ROTTERDAM FİLM FESTİVALİ 2021
Online film festivalleri tüm hızıyla devam ediyor. Bir yandan normal günlere dönmeyi beklerken, bir yandan da günümüzdeki şartların bize sağladığı ek fırsatlardan yararlanmaya devam ediyoruz. IFFR olarak kısaltılan, “International Film Festival Rotterdam” da Şubat ayında online olarak düzenlenen festivallerden biriydi. Her şey yolunda giderse, Haziran ayında da fiziksel ayağı da olacak. Ancak bugünlerde özel bir durum olarak karşılaştığımız bazı uygulamalar, ilerde kalıcı da olabilir. Festival sonrasında bizlere gönderilen anket formunda, ileriki yıllarda Covid kısıtlamaları bitse de festivalin online bir kısmının olmasını ister misiniz sorusu dikkatleri çekiyordu.
IFFR’ın özellikle ana yarışmasının seyirciyi zorlayacak filmlerden oluştuğunu hatırlatarak festivalde ödül alan filmler başta olmak üzere, belli açılardan ilginç diğer filmlere bir göz atalım.
Cemil Şov:
Her ne kadar festivalden ödülle dönmese de Türkiye’den bir film olması nedeniyle, Cemil Şov’dan başlayalım. Barış Sarhan'ın birkaç yıl önce izlediğimiz kısa filminden yola çıkarak yaptığı bu ilk uzun metrajı, açılışını Rotterdam'da yaptı. Kısa filmdeki Cemil karakterini ve çevresini daha detaylandırıp, işin içine Yeşilçam göndermeleri de katıyor.
Bir AVM'de çalışan ama oyunculuk hayalleri kuran Cemil'in, bir Yeşilçam filminin remake'indeki kötü adam rolü için seçmelere girmesi ve eski filmdeki kötü adamın kızının aynı AVM'de çalıştığını öğrenmesi ile birlikte olaylar gelişiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu tesadüf biraz fazla olabilir ama hikayenin akışı için kabulleniyoruz. Filmin başları "Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni" tarzı bir Yeşilçam güzellemesi havası vermişti ama film ilerledikçe, bambaşka ve çok daha karanlık bir hikâyeye doğru gidiyor olay. Gerçi afişte nereye gittiğini biraz fazla açık etmişler. Karakterlerin gerçek dünya ile Yeşilçam dünyası arasındaki sıkışmışlıkları anlatılırken bunun görsel karşılıkları da iyi bulunmuş. Yeşilçam filmi bölümleri de gayet iyi. Hatta bir an "Suçlular Aramızda"yı izliyor gibi hissettim kendimi. Orta kısımda biraz temposunun düştüğünü düşünsem de genel olarak iyi bir film diyebilirim. İzlerken, Rotterdam'a kabul edilen bu filmi yabancı seyirci izlerken ne düşünür sorusunu kafamdan atamadım. Yeşilçam sinemasını bilmeden bazı detayları kavramak çok zor olmalı. Biz Yeşilçam tarzı diyalogları duyduğumuz anda anlıyoruz ama altyazıda onun anlaşılması güç olmalı örneğin. Ama festivale kabul edildiğine göre bir karşılık bulmuş.
Vizyon ya da online gösterim planı nedir bilmiyorum ama umarım seyircisine ulaşır.
Pebbles:
Rotterdam'da ana yarışmada büyük ödülü aldı ama benim listemde en sonlarda idi. Alkolik bir baba ile oğlunun, Hindistan'ın kurak arazisinde annenin ailesine ulaşma yolculuğunu anlatıyor. Açıkçası bana konu olarak da sinemasal açıdan da bir keyif vermedi. Biraz abartarak söylüyorum, 74 dakikalık filmin, 30 dakikasında baba ya da oğlunun yürüyüşünü, 15 dakikada Hindistan kırsalından manzaraları, 10 dakikada da babanın, annenin ailesi ile kavgasını izliyoruz. Jürinin o manzaralardan etkilendiğini düşünüyorum. Ya da filmin benim göremediğim başka bazı meziyetleri var. Bana göre bir film değil diyor ve geçiyorum.
I Comete − A Corsican Summer:
Ana yarışmada jüriden özel ödül alan Korsika Yazı, bu bölümden izlediğim filmler içinde, Bipolar ile beraber en sevdiğim film oldu. Filmin her adımına el atmış olan Pascal Tagnati (yazar/yönetmen/oyuncu/kurgucu), özetini de adında vermiş. Bir Korsika Yazı. Tam olarak öyle. Korsika'da yaşayan, bir kısmı tatil için gelen bir topluluk arasında, bir yaz boyunca gelişen olayları anlatıyor. Hayatın içindeki doğallığı yakalayan, çok büyük cümleler kurmayarak, küç ük ayrıntıların peşine düşen sakin, dingin bir film. Kamera önünde olanların her zaman dingin olması gerekmiyor ama film bunu süsleyecek, parlatacak adımlar atmıyor. Kamera önünde bir kavga sahnesi de olsa, gençlerin kendi arasındaki geyik muhabbetleri ya da politik bir tartışma da olsa kameranın/izleyen gözün tavrı hep aynı. Uzaktan bir yerde, sabit bir noktada duruyor ve ne olursa olsun işin içine girmeden gözlemliyor. Her sahnenin kendi içindeki dinamikleri gayet iyi ayarlanmış. Çoğu profesyonel oyuncu olmayan oyuncular, bazıları doğaçlama olan sahnelerde hiç de sırıtmamışlar. Film neredeyse hiç yükselmeden, hep aynı sakinlikte gittiği için sıkıcı bulanlar olabilir ama ben sevdim.
El perro que no calla (The Dog Who Wouldn't Be Quiet):
Aslında bu filmi Sundance Film Festivali kapsamında izlemiştim ama IFFR’da da yarıştı ve yan yarışma diyebileceğimiz bölümde büyük ödülü kazandı. Sundance ile ilgili yazıma dahil edememiştim. Kısmet burayaymış. Filmi, El Planeta'nın hemen arkasından izlemiştim. İki film arasında, siyah-beyaz görsel yapısından, hayatın içinden küçük anların peşinden koşmasına, hatta mizah anlayışına kadar epey benzerlikler var. Filmin adında susmayan bir köpekten bahsedilse de aslında bu sadece çıkış noktası. Komşularının şikayetinden bıkan, köpeğini işe getirdiği için kovulan kahramanımız anne evine geri dönüyor ve olaylar gelişiyor. Senaryo büyük ihtimalle pandemi sürecinde yazılmış. En azından, son haline o zaman getirilmiş. Çünkü bir noktadan sonra pandemi benzeri sonuçlara yol açan bir olay oluyor ve insanlar korunmak için çeşitli önlemler almak zorunda kalıyorlar. Bir süre böyle filmler göreceğiz belli ki. Gerçi, içinde bulunduğumuz durumu daha da abartarak gösteren bu kısım, filmde de en çok güldüğüm bölüm oldu açıkçası.
La nuit des rois (Night of the Kings):
Yine Sundance’de izlediğim ama IFFR’da Gençlik Jürisi tarafından ödül verilen bir film. Fildişi Sahili'nde kendine has kuralları olan bir hapishanede geçen bir binbir gece masalları çeşitlemesi. Tek gecede geçse de hikâye anlatıcısı, şafak sökmeden hikayesini bitirirse öleceği için bir bağlantı kuruyorum. Hapishane kurallarına göre, orayı yöneten mahkûm görevine devam edemeyecek kadar hastaysa, kırmızı dolunayda kendini öldürmek zorunda. O geceyi atlatırsa, devam edebilecek. O da genç bir yeni mahkûmu hikâye anlatıcısı olarak görevlendiriyor ve sabaha kadar buna devam etmesini istiyor. Hapishanede güç kavgasının tam ortasında kalan mahkumsa, başta kendine güvensiz olsa da gece ilerledikçe doğru bir seçim olduğunu gösteriyor ve bölgenin efsanevi suçlularından birinin hikayesini, süsleye süsleye anlatıyor. Anlattıkları şeyler bazen mantıksız gelse de film de bunun üzerine gidiyor zaten. Önemli olan anlatılanların gerçekliği değil, anlatanın dinleyeni buna inandırmaktaki becerisi. Bu da romandan tutun, sinemaya kadar pek çok alanı akla getiriyor. Hatta mahkumların hikâyeye katılımı da bir nevi antik tiyatro çeşitlemesi oluyor.
Film ekibi, hapishaneye girememiş olsa da hem hapishane içindeki hem de dışındaki atmosferi çok iyi vermişler. Çok belirgin bir City of God benzerliği var ve film de bunu dile getiriyor zaten. O sahnede yönetmenin, "o benzerliği fark ettim diye heyecanlanma, bak ben de söylüyorum işte" dediğini duyar gibi oldum. Ama film, bu benzerliğe yaslanmadan kendi ayakları üzerinde durabiliyor.
Bipolar:
Bipolar, modern bir Orpheus uyarlaması. Gerçi özetini okumasam bunu anlayabilir miydim, çok emin değilim. Genel anlamda bir yol filmi diyelim. Tibet'te kaldığı otelde sergilenen ve kutsal olduğu söylenen ıstakozu, okyanusa kavuşturmak için kaçıran Çinli bir genç kadının öyküsü. Bir yol filminden bekleyebileceğimiz üzere yolda farklı kişilerle karşılaşıyor, bu kişiler ile yaşadıkları, kendi geçmişi ile hesaplaşması sağlıyor.
Filmin siyah-beyaz görselliği, zaman zaman renkliye geçişi ve bazen de ıstakozun bakış açısını yansıttığı anlar gayet başarılı. Hikâyede zaman zaman sıkıldığımı itiraf etmeliyim ama izleyebildiğim yarışma filmleri arasında iyilerinden olduğunu söyleyebilirim.
Dead & Beautiful:
Ultra zengin 5 ailenin genç üyeleri, egzotik yerler görelim, heyecan yaşayalım peşindeyken vampire dönüşürler. Yeni güçlerinin ne olduğunu keşfetmeye çalışırlarken, aralarında da çatışmalar başlar. Filmde artık hepimizin hayatına giren maskeler kullanılmış ama bunlar, vampir dişlerini gizlemek için.
Fakirlerin kanını emen zenginler metaforu çok mu kör parmağım gözüne? Evet, öyle. Ama film de bunun farkında en azından. Bunun üstüne çok da ciddiyetle gitmiyor. Fakat yönetmen, hangi tonda gitmesi gerektiğine karar verememiş gibi. İlk yarım saatinde çizgi roman ve video oyunu estetiğini kullanan eğlenceli bir aksiyon filmi olacakmış gibi dururken, ilerledikçe hikayedeki sürprizlere bel bağlayan, aksiyonu bir kenara bırakan bir yapı kuruyor. Fakat buralardaki dramatik anlar çok iyi kurulamamış. Filmlerde ton değişimlerinin iyi sonuçlar verdiği de olur ama burada en başta kurduğu beklentiyi devam ettirmesini tercih ederdim.
Sinemalar Mart'ta açılırsa (buraya büyük bir soru işareti gelsin), 12 Mart için Türkiye vizyon tarihi de almış. Hayırlısı.
Black Medusa:
Tunus'da gayet sıradan ve sıkıcı bir işte çalışan bir kadının, geceleri barlarda tavladığı adamları birer birer öldürmesini anlatan ve hikayesini dokuz geceye yayan bir suç, bir anlamda intikam filmi. İntikam derken, kadının öldürdüğü erkeklerle doğrudan bir derdi yok ama genel anlamda erkeklerden alınan bir intikam olarak bakabiliriz. İşin içine mistik bir boyut da girince, olayı daha tarihsel bir boyuta taşıyarak okumak bile mümkün. Girişte yarattığı atmosferden ve hikayesini bir masal (kıssa da demek mümkün) ile bağlamasından yüksek bir giriş yaptım filme. Siyah-beyaz seçimi de iyiydi. Ancak film ilerledikçe, o ümit verici girişin devamını çok getiremedi. Yine de beklenen bir hamle olsa da finalin tekrar girişteki kıssaya bağlanmasını da sevdiğimi söyleyebilirim. Bir yerlerde karşınıza çıkarsa, şans verilebilir.
Suzanna Andler:
Benoît Jacquot'dan bir Marguerite Duras oyunu uyarlaması. Duras, oyunu 1968 yılında yazmış. Başta Charlotte Gainsbourg olmak üzere oyuncular iyi ama hem anlatım tarzı hem de anlattıkları çok eski kalmış. Sürekli kendisini aldatan zengin bir adamla evli olan bir kadının, genç sevgilisi ile birlikteyken mutsuzluğunu ve kocasından (daha çok parasından aslında) vazgeçemeyişini sorgulayarak kendi çelişkileri ile yüzleşme çabası diyebiliriz. Anlatılan konunun bugün de karşılığı var elbette ama bir sahnede açık alana çıksa da tiyatro oyunu havasından hiç kurtulamayan, öne sürdüğü argümanlarda da günümüz ile bağlantı kuramayan bir yapım olmuş. Oyuncu performansları için izlenebilir belki ama yoğun bir programda karşınıza çıkarsa, alt sıralara alabilirsiniz.
Not: IFFR’da ödül alan filmler arasında yer alan “Quo vadis, Aida?” filminden önceki yazılarda söz etmiştim. Tekrar olmaması için buraya almadım.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN