SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

SEYİRCİ SAYILARI DÜŞERKEN

19 Eylül 2021 Pazar 09:54
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu satırların yazıldığı sırada Adana Altın Koza Film Festivali ödülleri dağıtılmaktaydı. Takip eden sinema yazarlarının genel olarak seçkiden memnun olduklarını gözlemledim. Filmlerin bir kısmını ben de başka festivallerde izlemiştim ve başarılı bulmuştum. Diğerlerini de en kısa zamanda vizyonda izleme dileğiyle, şu anda sinemalardaki duruma bir bakalım.
Sinemalar dediğimizde öncelikle yine seyirci sayısının düşüklüğünden söz etmeliyiz. Geçtiğimiz haftalarda tahmin ettiğimiz gibi Shang-Chi ve Luka, gişede belli bir hareketlilik yaratsa da devamı gelmedi gibi duruyor. Hatta geçen hafta, toplamda yaklaşık 200 bin kişi ile, sinemaların yeniden açılışından beri en düşük seyirci sayısını gördük. Bunu sinemalarda aşı ya da PCR zorunluluğuna bağlayan yayın organları da olmuş ama ben öyle düşünmüyorum. Evet, bu zorunluluktan dolayı, kaybedilen belli bir seyirci var elbette ama toplam seyirci içinde yüksek bir pay olduğunu düşünmüyorum. Seyircinin ilgisini çeken filmler vizyona girdiğinde, pandemi koşulları için iyi sayılara çıkılabildiğini görüyoruz. Geçen haftanın en çok salonda vizyona giren yeni filmi, Sir-Ayet: Ölü Doğan olunca, seyirci sayısının yükselmesini ummak da zor doğrusu. Ancak halen haftada 9-10 film vizyona giriyor. Bunun yanlış olduğunu düşündüğümü daha önce de belirtmiştim. Bu durumda filmlerin büyük kısmı potansiyelinin en alt sınırında iş yapıp, bir haftada ortadan kayboluyorlar. Az-çok tutan filmlerle yolumuza devam edelim, öbürlerine de 3-5 kişi gelirse idare ederiz deniyor sanki. Görünen o ki, seyirci sayısının yeniden artması için, yeni Bond filmini beklememiz gerekiyor.

Durum buyken, vizyondaki filmlerden bir kısmına kısaca bakalım:

İnsanlar İkiye Ayrılır:
Daha önce İstanbul Film Festivali kapsamında izlediğim bu filmi, vizyonda ikinci kez izledim. Çoğu kişi benzer yorumlar yaptı ama bence de popüler sinemamızın ihtiyacı olan türden bir yapım. Bir bankanın yürüttüğü soruşturma çevresinde, bankanın borçlarını devralan aracı firmada çalışanlar ve borçlular arasındaki ilişkiler üzerinden yürüyen film, genel izleyiciyi rahatlıkla yakalayabilecek ama bunu yapmak için ucuz numaralara başvurmayan bir yapım. Çarpık ekonomik düzenin içinde var olmaya çalışan insanları anlatırken, tam da günün gerçeklerini karşımıza çıkarıyor ama bunu slogan atarak yapmıyor, merak unsurunu ayakta tutan bir öykü içine yerleştiriyor. Zamanda ileri-geri gidişlerle ilerleyen hikâye de tıkır tıkır işliyor. İkinci kez, her şeyi bilerek izlerken senaryoya ve oyuncuların tarzlarına başka bir gözle baktım. Bu tip filmlerde ikinci izleyişte oturmayan bir şeyler olur ama burada gayet iyi bir yap-boz kurulmuş. Oyuncular da genelde iyi. Başroller içinde en iyisi Burcu Biricik. Ama toplamda en sevdiğim, Erdem Akakçe oldu. Her ikisinin de performansında sevdiğim şeyi söylersem, biraz spoiler olacak, o yüzden onu geçiyorum.
İlk izlediğimde de sorun olarak gördüğüm bazı şeyler halen geçerli. İlki çok da önemli değil aslında. Orada olduklarını bildiğimiz bazı kişileri (bir karakterin kocası, diğerinin annesi gibi) hiç görmüyoruz. Büyük bir eksiklik olmasa da sanki onları da şöyle bir görsek iyi olurdu. İkinci derdim ise final bloğu ile ilgili. Yaklaşık 15-20 dakika süren bu bölümde, seyirciye her şey açıklanıyor ama bu bölümde seyirciye çok güvenilmemiş olmalı ki, olaylar uzun uzun anlatılıyor. Filmin temposunu düşürdüğü gibi, uzadıkça ama ben bunu anlamıştım zaten diyorsunuz.
Neticede, şu anda sinema salonlarında izlenebilecek en iyi alternatiflerden. BluTV’yi beklemeden, sinemada yakalayın derim.

Luca:
Pixar'ın yeni filmi gayet eğlenceli, sıcak bir animasyon. İtalya’nın bir sahil kasabasında geçen film, denizde yaşarken insanların canavar olarak niteledikleri ama karaya çıktıklarında görünümleri insana dönüşen iki çocuğun maceralarını anlatıyor. Tam bir yaz filmi. Çocuklardan ziyade, sinemasever büyükler için konulmuş gibi gözüken Fellini göndermeleri de leziz. Kimseyi ötekileştirmeyelim mesajı da güzel. Fakat bir yandan da çok bildik bir hikâye ve anlatım tarzı var. Pixar'ın en sevdiğimiz filmlerindeki özgün buluşlar, yaratıcı dokunuşlar bu filmde yok. Şöyle de diyebiliriz. Bir zamanlar Pixar ve Disney ayrı iken, Pixar'ın Disney'den iyi olmasını sağlayan unsurlar, bu filmde yok.
İyi bir animasyon ve sağlam bir büyüme hikayesi olarak tavsiye edilebilir ama Inside Out, Wall-E ya da Up kalibresinde bir şey beklememek lazım.

Tomris:
Türk tarihinin ilk kadın hükümdarı, üst başlığı ile vizyona giren Tomris filmi, bu dönem için belli bir seyirciye ulaştı. Normal bir dönemde, uzunca bir süre vizyonda kalabilecek bir film olabilirdi. Günümüz sinema anlayışına göre eski kalmış bir film olsa da epik filmlerin her türlü kuralını uygulayan bir yapım. 20 yıl önce karşımıza çıksa, epey övülürdü. Şimdi bile IMDB'de 4.2 gibi düşük bir puana sahip olması şaşırtıcı. Çocukluğunda bir travma yaşayan, onun intikamını alma hırsı ile büyüyen güçlü bir kadın karakter. Yükseliş sonrası tekrar bir kriz. Görkemli savaş sahneleri. Gaz verici konuşmalar vs. vs.
Dediğim gibi, bu tarz epik bir filmden ne görmeyi bekliyorsak var. Elbette dev bir Hollywood filmi standartlarında değil. Kazakistan sineması düşünülünce epey yüksek bir bütçe ayrılmış belli ki ama işte o görkemli savaş sahnelerinde yine de eksiklik hissediliyor. Ama bu durum biraz göz ardı edilirse, türü sevenlere önerilebilir. Karakterler tek boyutlu olmaktan çıkarılıp, kendi içlerinde biraz daha çatışmalar yaşasalar daha iyi ve günümüz sinema anlayışına daha yakın bir film olabilirdi.

Boîte noire (Kara Kutu):
Bir uçak kazası sonrası yürütülen soruşturmayı anlatan film, ana karakterin olayları sesler üzerinden çözmeye çalışması ile The Conversation ve Blow Out esintileri taşırken, yine aynı karakterin kimsenin fark etmediği detayları görmesi, daha doğrusu duyması ile de Sherlock'u hatırlatan bir yapım. Ama onlar kadar iyi değil. Bir terör saldırısı gibi başlayıp, başka bir yere doğru evrilen olay örgüsü, bir süre gizemini korumayı başarıyor. Bu kısımda karakterimizin sesler arasındaki çalışma şekli de filmi izlettiren unsurlardan. Ama merak duygusu azaldıkça, film de irtifa kaybetmeye başlıyor. Üstelik psikolojik sorunları olan karakterimiz ve eşi ile yaşadıkları da çok ilginç değil. Böyle olunca, film de 2 saati aşan süresini doldurmakta zorlanarak, uzunca bir süre top çeviriyor. Final bloğu ise, farklı bir şeyler yapmaya çalışan bir film için fazlaca klişe.

Z:
Büyüdükten sonra da ana karakterimize musallat olmaya devam eden hayali arkadaş teması üzerine, daha yeni Malignant gibi bir film izlemişken, bu çok yavan geldi. Birkaç ay sonra, hangi korku filmiydi o, diye karıştıracağımız filmlerden. Karanlığı ve boşluğu kullanıp gerilim yaratabildiği anlar var. Filmin az-çok toparlandığı anlar da oralar zaten. Ama işin içine zayıf görsel efektler girdiği zaman, film tepetaklak oluyor. Yine de yönetmen, görsel efektleri çok kullanmaması gerektiğini fark etmiş, en azından.

Ankara’dan Etkinlikler:

Artık Ankara’da geceleri iyice soğuk olmaya başladığı için açık hava gösterimleri için son haftaların içindeyiz gibi gözüküyor. Ama bu hafta, nicedir yolunu gözlediğimiz bir festival ile, kapalı mekanlarda hasret gidereceğiz.

Cermodern açık hava sineması programı:
20 Eylül Pazartesi: Ağır Roman

KuirFest:
2011 yılında, Türkiye’nin ilk kuir festivali olarak yola çıkan ve LGBTİ+ temalı filmler gösteren, etkinlikler yapan KuirFest, Ankara kökenli bir festival olmasına rağmen, pandemi öncesi son birkaç yılda, Ankara valiliğinin yasakları nedeniyle, kendi şehrinde düzenlenemiyordu. Onuncu senesinde nihayet yuvasına dönüyor diyebiliriz. 23-26 Eylül tarihleri arasında, Goethe-Institut’daki film gösterimleri ve söyleşiler ile Mor Mekan’daki atölyeler takip edilebilir. Sonraki hafta da (30 Eylül - 3 Ekim arası) festivalin İstanbul ayağı düzenlenecek. Festivalin web sitesinden (https://www.pembehayatkuirfest.org/) ve sosyal medya hesaplarından programı incelenebilir.

Bir terslik olmazsa, haftaya KuirFest yorumlarında görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar