PARİS HATIRALARI, ZOMBİ DENEYİMLERİ VE DİĞERLERİ
Sinema salonlarımız, malum iki filmin etkisi ile epey hareketlenmişti ama yaz aylarında, onların yerine henüz bir yenisini ekleyebilmiş değiller. Vizyon, genelde orta karar ve zayıf filmlerle geçiyor. Bir tek Başka Sinema, izlemeye gerçekten değecek filmlerle karşımıza çıkıyor. Hatta bu hafta programlarında Jacques Tati filmleri olduğunu not olarak düşelim ve önerelim.
Bu hafta göz gezdireceğimiz filmler ise, son yılların gözde oyuncusu Virginie Efira’nın oynadığı Paris Hatıraları, Resident Evil animasyon serisinin yeni filmi, orta karar olmayı başaran bir yerli korku filmi ve o standartı bile tutturamayan bir yabancı bilim-kurgu filmi.
Revoir Paris (Paris Hatıraları):
Geçen hafta, Başka Sinema'nın Barbenheimer haftasında gösterime soktuğu ilk filmden bahsetmiştik. Bu da ikinci film. Bunu da ancak 765 kişi izlemiş. Farklı bir zamanda vizyona girse, daha iyi iş yapabilecek bir potansiyeli vardı aslında.
Film, Paris'te, 2015 yılında yaşanan terör saldırılarına maruz kalan bir kadını anlatıyor. Mia bu saldırılardan fiziksel olarak da zarar görmüş ama asıl ruhsal olarak toparlanamamış durumda. O geceden hatırladıkları, küçük anlardan ibaret. Hatta, saldırıyı beraber yaşadığı kişiler, onun saklanıp kimseye yardım etmediğini söylediklerinde, şaşırıyor. Film Mia'nın o gece, orada olan kişilerin (saldırıya uğrayanların yani) izini sürmesi ve hafızasını yerine getirme çabalarını anlatıyor. Film boyunca farklı kişilerle tanışıp, adım adım ilerlemesini bir anlamda, bir yol filmine benzettim. Film tümüyle Paris'te geçse de Mia, yolculuğunda ilerledikçe, Paris'in daha önce farkında olmadığı yerlerini ve farklı kesimlerden insanları keşfediyor. Aslında filmin orijinal adındaki “revoir”, yani Paris’i yeniden görmek tanımı, böylece karşılığını buluyor. Film, başka bir yazar/yönetmenin elinde yabancı karşıtı bir yöne gidebilecekken, tam tersi, daha kucaklayıcı bir tarafa gidiyor.
Başrolde Virginie Efira, her zaman olduğu gibi, çok iyi. Filmin duygusuna girmemizi kolaylaştırıyor. Bu arada son yıllarda Virginie Efira her övüldüğünde, içimden ben demiştim demek geliyor. Daha adı pek bilinmezken, ilk filmlerinde hep, bakın bu kadına dikkat edin der dururdum. Başarısından kendime pay çıkarmam çok saçma farkındayım ama olsun, bazı genç isimler için, bu oyuncuda iş var dedikten sonra, yanıldığım daha çok oluyor. Haklı çıkınca, insan kendini iyi hissediyor.
Resident Evil: Death Island:
Resident Evil serisinin, animasyon filmlerinin son halkası, geçen ay beklenmedik şekilde sinemalarımıza gelmişti. Bir hafta sonra ise daha da beklenmedik ve "bir sinema yasası vardı, ne oldu ona" dedirtecek şekilde, Google Play ve iTunes'a geldi (sinema yasasına göre, arada en az 5 ay olması gerekiyor). Evet, bildiniz, tabii ki sinemada izleyenler arasındayım.
Açıkçası Resident Evil'ın live action filmlerinin en kötüsünü bile severim. Milla Jovovich'i zombie pataklarken görmek, tam bir suçlu zevk. Oyunlarını da biraz oynamışlığım var ama animasyon serisine hâkim değilim.
20 yıl önce izlesem, animasyon kalitesine hayran olacağım bir film olurdu. Hatırlayan vardır. 2000'lerin başında Final Fantasy'nin bir animasyon filmi çekilmişti. O zaman için, inanılmaz gerçekçiydi ama çok pahalıya mal olmuştu ve bu yüzden, yapımcı firma da batmıştı. İşte bu filmin animasyon kalitesi de onu andırıyor ama aradan geçen 20 yılda, artık hayran olmaktan çok, bir bilgisayar oyunundaki ara sahnelerden çok farklı değil diyecek noktaya gelmişiz. Zaten bütçesi de normal seviyelere gelmiş. Özellikle animasyon karakterlerin, birbirleri ve diğer cisimler ile etkileşimleri sorunlu. Bilgisayar oyunları ile aynı evrende geçtiği için, animasyon kalitesinin de benzer olması hedeflenmiş olabilir. Emin değilim. Ama bu kalite, başlarda filme konsantre olmamı zorlaştırdı.
Konsantrasyon zorluğu yaşamamda, salonda film başladığı andan itibaren telefonunu hiç kapamayan, 20. dakikada artık dayanamayıp uyardığımda da telefonunu kapayan, ama sonra da toparlanıp giden arkadaşın da payı olmuştur mutlaka. Sayın hocam, neden bilet parası verdin o zaman? Bu arada filmi sessiz sedasız ama sarmaş dolaş izleyen önümdeki çift de, ben telefonu açan seyirciyi uyarınca, yerlerinde bir zıpladılar ve hatta bize mi dedin diye bana sordular. Siz telefon açmadınız ki, neden sizi uyarayım? Onları rahatsız etmek istememiştim, buradan özür dileyim. Gerçi onlar da son yarım saatte gittiler ve filmi salonda tek başıma bitirdim.
Neyse, izleme deneyiminden filme geri dönelim. Alcatraz'da ortaya çıkan zombie salgını ve bütün kahramanlarımızın, bir şekilde orada olması hikayesi de pek bir bayattı. Kötü adamın motivasyonu da öyle. Yine de ana aksiyon başladıktan sonraki kısmı, belli bir keyifle izledim.
Muhtemelen animasyon filmlerin öncekilerini izleyip sevmiş olanlar, bu filmi de benden daha fazla sevecektir. Resident Evil filmlerini ve oyunlarını hiç bilmeyenler için de hiçbir şey ifade etmeyecektir. Artık siz ona göre kararınızı verirsiniz.
Mühr-ü Musallat 2: Yasak Düğün:
Açıkçası bu serinin ilk filmini fena bulmamıştım, ikinci film de fena değil. Yani, en azından son yıllardaki yerli korkular arasında. Ama işte, tam iyi gidiyor derken, film öyle falsolar veriyor ki, iyi dediğinize pişman oluyorsunuz. Aslında fena olmayan bir hikâye ve atmosfer kuruyor. Geçmişte yaşananlara ve günümüze etkisine dair bir merak da oluşturuyor. Ayrıca cinsellik konusunda da benzer bazı filmlerdeki ikiyüzlü tavrı yok. Kötü çekilmiş bir sahne gerçi ama yine de karakterler arasındaki cinselliği gösteriyor.
Mehmet Cerrahoğlu da iyi bir seçim ama zaten fiziksel özelliklerinden dolayı, bir korku filmi için, hemen akla gelebilecek bir isim (şimdiye kadar, Can Evrenol kadar iyi kullanan da olmadı gerçi). Ama keşke ona dublaj yapılmasaydı. Ya da en azından, daha özenli bir dublaj yapılsaydı.
Özensizlik başka yerlerde de dikkat çekiyor. Örneğin bazı olayların, çok hızlı şekilde çözülmesi ya da ölen bir karakterin, dakikalarca nefes alıp vermesi gibi. Hatta bu ikincisinde, kesin bu karakterin ölmemesi üzerinden bir şey çıkacak dedim. Yoooo, cidden ölmüş. Neticede, türün orta karar örneklerinden biri ama hep söylüyorum, yerli korkuların son yıllardaki standartlarını düşününce, iyi bir yerde duruyor.
Chariot (Uyanış):
Filmlere olumlu bakmaya çalışan biri olarak, IMDB'de kötü puan alan filmlere, o kadar da kötü değil yahu deme eğilimindeyim genelde. Ama bu filmin IMDB puanı olan 3.6 için, tam da o kadar diyeceğim maalesef. Üstelik yazar/yönetmen Adam Sigal'ın çok zekice bir senaryo yazdığını düşündüğü belli ama hikâyenin derinliklerinde kaybolup, istemeden gülünç duruma düşüyor.
En fenası da John Malkovich. Bu harika oyuncunun, başka kötü filmleri de var ama burada turuncu peruğu ile göründüğü her sahneyi hafızamdan silmek istedim gerçekten. Afişi hazırlayanlar da bunun farkına varmış olmalılar ki, orada bildiğimiz John Malkovich imajını kullanmışlar. Bu film Malkovich'in kariyerini etkilemez de benim asıl üzüldüğüm, sevdiğim ve giderek daha iyi filmlerde gördüğümüz Rosa Salazar oldu. Umarım onun kariyerini sarsmaz.
Filme dair olumlu cümle kurabileceğim tek şey, Scout Taylor-Compton'ın karakteri galiba. Aynı vücutta iki kişilik taşıyan bu karakterin, güzel bir kadın vücudunda, cinsiyetçi orta yaşlı bir erkek olduğu sahneler, filmin mizah kurabildiği ve ilgi çekici olabildiği yerlerdi.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN