PAN'IN LABİRENTİ'Nİ TEKRAR İZLEMEK VE VİZYONDAN SEÇMELER
Pan’ın Labirenti’ni Tekrar İzlemek ve Vizyondan Seçmeler
Sonbahar festivallerinin ayak sesleri duyulmaya başladı. Yurtdışında, Venedik başlamak üzere, yurtiçinde de Adana, Antalya ve Filmekimi’nden ilk duyurular gelmeye başladı. Biz vizyon filmlerine devam edelim ama bu haftaya Pan’ın Labirenti filmini, yıllar sonra tekrar sinema perdesinde izleme deneyimi ile başlayalım. Ayrıca yabancı bir psikolojik gerilime, şaşırtıcı bir yerli suç filmine ve gençlere yönelik romantik filmlerden bir diğerine göz atalım.
El laberinto del fauno (Pan's Labyrinth / Pan’ın Labirenti):
Biraz da Başka Sinema’nın zaman zaman Başka Çarşamba gösterimleri kapsamında, “Kült Film” başlığında yaptığı gösterimleri övelim. Yıllar sonra Pan'ın Labirenti'ni tekrar sinemada izlemek çok güzeldi. Vizyondaki çoğu vasat filmin yanında, “oh be, sinema varmış” dedirtti. Ayrıca filmi ilk izlediğimizin üzerinden 17 yıl geçmiş olmasına da şaşırdık.
Pan’ın Labirenti modern bir başyapıt. Pek çok unsurundan yola çıkıp övebiliriz. İspanyol tarihinin çok karanlık dönemlerinden birini, bir peri masalı ile birleştirme becerisinden bahsedebiliriz ama yıllar içinde hakkında o kadar yazıldı, çizildi ki, gerek yok.
Yine de dayanamayıp, tekrar izlemenin bana hissettirdikleri ve hatırlattıkları üzerinden 1-2 not düşeyim. Bir defa, aklımda kalandan çok daha karanlık ve sert bir filmmiş. Yanımda oturan seyirci bazı sahnelerden bayağı rahatsız olup, ara ara bitsin artık dedi hatta. Bu kadar karanlık olup, bu kadar popüler olması da ayrı bir başarı.
Film bittiğinde, besteci Javier Navarrete'nin adını neden hatırlamıyorum diye düşündüm. Filmin harika müzikleri var çünkü. İlginç bir şekilde, bu filmdeki Oscar adaylığı sonrası, orta karar işlerle kariyerine devam etmiş. Çok da yoğun çalışmamış zaten.
Filmin arkasında büyük bir stüdyo olmadığını da unutmuşum. Guillermo del Toro, bu filmden önce de, sonra da büyük stüdyolarla çalıştığı için, bu filmde de öyle diye aklımda kalmış ama filmin başında hiçbir büyük stüdyo logosu görmedik. Sonradan IMDB’den okuduğuma göre del Toro, o dönem stüdyoların filmi İngilizce çekme ve daha ticari yapma isteklerini net bir şekilde reddetmiş zaten.
Film, dört dörtlük ama bir tek Sergi López'in kötü adamı, bireysel olarak mı kötü kalmış diye düşündüm bazen. Yani Franco döneminin sistemsel kötülüğünden çok, bu karakterin psikopatlığı baskın gibiydi. Ama, bu konuyu da onu öldürseniz, benzeri gelecek repliği ile toparlamışlar.
Son olarak, Guillermo del Toro'nun ilk dört filmini sinemada izlemeyi çok isterim. İlgililere duyurulur. Sıralı tam liste:
-Cronos
-Mimic
-The Devil's Backbone
-Blade II
Mimic ve Blade II'yu sinemada izlemiştim zaten (evet, yaşım tutuyor). Mimic, asla Del Toro'nun en iyi filmleri arasında anılmaz, değildir de muhtemelen ama benim kendisini ilk keşfettiğim filmdi. O dönem Mira Sorvino'ya da hayranız zaten. Pek bir sevmiştim.
Old Man (Nefes Alma):
Filmin başrolünde Stephen Lang olunca, Türkçe isminde bir cinlik yapıp, Nefesini Tut'u hatırlatsın diye, Nefes Alma yapmışlar. Öncelikle, iki filmin hiç alakası yok. Zorlarsak benzerlikler buluruz ama atmosferi, gerilime yaklaşımı ve dertleri bambaşka.
Film temel olarak iki karakter arasında geçiyor, ormanda bir kulübede yaşayan, yaşlı bir adam ve yolunu kaybedip oraya düşen genç bir adam. Flashback sahnelerinde, iki karakter daha devreye giriyor. Yani film 4 oyuncu arasında dönüyor.
Bu da çok iyi puanlar almamış bir film ama benim yine sevdiğim bir film oldu. İki karakter arasındaki atışmayı, aralarındaki geçmişten gelen sırrı, tansiyonu sürekli yüksek tutmasını bayağı sevdim. Bir tiyatro oyunu olarak da, çok iyi olabilirmiş diye düşündüm hatta. Tiyatro havası varsa, sinemasal tadı az diye düşünebilirsiniz. Bence öyle de değil. Yönetmen, iki kişiyi ve kısıtlı mekanı iyi kullanmış. Oyunculuk olarak Stephen Lang çok iyi, Marc Senter durumu kurtarıyor. Ama flashbacklerde gözüken Patch Darragh, onların yanında zayıf kalmış.
Yine flashbacklerde görünen ve filmin tek kadın karakterini canlandıran Liana Wright-Mark ise, çoğunlukla etkileyici bir kadın olarak görünüyor. Hatta tüm son jenerik, onun etkileyici hallerini izliyoruz. Ama karakter derinliği yok. Senaryo, o karaktere biraz haksızlık etmiş.
Filmin sürprizini de belli bir noktaya kadar anlayamadım açıkçası. Tahmin de edilebilir aslında ama ben başka ihtimaller üzerinde durmuşum. Bu arada, filmin afişi, dev spoiler vermiş aslında. İzledikten sonra, daha net anlaşılıyor (şu an dönüp afişe bakanlar, ruh ikizimdir).
Tavsiye edebileceğim bir film ama başta belirttiğim gibi, beklentiniz kesinlikle Nefesini Tut tarzı bir film olmasın. Çok daha yavaş gelişen bir yapısı var.
Otoban Katilleri:
Gerçek olaylardan yola çıkan bu filmin konusu en baştan ilgimi çekmişti. Kötü bile olsa, en azından cin/büyü filmlerinin domine ettiği tür filmlerinde, farklı bir soluk olabilir demiştim. Sadece farklı değil, iyi de çıktı. Aslında bizim sinemamız için farklı. Yoksa, psikopat katil filmlerine yabancı değiliz. Burada da farklı maddeler etkisinde yola çıkıp, karşılarına çıkanları öldüren, adlarını film boyunca hiç öğrenmediğimiz iki katilin hikayesini izliyoruz. Hikayesini gerçek bir olaya dayandırarak, ayağını yere sağlam basıyor.
Ama gerçek bir olaya dayanmasa bile, karakterler hiç yapay durmuyor. Filmin en büyük artısı da bu olabilir. Daha önce tanımadığım iki oyuncu, Korkut Çözer ve Muhammet Mustafa Karademir çok iyiler. Yıl sonunda en iyi oyuncular listesine almayı düşünebileceğim kadar iyiler. Karakterleri, çok bıçak sırtı bir yerde aslında. Hem abartılı, hem doğal olmak zorundalar. Bir yandan karakterleri anlayıp, bir yandan da korkmamız/nefret etmemiz lazım. Cidden bunu başarmışlar. Sokakta karşımıza çıksalar, yolumuzu değiştireceğimiz karakterler yaratmışlar.
Yine adını ilk kez duyduğum, yazar/yönetmen Tolga Kadıoğlu da iyi iş çıkarmış. Kusursuz değil ama iyi. Bazı sahne geçişlerinde, flashback'lere giriş çıkışlarda problemler var. Konuşmaların tam anlaşılamadığı, ses miksajında sorunlar hissedilen 1-2 sahne de var ama genel olarak iyi bir atmosfer kuruyor. Ölümlerin çoğu, kadraj dışında, sadece kan sıçramalarını gördüğümüz şekilde gerçekleşiyor ki, filmin bütçesini düşününce, doğru tercih. Cin filmlerinde dediğim gibi, kötü efekt kullanacağınıza, hiç kullanmayın daha iyi. Bu filmde, yüzünden vurulmuş bir adam dışında, çok efekt yoktu. O sahnenin, karakterin psikopatlığını vurgulamak için yapıldığını da anlıyorum ama onu bile görmemeyi tercih edebilirdim.
18+ derecelendirmesi alan yerli filmler arasında, bu sınırı en net hak eden filmlerden biri olmalı. Şiddet, madde kullanımı ve cinsiyetçi küfürler çok yoğun. Zaten tüm film, aşırı toksik bir erkek dünyasında geçiyor. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, flashback'ler dahil, hiç kadın oyuncu yok. Bu da filmin o sert tarzını destekliyor. Herkese göre bir film olmadığı açık ama sert suç filmlerini sevenlerin hoşuna gidecektir diye düşünüyorum.
See You on Venus (Venüs'te Görüşürüz):
Ergenlere yönelik yazılmış bir romantik romandan uyarlanan yeni bir film. Virginia Gardner da kendisine buradan bir kariyer yapacak galiba. Yine güzel kızımız ve yakışıklı oğlanımız, bir takım göz devirten romantik durumlar içindeler. Bir de bir kalp rahatsızlığı meselemiz var ki, filmin sonunda ağlamaklı olalım!
Yine de benzerlerinden bir tık daha iyi. İki artısı var. Daha doğrusu, benzer filmlerin iki eksisi burada yok. Birincisi, karakterlerimiz saçma sapan asiliklerin peşinde değiller. İkincisi, sadece filmi çekenlerin erotik sandığı ama asla erotik olmayan sahneler yok. Erotik sahne olmasın demiyorum ama olacaksa da gerçekten erotik olsun o zaman!
Oyuncuların uyumu ve İspanya'nın güzel görüntülerini de artı hanesine yazalım. Yakışıklı gencimiz Alex Aiono da, esasen şarkıcıymış bu arada. Çok iyi oyuncu olmadığı belli ama en azından role yakışmış. Yalnız Taylor Lautner'e benzemek gibi, büyük bir dezavantajı var.
Filme iyi demem mümkün değil de, madem İspanya'ya gidecek paramız yok, bari filmde görelim, iki de güzel/yakışıklı oyuncu izleriz derseniz, neden olmasın.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN