SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

NORMALLEŞMEYİ BEKLERKEN

21 Şubat 2021 Pazar 20:48
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Pandemide aşı süreci devam ediyor. Biz de normalleşmeyi, sinemaların açılmasını beklemeye devam ediyoruz. Sinemaların açılması için verilen tarih 1 Mart’tı ama henüz normalleşme konusunda illere göre alınacak yeni kararların detayları belli olmadı. Çevrede de öyle 1 Mart’ta sinemalar açılacak gibi bir hava yok. Sanki kapatılma bir süre daha uzayacakmış gibi ama haftaya durum biraz daha netleşir sanırım. Bu arada ekranlarımızdan film izlemeye devam. Bu hafta biraz yenilerden, biraz eskilerden, ortaya karışık bir film seçkisi yaptım.

Başlangıç (Beginning):
Geçen sene yapılamayan Cannes’ın resmi seçkisinde yer alan, Gürcistan’ın bu yıl Oscar’a gönderdiği ama her nasılsa kısa listeye kalamayan Başlangıç, son yılların en heyecan verici ilk filmlerinden biri. Ana karakterimiz, kocası ve oğluyla beraber yaşayan Yana. İşlenen bir suç sonrası, bu suçu araştırmak üzere kasabaya gelen dedektifin hayatına girişi ile olaylar gelişiyor. Film daha ilk sahnesinde seyirciyi kavramayı başarıyor ve finale kadar hiç bırakmıyor. Esasen yavaş bir film. Neredeyse tüm sahnelerde kamera sabit bir yerde duruyor ve bu sabit yerden kadraj içinde olanları izliyoruz. Ama yönetmen kadraj içinde tutacaklarını ve dışarda bırakacaklarını çok iyi planlamış. Örneğin, filmin en etkili sahnelerinden birinde, dedektif ve Yana konuşurken, birinin kadraj dışında olması, sahnenin etkisini ve tedirgin edici yapısını arttırıyor. Tüm film boyunca kamera sadece 4 kez hareket ediyor ve bu hareketler de kritik anlara denk geliyor elbette.
Filmin kilisede geçen ilk sahnesinde Hz. İbrahim ve kurban konusunun konuşulması da bir tesadüf değil. Günah kavramının sıklıkla konu edildiği filmde, finale doğru, yoksa yanlış mı duydum diyerek geri aldığım bir sahne ile birlikte tekrar başta konuşulan kavramlara dönüyor ve farklı okumalara açık final sahnesi ile de yeni başlangıçlara doğru ilerliyor.
Yönetmen Dea Kulumbegashvili kadar, görüntü yönetmeni Arseni Khachaturan’ı da övmeliyiz. Beraberce, zihinlerden silinmeyecek görüntülere imza atmışlar. Keşke bu görüntüleri sinema salonlarında izleme şansımız olsaydı. Yine de filme dair az sayıdaki eleştirilerimden biri, bazen bu görüntülere fazlaca âşık olmaları, bazı planları çok uzattıkları olabilir. Ama bunların sayısı çok değil. Diğer eleştirimi söylemem için önemli bir olaydan bahsetmem gerekir. O yüzden onu geçiyor ve mutlaka izleyin diyorum.

The Lost World:
Nicedir adını duyduğum ama izlemenin kısmet olmadığı bu klasik, dijitalde karşıma çıkınca, bu kez kaçırmadım. İsmi size, Jurassic Park’ın ikinci filmini mi hatırlattı? Haklısınız. 1925 yapımı bu sessiz film için, Jurassic Park’ın büyük büyük dedesi diyebiliriz. Neredeyse 100 yıl önceden gelen bu film, canavar filmlerinin ilki olarak kabul ediliyor. Arthur Conan Doyle’un romanından uyarlanan hikayemiz çok basit aslında. Dinozorların günümüzde hâlâ var olduklarını ispatlamak isteyen bir grup araştırmacının gittiği egzotik mekanlarda başlarına gelen bir takım heyecanlı maceralar. Canavar filmlerinin olmazsa olmazı, dinozorumuz şehre gelip, orada da dehşet saçmaya devam ediyor. Ana karakterimizin bu yolcuğuna çıkmasının tek nedenin, nişanlısının ondan heyecan verici bir şey yapmasını beklemesi olduğunu düşünürsek, işin o tarafından bir romantizm çıkması da şaşırtıcı değil. Gerçi orada, ufak bir ters köşe de yapıyor film.
Hikâye ve özel efektler açısından demode bir film belki ama zaten 100 yıl önceki bir filmi, bugünün standartları ile değerlendirmek yanlış olur. Üstelik o yıllar için, hayranlıkla izlenen pek çok sahne de var. Sinema tarihindeki yeri açısından, izlemek gerekli.

Les sorcières de l'Orient (The Witches of the Orient):
Bugün nasıl biz kadın voleybol takımımıza Filenin Sultanları diyoruz, 60'larda da büyük başarılar kazanan Japon kadın voleybol takımına da Doğunun Cadıları deniyormuş. Bu da o takımı anlatan bir belgesel. Esasen klasik yapıda bir yapım. O günkü maçlardan görüntüler, sporcuların yaşadıkları zorluklar ve kazandıkları başarılar ile bugünkü durumları arasında gidip gelen bir film. Ama izlemesi keyifli.
Dünya şampiyonaları ve olimpiyatlarda yarışacak noktadaki sporcuların, gündüz fabrikalarda çalışıp, geri kalan saatlerde antrenman yapmaları, bugünden bakınca epey enteresan. Ama o kadar sıkı çalışmışlar ki, bugün bile formdalar. Filmin başlarında bir yemekte bir araya geldiklerinde altın günündeki teyzeler havası verseler de spor salonundaki hallerini görünce, beni teke tekte çok rahat geçerler dedim (gerçi sıfır spor geçmişim ile karşılaştırma için doğru örnek değilim ama). O yıllarda çekilmiş bir animeden sahneler de filme hareket katıyor. Anladığım kadarıyla bizim çok sevdiğimiz Tsubasa'nın voleybol versiyonu gibi. Smaça çıkarken havada iki takla atıyorlar örneğin.
Özellikle spor belgesellerine ilgi duyanlar için önerilir ama şu anda online olarak herhangi bir yerde yok sanırım.

Elmalar (Apples):
Zaman zaman Nuri Bilge Ceylan sinemasının, Türkiye sinemasını çok fazla etkilediği, yeni yönetmenlerin ona benzemek için fazla çaba sarf ettikleri yönünde eleştiriler yaparız. Sanırım Yorgos Lanthimos sinemasının da Yunan sinemasında benzer bir etkisi var. Elbette Yunan Yeni Dalgası olarak anılan akımda, Lanthimos’un dışında da yetkin örnekler veren yönetmenler bulunuyor. Ancak, her ne kadar geçen sene önemli festivallere katılmış olsa da Christos Nikou’nun Elmalar filmi için aynı cümleyi kuramayacağım kendi adıma.
Aslında güzel bir fikirden yola çıkılıyor. Ülkede insanların hafızaları kaybetmelerine yok açan bir salgın başlamış. Evet akla hemen, yaşadığımız pandeminin bir çeşitlemesi olduğu geliyor ama sanırım senaryo daha eskiye dayanıyor. Ana karakterimiz ise bir otobüs yolculuğunda iken bir anda hafızasını kaybedince, bir hastaneye yatırılıyor. Burada belli bir süre bekleyen hastaların bir yakını ortaya çıkmazsa, yeni bir eve yerleştiriliyorlar ve doktorların kendilerine verdiği görevleri yapmaya başlıyorlar. Bu görevler sonucunda hafızaları yerine gelmese bile, kendilerine sıfırdan yeni anılar oluşturmuş oluyorlar.
Çok kısaca açıkladığım bu konu, gerçekten de Yunan Yeni Dalgası’na uygun bir konu. Ancak Christos Nikou, konuya fazla bir açılım getiremeyince karşımızda sürekli aynı temalar üzerinde dönüp duran bir film kalıyor ve kısa film olsaydı daha iyi olurdu dediğimiz filmler içinde yerini alıyor. Yine de süresi çok uzun olmadığı için bir şekilde izleniyor ama ilerde türün içinde adı anılacak filmlerden olması zor. Ancak Christos Nikou’nun kariyeri iyi bir yola girmiş gibi gözüküyor. Bu filmin yürütücü yapımcılarından birinin Cate Blanchett olması onu sektörde de belli bir yere getirmiş anlaşılan. İkinci filminde başrolde Carey Mulligan olacak. Bu sefer daha iyi bir filmle karşımıza çıkacağını umalım.

MUBİ’den Yakında Ayrılacaklar:
En çok takip ettiğim dijital platform olan MUBİ’den dönem dönem çok fazla sayıda film ayrılıyor ve hangisine yetişeceğinizi bilemiyorsunuz. Yine öyle bir haftadayız. Bu yazının yazıldığı gün itibariyle, önümüzdeki bir hafta içinde MUBİ’den 68 film ayrılacak gibi gözüküyor. Bunların içinden 10 tanesini seçmek istedim. Bu listeyi 68 filmin en iyileri şeklinde düşünmeyelim. Farklı türleri kapsayacak bir liste olmasına çalıştım. Yine böyle yoğun bir ayrılma dönemi olursa, benzer listeler yaparız.

Veronique'in İkili Yaşamı (La Double Vie de Véronique)
Koş Lola Koş (Lola Rennt)
Burgonya Dükü (The Duke Of Burgundy)
Tavuklar Firarda (Chicken Run)
Ana Yurdu
120 BPM
Toz Ruhu
Fear City
T-Men
Güzel Adam Süreyya

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar