SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

OSCAR ADAYLARINDAN ÇİZGİ ROMAN UYARLAMALARINA

10 Nisan 2022 Pazar 10:44
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu haftanın sinema gündemi, İstanbul Film Festivali’nin salonlara dönmesi aslında. Ben de filmleri takip etmeye başladım ama henüz festivalin başındayız. Önümüzdeki haftalarda festival filmlerine daha detaylı bakmak üzere, bu hafta yine bir vizyon turu yapalım.

Belfast:
Aslında bakarsanız son haftalarda vizyon, kalite olarak epey verimsiz. Son haftaların en iyi filmi Belfast idi kanımca. Aslında Belfast'la ilgili de epey kötü yorum vardı ama ben gayet beğendim. Evet, biraz fazla Roma’ya benziyor. Evet, onun kadar derinlikli değil ama sinemasını da kurduğu duygu yoğunluğunu da başarılı buldum. Oscarlar verilmeden önce, Power of the Dog kazanamayacaksa, CODA yerine Belfast alsın isterim demiştim hatta. Ne yazık ki olmadı ve belki de zayıf noktalarından biri olan senaryosu ile Oscar aldı.
Belfast, sinemada izlendiği zaman daha etkili olacak filmlerden biri bence. Evde izlesem, o kadar sevmeyebilirdim. Branagh'ın kurduğu mizansenlerin tadı, ön plan ve arka planları kullanışındaki ustalık, büyük ekranda daha iyi anlaşılıyor. Aynı şekilde, ses kategorisinde neden aday olduğunu anlamak için de ya sinemada, ya da iyi bir ses sistemiyle izlemek lazım. TV seslerinden, gerçek seslere geçiş ve özellikle kaos sahnelerindeki ses kullanımı son derece iyi. Neredeyse tüm oyuncu kadrosunu da çok beğendim. Anne rolünde Caitriona Balfe parlıyor zaten ama Jude Hill, Judi Dench ve Ciarán Hinds de çok iyiler. Kimi beğenmedim: Jamie Dornan. Hâlâ iyi bir oyuncu olduğuna ikna olmuş değilim. Buddy'nin sinema ve tiyatro izlerken dünyadan kopmasını, oralarda görüntünün renklenmesini de beğendim ve kendime de çok yakın buldum. Olayları, klasik filmlerle ilişkilendirmesini de. Aklıma gelmişken, bir festival, yakın zamanda High Noon'u sinemada gösterebilir mi lütfen?
Kenneth Branagh'nın kendi filmlerine yaptığı kimi göndermeleri de beğendim ama bazen biraz fazla gözümüze sokuyordu. Neticede, yılın en iyisi demesem de, izlediğime gayet memnun olduğum, bu aralar sulugöz olduğum için, bir, iki sahnede gözyaşlarıma da hakim olamadığım bir film oldu.

Morbius:
Morbius, son dönemin en kötü eleştiriler alan filmlerinden biri olarak dikkat çekti. Esas olarak bu filmle ilgili yazılanlara çok fazla ekleyecek bir şeyim yok. Çeşitli nedenlerle 2-3 sene raflarda bekledi ama sanki 20 sene falan beklemiş gibi. Karakterlerin motivasyonları, kötü adamla kapışma şekilleri, hikâyenin kuruluşu vs. o kadar bayatlamış ki. Bir heyecan ya da merak yaratmaktan çok uzak. Özel efektlerde sürekli kendisini tekrarlayan motifler de hoşuma gitmedi. Senaryoda da dev açıklar var. Bir karakteri görüyoruz, sonra kaybolup gidiyor mesela. Diğer Marvel filmlerine ve karakterlere yapılan göndermeler ise inanılmaz yapay duruyor. En kötüsü de post-credits sahnesi elbette. Uncharted için, post-credits sahnesini fragmanda gösteren ilk film demiştim. Burada da benzer, hatta daha kötü bir durum var.
Oyunculuk olarak, Jared Leto ve Matt Smith'e pek bir itirazım yok. Hatta Matt Smith'in kendisi ile dalga geçen performansını beğendim bile. Her ikisi de daha iyi senaryo ile çalışmış olsalar, filmi toparlayabilirlermiş. Aslında Sony'nin elinde Venom ve Morbius gibi, tam anlamıyla iyi ya da kötü adam olmayan, gri bölgede yer alan karakterlerin olması bir avantajdı. Bunlardan bayağı ilginç öyküler çıkabilirdi ama potansiyeli kullanamadılar.

Osman Sekiz:
Fragmanı izlediğimde, filmin hedef kitlesine dair kafam karışmıştı, filmi izledikten sonra da kafa karışıklığım devam etti. Karşımızdaki bir çocuk filmiyse, fazla sert yerleri var (ki 10+ sınırı almış zaten), yetişkinlere yönelik bir filmse çok naif. Ezel Akay'ın kendisini hikâye anlatıcısı olarak tanımlaması ve modern bir masal anlatması güzel ama ilk filmlerindeki havayı yakalayamıyor. Tabii ki, aynı tonda devam etmesi gerekmiyor ama film kendi içinde, nerede duracağına tam karar verememiş gibi.
Osman Sekiz karakteri, korkularıyla, arzularıyla gayet iyi çizilmiş aslında. Yaşayan bir karakter ama canavarlar, basit bir çocuk filminden fırlamış gibi ve o ayarda espriler yapmaktalar. Begüm Birgören'in karakteri de nispeten ilgi çekici ama senaryoyu da yazan Kemal Uçar'ın karakteri ucuz komedi filmlerinden ödünç alınmış adeta. Böyle olunca, filmin zaman zaman ilgi çekici sahneleri olsa da hemen arkasından, hayal kırıklığı yaratan birkaç sahne geliyor. Nihayetinde film de bir türlü, belli bir seviyeye çıkamıyor. Seyirci de filme ne şekilde yaklaşacağını çözememiş gibi duruyor. İlk haftasında sadece 2.655 kişi izlemiş ve yine ilk haftasında 116 salon ile başlayan vizyon yolculuğu, ikinci haftasında sadece 1 salona düşmüş. Gişe anlamında, Ezel Akay filmleri arasında, açık ara en kötüsü olmuş durumda. Artık, pandemiye de bağlayamayız bunu. Belli ki film, seyircide bir karşılık bulamadı.

Eiffel:
Eyfel kulesinin yapılışını, gizli bir aşk hikayesi ile süsleyen, sıkılmadan izlenebilecek ama kalıcı da olamayan bir film. Anladığım kadarıyla aşk hikayesinin gerçekle pek bir ilgisi yok ama iki saat inşaat izletmek sıkıcı olur diye düşünülmüş belli ki. Filmin iskeleti de o aşk hikayesi üzerine kurulmuş zaten. Geri dönüşlerle beraber, iyi bir anlatımı var. Romain Duris ve Emma Mackey, iyi bir uyum yakalamışlar. Bu arada Death on the Nile ve bu filmle beraber Emma Mackey, son dönemin dikkat çekici oyuncularından oldu benim için. 
İki saat inşaat izletmek sıkıcı olur dedim ama işin o kısmının altından başarıyla kalkılmış denebilir. Projeyi kabul ettirme, para bulma süreçleri ilgi çekici. Kulenin tasarımında mühendisimizi sürekli aynı şeyleri çizerken görmemiz biraz tekrar oluyor aslında. İşin inşaat kısmı da, zor ve tehlikeli bir iş olduğu için, buralarda da heyecan yaratılabilmiş. Ama odağı fazlaca aşka kaydırınca, kulenin yapımında binbir zorluk varken, bir anda bitiveriyor ve akıllarda soru işaretleri bırakıyor.
Genelde olumlu şeyler yazdım ama neden kalıcı olmayacak dedim? Çünkü, her ne kadar iyi anlatılmış olsa da farklı sınıflardan iki karakterin imkânsız aşk öykülerini çok izledik. Onlara yeni bir şey katmıyor.

The Lost City (Kayıp Şehir):
Bu filmden çok bir beklentim yoktu ama en azından hoşça vakit geçirtecek bir film olur diyordum ama birkaçı hariç, ne esprilerine güldüm, ne de aksiyon sahnelerinde heyecanlandım. Tatsız, tutsuz geçen iki saat oldu benim için. Başrol oyuncularını çok da sevmiyor olmamın da etkisi vardır tabii ama karakterlerle de çok yakınlık kuramadım. Daniel Radcliffe'in kötü adamı, filmin en zayıf noktalarından biriydi zaten. Brad Pitt'li sahneler iyiydi ama keşke fragmanda hiç görmeseydik de sürpriz olsaydı. Zaten, Pitt'in karakterinin hikayesinin nereye varacağı da en baştan belliydi. Film hakkında çok fazla söylenecek bir şey yok. Yine ormanda geçen bir aksiyon-komedi olarak, geçen seneki Jungle Cruise'u daha çok sevmiştim diyerek bitireyim.

Haftaya görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar