular mı, onları da duymak isterdim. Ama kulüp profesyonel anlamda bir psikolojik destekte bulunmamış anladığım kadarıyla. Halbuki, çok lazımmış gerçekten. Belki de iyi bir psikolojik destek, kariyerinin daha başarılı bir şekilde gitmesini sağlayabilirmiş.
Filmin eleştirebileceğim noktalarından biri de Fevzi'nin Beşiktaş sonrası hayatına, çok az değinmiş olması. Orası da çok dramatik aslında. Hatta bu olaylar Amerika'da olsa, Hollywood bundan bir biyografi filmi bile çıkartabilirdi.
Vizyondan tümüyle kalktı ne yazık ki. Dört dörtlük bir belgesel diyemiyorum ama merak ettiyseniz, platformlarda ya da özel gösterimlerde karşınıza çıktığında, izleyin derim.

Into the Mortal World:
İlk haftasında, sadece 262 kişi izlemiş ama ben bayağı sevdim. Anime sevenlere, rahatlıkla tavsiye edebilirim. Anladığım kadarıyla, önceden yazılmış, çizilmiş bir materyalden uyarlama değil. O yüzden çok ilgi çekmemiş olabilir ama Çin efsanelerine dayanıyor.
Filmin adından anlaşılabileceği gibi, tanrıların olduğu ilahi bir dünya var. Burada tanrı adayları da mevcut. Bir de ölümlülerin olduğu normal dünya var. Tanrı adaylarından ikisi, bir görevle normal dünyaya iniyor. Bunlardan birinin annesi zaten yıllar önce dünyaya inmiş. Ama annesi orada, fani bir insana âşık olmuş ve bir daha geri dönmemiş ve onun yüzünden ortalığa kötü ruhlar salınmış. Oğlu da onun günahlarını temizlemek istiyor. Dünyada, uçarı bir genç kızla tanışıyor. O da ilahi dünyaya geçmek istiyor ve birbirlerine yardım ediyorlar.
Filmin başlarında animasyon tarzına pek alışamadım ve filmin içine giremedim. Hikâyeyi de kavrayana kadar orta karar bir anime diyordum. Hikâyenin içine girdikçe sevmeye başladım. Aksiyon sahnelerinin kalitesi arttı, karakterler de derinleşti. Finale yaklaştıkça, filmin duygusal boyutu da çok yükseldi ve o kısımlarda filme daha çok bağlandım. Her ne kadar karakterlerden birinin kimliği ile ilgili sürpriz çok bariz olsa da, filmde bir sürpriz daha vardı ve o gerçekten şaşırttı.
Geri dönüp, neler vardı diye bir listeye bakmam gerekir ama bu yıl vizyona giren animasyonlar içinde, Inside Out 2'den sonra en sevdiğim film olabilir. En azından yaz ayları için, öyle.
Filmin sonunda bir mid-credits, bir de after credits vardı. Ortadaki doğrudan bu filme aitti de, galiba ikincisi Çin efsanelerine dayalı, aynı evrende geçen başka bir filmin habercisiydi. Yine yanlış anlamadıysam, bu şekilde bir seri olacak (IMDB ve Wiki'de bir bilgi bulamadım).

Velikolepnaya pyaterka / Dogs at the Opera / Köpekler Firarda:
Orta karar bir animasyon. Film hakkında çok yorum yapmayacağım ama Rus yapımı bir filmin New York'da geçmesi ilginç gelmişti. Biraz araştırınca gördüm ki Amerika için, ayrı bir versiyon yapılmış.
Disney ve Pixar'da yerelleştirme örnekleri görüyorduk ama demek ki Ruslar da yapıyormuş. İki fragmanı da izleyerek karşılaştırmak istedim.
Rus versiyonu Moskova'da ve Bolşoy Balesinde geçerken, Amerikan versiyonu New York'da ve Metropolitan Operasında geçiyor. Amerikan versiyonunda pek çok sahnenin arka planına, Özgürlük Heykeli'ni kondurmuşlar. Yine Amerikan versiyonunda, şehrin New York olduğunu vurgulamak için, arka plana pek çok İngilizce yazı konmuş. En ilginç bulduğum değişiklikse, Rus versiyonunda balerin karakterimiz sarışınken, Amerikan versiyonunda esmer. Film içinde başka detaylar da vardır muhtemelen de, fragmandan yakaladıklarım bunlar.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar