ÖRÜMCEK ADAM'IN YENİ MACERASI, ARİ ASTER'İN DELİLİĞİ, PRESTİJ MÜZİK AİLESİ VE DİĞERLERİ
Son iki haftada festival izlenimleri yazınca, vizyonu biraz ihmal ettik. O halde bu hafta, Haziran ayı başında vizyona giren filmlere bir bakalım, yavaş yavaş güncele doğru geliriz. Bu haftaki menümüzde, büyük bütçeli filmlerden Örümcek Adam ve Transformers’ın yeni filmleri, Ari Aster’in üç saatlik deliliği, sinemamızda çok sık görmediğimiz türde bir film olan Maske, yeni Robert de Niro komedisi ve Mahsun Kırmızıgül’ün kendi geçmişine baktığı film var.
Spider-Man: Across the Spider-Verse (Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş):
Şu güne kadar çok kişi yorum yazdı ama geç de olsa bu filmden bahsetmeden geçmemem lazım, çünkü filmi çok sevdim. Aldığı olumlu eleştirilerin çoğunu hak ediyor. İlk film zaten çok iyiydi, bu da üstüne koya koya gitmiş.
Animasyon kalitesi zaten birinci sınıf. Her evrenin kendine has bir dokusu olması, bir araya geldiklerinde de her karakterin, kendi evreninin özelliklerini getirmesi çok iyi. İlk filmdeki, sinema perdesinde çizgi roman izliyoruz hissi yine mevcut. Ama, görselliğimiz iyi, hikâyeyi boşlayabiliriz de denmemiş. Hatta son dönem fazlaca birbirine benzeyen süper kahraman filmleri arasında, uzun süredir gördüğüm en iyi hikâye. İlk filmden tanıdığımız Miles Morales ve Gwen Stacy'nin karakterlerinin altı iyice doldurmuş. Bir süper kahramanı, süper kahraman yapan şey nedir sorusu irdelenirken, bir yandan da Miles'ın aslında bir anomoli olma durumu karakterin açmazını derinleştiriyor. Finale doğru gelen sürprizin ipuçlarını vermişler aslında ama kendi adıma, şaşırdığımı söyleyebilirim.
Tıpkı yakın zamanda izlediğimiz Fast X gibi, hikâyeyi ortada bir yerde bırakıyor ama orada yaptığım eleştiriyi, burada yapmayacağım. Fast X, random bir yerde pat diye kesiliyordu, burada ise karakterleri belli bir yere getirip, orada bırakıyor. Film kendi başına ayakta durabiliyor yani.
Tüm Mumbattan bölümünü ve yeni karakterlerden Hobie'yi bol bol övebilirim ama herhalde filmin en inanılmaz kısmı, örümcekler kovalamacası diyebileceğimiz sekanstı. Her karede bir sürü detay saklıydı. Dijitale gelince bu bölümü kare kare izlemek lazım. İçlerinde bir yerlerde, bizim Üç Dev Adam filmindeki Örümcek Adamımız bile çıkarsa şaşırmam. Yoksa da, birileri filmin yapımcılarına bu karakteri iletsin lütfen, bari üçüncü filmde görelim.
Film şu an IMDB'de tüm zamanlar listesinde 12. sırada. Biraz abartılı tabii de üçüncü filmde de aynı kaliteyi tuttururlarsa, rahatlıkla en iyi çizgi roman uyarlaması serilerinden biri olur.
Beau is Afraid (Korkuyorum):
Ari Aster'den, tarif etmesi zor, izlemesi çaba isteyen, aynı zamanda çok da cesur bir film. Cesur, çünkü önceki iki filmiyle Aster'e bayılanlar, bundan nefret edebilir. Kendisi de bunun gayet farkında olarak çekmiş olmalı filmi. Ben de 3 saatlik filmin, her anını sevdim diyemem. Bazen sıkıldım ama bazı yerlerini de hayranlıkla izledim. Özellikle La Casa Lobo filminin yönetmenlerinin parmağı olan, animasyon sekans bir harika. Hayranlıkla izlediğim yerler, filmi sevmeme yetti. Ama sevmeyenleri de gayet anlayabiliyorum, itiraz da etmem. Bir adamın kafasında dolaşırken, oradan oraya savruluyor, farklı türlere, farklı sinema anlayışlarına girip çıkıyor. Çok dağınık diyerek sevmemek de mümkün, neler neler yapmış diye bayılmak da.
Filmin mizah anlayışı da enteresan. Bir anda, kahkahalarla gülebileceğiniz bir şey oluyor. Fakat hemen sonrasında, ben neye gülüyorum yahu diye düşünebiliyorsunuz. Filmin başlarında, salonda konuşanları 1-2 defa uyarmıştım. Tekrar gerginlik olmasın diye, devam eden kısımlarda, kahkahalarını benim yüzümden içlerine atmış olabilirler, sorry.
Filmi sevmeyenlerin bile, takdir edeceğini düşündüğüm şey, Joaquin Phoenix'in performansı. Karakterin kendi kendisiyle çatışan, annesiyle hesaplaşma peşindeki halini çok çok iyi vermiş. Phoenix zaten, her filmde iyi. Şaşırtıcı değil.
Filmi Aronofsky'nin Mother'ına ve Chazelle'in Babylon'una benzeten yorumlar okumuştum. Filmin ilk yarım saatinin Mother'ı akla getirmesi bir yana, evet ruh olarak benzer filmler. Üçü de büyük bütçeli delilikler ve muhtemelen üç yönetmen de bir daha, bir benzerini yapamayacak. Yaratıcılık anlamında değil de, bir daha böyle bir proje için, aynı bütçeyi bulmaları çok zor.
Dediğim gibi, ben sevdim ama herkese bu konuda garanti vermem. Bununla birlikte, yılın en ilginç filmlerinden biri. Bence, sevmemeyi de göze alarak, kesinlikle izlenmeli.
Maske: Nezaketle Tebessüm:
Belli türler içine sıkışmış olan sinemamızda, ara ara böyle farklı örnekler görmek güzel. Tam bir başarı olmasa da seyirciyi merak ettiren, sürprizlerle ilerleyen yapısıyla, izlemeye değer bir film.
Aslına bakarsanız, sürekli başka birilerinin yerine geçmeye çalışan bir meczubun hikayesini izlediğimiz ilk kısım, bir yerden sonra kendini tekrarlamaya başlamış gibiydi. Ama tam sıkmaya başlamışken, filmin ilk sürprizi gelerek kendini toparladı. Filmin en iyi kısmı da bu ilk sürprizden sonrası. Fakat finale doğru ilerledikçe, bazı Hollywood filmlerinde de gördüğümüz, sürekli seyirciyi şaşırtayım, bir sürpriz, arkasından bir sürpriz daha yapayım kafasına girdi. Tamam, üzerinde düşünülmüş, kabul ediyorum ama bu kadar fazlasına gerek yoktu. Finalde seyircinin kusursuz bir plan demesi istenmiş ama olaylar girift hale geldikçe, o planının aksayabilecek noktaları daha çok fark ediliyor. İzlerken olmasa da, sonradan üzerine düşününce.
Yine bir başka sürpriz uğruna zayıf bir final yapıyor bence. İlk anda şaşırtıcı olabilir ama baş karakterimiz yaptığı hareketle ve hareketin bağlandığı flashback'deki diyalogla, sadece perde önündeki bize mesaj veriyor. Halbuki filmin kendi gerçekliği içinde, ders vermek istediği insanların durumdan zerre kadar haberi yok. Spoiler vermemeye çalışarak şöyle diyeyim. Eğer gerçekten kusursuz bir plan olsaydı, karşısındakilere neden orada olduklarını bir şekilde söylemesi gerekirdi.
Bu arada, eğer bir kurum vs. tarafından toplu bir bilet alımı falan olmadıysa, filmde fısıltı gazetesi çalışmış gözüküyor. Box Office Türkiye'ye göre, ilk 3 gün 973 kişi izledikten sonra, ilk haftayı 7.126, ikinci haftayı 22.262 seyirci ile kapatmış. Çok yüksek bir artış.
Transformers: Rise of the Beasts (Transformers: Canavarların Yükselişi):
Baştan söyleyeyim, Transformers serisi, hiçbir zaman çok ilgimi çekmedi. Bumblebee'yi sevdiğimi söyleyebilirim. Belki bir de ilk 2 film, ne yapmışlar acaba merakıyla kendini izlettiriyordu. Serinin yeni filmi, nispeten iyi eleştiriler almıştı ama bana yine olmadı. Bir takım dev robotların, mekanik seslerle ve tam bir kaos içinde kapışması, hiç bana göre değil. İnsan karakterler iyi çizilse belki olurdu ama orası da zayıf. Esas oğlanımız Noah Diaz'a yine az-çok bir hikâye yazmışlar da, esas kızımız Elena Wallace'da o da yok. Genel hikâyenin de zaten elle tutulur bir tarafı yok. Tamamen robotları karşı karşıya getirmek için bir bahane.
Tamam, filmin hedef kitlesinin ben olmadığımı kabul ettim. Ama hem bizdeki, hem dünyadaki izleyici sayısına bakınca, hedef kitlesini de yakalayamadığı görünüyor. Belli ki, serinin diğer filmlerinden kendisini ayrıştıracak bir farklılık yaratamadı.
About My Father (Eyvah Babam):
Robert De Niro'nun, "ekmeğimin peşindeyim" diyerek, bir takım orta karar komedilerde oynamasına alıştık da, biraz daha orijinal bir şey olsaymış keşke. Meet the Parents'in tersine döndürülmüş, orta karar bir kopyası olmuş bu. De Niro babamız, bu sefer oğlunun evleneceği kızın, ultra zengin ailesi ile tanışıyor. Kültür çatışmalarından doğan şakalar, komiklikler vs.
Arada güldüğüm yerler olsa da, çoğu espri komik de değil zaten. Çoğunu da fragmada vermişler ayrıca. Sebastian Maniscalco epey övgü alan bir stand-up komedyeni imiş ama bana pek bir ışık vermedi. Senaryoyu kendi hayatından yola çıkarak yazmış. Aslında anlattıkları, tek kişilik bir şov için daha ideal olabilir. Hatta belki de filmi, şovundaki bir bölüme dayandırdı. Bilemiyorum. Boş vaktim var, şöyle kafa dağıtacak bir şey izleyeyim derseniz, belki olabilir. Ama bence siz, Meet the Parents serisini bir daha izleyin, daha iyi.
Prestij Meselesi:
Bu film ilk vizyona girdiğinde izleyememiştim (deprem nedeniyle, 3 gün vizyonda kalmıştı). Yeniden sinemalara geldiğinde yakaladım. Mahsun'un ilk filmlerinin şaşırtıcı başarısının yine altında ama Mucize, Vezir Parmağı gibi filmlerinden çok daha iyi. En azından tutarlı bir hikayesi, iyi oyunculukları var. Her ne kadar afişe adını koymasa da hikâyeyi Hilmi Topaloğlu üzerinden ilerletmiş, tüm çatışmayı da onun üzerinden kurarak seyirciyi oradan yakalamayı hedeflemiş. Engin Hepileri de iyi performansı ile bunu destekliyor. Özellikle ilk yarıda Topaloğlu'nun yansıtılış şekline bayağı şaşırdım yalnız. Bildiğin düzenbaz, üçkağıtçı, şark kurnazı bir karakter. İkinci yarıda, tabir yerindeyse tövbe ediyor ve doğru yolu buluyor. Ama sanatçılarının hep arkasında olduğunu da vurgulamış.
Diğer üç karakter içinde Mahsun, kendisine daha çok yer ayırmış. Eh, kendi yazıp yönetince, böyle olması da doğal belki. Belli ki, zamanında bilinmeyen bir elin önünü kestiğini özel olarak anlatmak istemiş mesela. İsim vermiyor ama, kim olduğunu anlıyoruz. Ama yine de Haluk Levent ve Özcan Deniz'in hikayesi, kalıplardan çıkamamış. Hele onların hayatlarındaki diğer kişiler, tam olarak karton karakterler.
Bir de şarkılarda, oyuncuların değil, Mahsun, Haluk ve Özcan'ın kendi seslerinin kullanılması, bence yanlış tercih. Mahsun Kırmızıgül, Bergen filmi ile ilgili tartışmada, tam tersini düşündüğünü söylemişti zaten ama karakterlerin konuşma sesleri ile şarkı söyleme sesleri çok farklı olunca, filmi kendi gerçekliğinden koparıyor bence.
Film, tahmin ettiğim gibi, Prestij Müzik'in sadece kuruluş aşamasını anlatıyor. Bir de mümkün olduğu kadar tarafsız bir şekilde, dağılmasını anlatsa, oradan daha ilgi çekici bir hikâye çıkabilir ama yapmaz sanki.
Bu arada film, ilk 3 günde, yaklaşık 70 bin izlenmişti. Tekrar vizyona girdiğinde salonları doldurur diyordum ama boş salonlara oynadı ve ancak 100 bine çıkabildi. Yakın zamanda dijitale gelir, orada izlenir muhtemelen.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN