NİSAN AYINDA SİNEMA SALONLARI VE ÖNE ÇIKAN FİLMLER
İstanbul Film Festivali’nden vizyona geri döndük. Sinemalardaki film sayısına bakarsak, vizyon çok bereketli. Nisan ayında toplam, 47 film gösterime girmiş. Her hafta 9-10 film anlamına geliyor. Ama filmlerin niteliklerine bakacak olursak, belli bir seviyenin üzerindeki filmler, iki elin parmaklarını geçmiyor. Seyircinin ilgisi de benzer şekilde, birkaç film etrafında yoğunlaşmış şekilde. Nisan ayında gösterime girmiş filmlerden 100 bin seyirciyi aşabilmiş sadece 4 film var: Morbius, Doru Macera Ormanı, Kirpi Sonic 2, Fantastik Canavarlar: Dumbledore'un Sırları. Son haftanın sayıları henüz elimizde yok ama bir ihtimal, çocuk filmi olarak Kim Demiş Kötüyüz Diye? filmi de bu sınırı aşabilir. Hemen her hafta, 100 bini aşan bir film var denebilir ama kalan filmlerin durumu da hiç iç açıcı değil. Normalde de kısıtlı bir seyirci kitlesi olsa da Anadolu Leoparı, Kerr, Yangın Gecesi ve Flaşbellek filmleri, 1.000 seyirciye bile ulaşamamış durumda. Kerr ve Flaşbellek, Tayfun Pirselimoğlu ve Derviş Zaim’in sinema salonlarında en az seyirci çeken filmleri olacak gibi duruyorlar ki, Pirselimoğlu’nun seyirci açısından çok daha zor bazı filmlerinin 2.000-3.000 bandında seyirci çektiklerini, hatta Yol Kenarı’nın 6.000’i geçtiğini unutmayalım. Ayın filmleri içinde Kuzeyli (The Northman) ve Her Şey Her Yerde Aynı Anda (Everything Everywhere All at Once) filmlerinin, salonları ve dağıtımcıları mutlu ettiğini söyleyebiliriz sanırım. Bunun yanında, her hafta düzenli olarak birer, ikişer vizyona girdiğine göre, çok düşük bütçeyle çekildikleri için, Z-sınıfı yerli korku filmleri de yapımcısına para kazandırıyor sanırım. Yine de yukarıda bahsettiğim, bin seyirci çekemeyen filmlerin birkaç kat fazla seyirci çekiyorlar zaten.
BoxOffice Türkiye sitesine baktığımızda, Nisan ayının seyirci sayılarının, 2022’nin en kötü ayı olduğunu görüyoruz. Pandemiden çıkıyoruz derken, 2021’in seyirci sayılarına düşüyor gibiyiz. Bu sayılarda, Ramazan’ın da belli bir etkisi olabilir ama görünen o ki, artık ekonomik koşullar daha fazla etkili olmaya başladı. Seyirciler, gidecekleri filmleri daha titizlikle seçiyor, sinemaya gitme periyotlarını düşürüyorlar belli ki. Sinema salonları pandemiyi bir atlatsın bakalım diyorduk ama çok sayıda film, az az izlensin şeklindeki stratejinin ne kadar sürdürülebilir olacağını göreceğiz.
Everything Everywhere All at Once (Her Şey Her Yerde Aynı Anda):
Bir anda, son zamanların en çok konuşulan ve en çok sevilen filmi haline geldi bu film. Orta yaşlı, sıradan bir kadının, fantastik bir hikâyenin içine dahil olmasını anlatan bu filmde, çok güzel fikirler var, hayranlıkla izlediğim yerleri oldu, kahkahalarla güldüğüm yerleri de oldu. Buraya kadar tamam da yönetmenler de kendi fikirlerine âşık olmuşlar bence, bir türlü bırakamamışlar, filmi bitirememişler. Özellikle ikinci yarıda kendini tekrar etmeye başlıyor bence. Aslında orada da "taş gibi" fikirler var ama (izleyenler anladı) genel olarak biraz daha kompakt bir hale getirilebilirdi. Bir de dönüp dolaşıp, kutsal aileye bağlanmasını da pek sevmedim.
Yönetmenlerin önceki filmleri, Swiss Army Man'deki mizahları beni yakalayamamıştı, burada en kaba şakalarda bile güldüm sanırım. Hikâye yapısını, göndermelerini de gayet güzel kurmuşlar. Karışık gibi gözükse de anlamanın çok da zor olmadığı bir yapı. Gönderme yapılan filmler, çok bilinen filmler aslında ama o göndermeleri yakalamış olmasanız bile, filmin akışında kaybolmuyorsunuz.
Yönetmenlerin bundan sonra nasıl devam edeceklerini bilemem ama bir Marvel filminde imzalarını görürsem şaşırmam. Zaten yapımcılar arasında, son Avengers filmlerinin yönetmenleri, Russo kardeşler de var.
Bütün oyuncular, karakterlerinin farklı versiyonlarını canlandırarak, zor bir işe imza atmışlar. Michelle Yeoh'nun zaten hayranıyız ama en çok Ke Huy Quan'ı sevdim sanırım. Yani, sarsak kocadan, Tony Leung karizmasına geçebilmek, gerçekten zor iş.
Neticede tavsiye ederim evet, hatta gözden kaçan ayrıntılar için birden fazla defa da izlenebilir. Pişman da etmez. Ama, ilk hype kadar iyi mi? Hayır.
The Message (Çağrı):
Bir zamanlar, her sene Ramazan etkinliği olarak televizyonlarda izlediğimiz bu filmi, ilk kez sinemada izledik. Hem de restore edilmiş bir kopyasından. Uzun zamandır izlememiştim ama hala etkileyici, büyük perdede daha da etkileyici hatta. Çekildiği yılların epik film anlayışına çok uygun bir film zaten. Hep Türkçe dublajla izlemişiz tabii, İngilizce izlemek başta bir tuhaf geldi ama kısa sürede alıştık. Filmde Arapça olan tek kısım ezan zaten.
Küçükken izleyince filmin görkemine kapılmışız doğal olarak, eksileri pek görmemişiz. Bütün hikâye Hz. Muhammed üzerine kuruluyken, onu göstermeden anlatmaya çalışmak zor gerçekten. Bu yüzden başka bir karakterin, Hz. Hamza'nın hikâyenin sürükleyicisi olarak seçilmesi doğru bir karar ama tam da bu yüzden, ondan sonraki kısım fazla sönük kalmış. Yine de Anthony Quinn karizması ile filmle damgasını vuruyor. En fazla aklımda kalan sahneler de onun içinde bulunduğu sahneler olmuş zaten.
Filmin, aynı zamanda bir misyonla yola çıktığını ve İslamiyet mesajını iletmeyi amaçladığını unutmayalım. Bu yüzden belirgin şekilde İslamiyet'in herkesin onaylayacağı, eşitlik, iyi insan olma gibi yönlerini öne çıkarıyor. Hatta, Hristiyanlık ile çok az farkı olduğunu vurguluyor. Dönemi itibariyle, kadın haklarında ne kadar çok iyileştirme getirdiğine de vurgu var. Özellikle eşitlikle ilgili söylenen cümlelerde bir ara, "dostum sen İslamiyet diyorsun ama bu anlattıklarının biraz ötesi, sosyalizm" diye içimden geçirdim.
Pinema’nın uzun süreden sonra ilk dağıttığı filmdi. Ama çok az salonda ve seansta gösterime girdi. 5.000’e yakın izlenmiş ama daha çok potansiyeli vardı bence. Benim izlediğim seanstaki seyirci kitlesi, her zamanki seyirci profiline göre biraz farklıydı ama az değildi.
Beyoğlu’nun Arka Yakası:
Pandemi döneminde yapılan online film seçkileri birer birer sona erdi ama İstanbul Modern bu uygulamaya devam ediyor. İyi de yapıyor doğrusu. Umarım devam eder. Şerif Gören'in 80'lerden gelen bu filmini izlememiştim. Emre Erdoğdu'nun İstanbul Modern için yaptığı seçkide izlemek güzeldi. Gerçekten iyi filmmiş. Emre Erdoğdu'nun neden sevdiği de anlaşılıyor. 80'lerde yaşasa, bu filmi çekmek isteyeceğini hissettim. Bugünden bakınca, bazı karakterler fazla stereotip, kadın karakterlere bakışta bazı sorunlar da var ama dönemi için, alt kültür temsilleri açısından gayet başarılı. Tüm oyuncular rollerine yakışmış ama en çok Erdal Özyağcılar'ı beğendim sanırım.
Saf bir erkek karakterin, kendisine çok yabancı bir dünyada geçirdiği bir geceyi anlatması ile, Scorsese’nin After Hours'unu da hatırlattı. İki film arasında bir yıl var. Etkilenmiş midir? Olabilir.
Bugün ister istemez bir nostalji duygusuyla da izleniyor. Sıradan bir memurun, Beyoğlu gecelerinde sağa sola, hiç düşünmeden para saçabilmesine bakarak, bugün için fantastik bir tarafı var da diyebiliriz.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN