SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

NİNJA KAPLUMBAĞALAR'DAN SLUM DUNK'A

20 Ağustos 2023 Pazar 10:39
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sinemalarda yaz sezonu, her hafta vizyona giren 10 civarında filmle devam ediyor. Ne yazık ki, bunların büyük bir kısmı, az sayıda seyirciye ulaşıp, ortadan kaybolan filmler. Bir de Barbie ve Oppenheimer etkisi halen sürdüğü için, sinemalar nefes almaya devam ediyor. Bu hafta farklı kuşakların çocukluklarındaki animasyon dizilerden uyarlanmış iki filme ve biri yabancı, biri yerli, iki korku filmine bir göz atalım. Bir de “Good” oyununun sinemalarda gösterilen kaydına bakalım.

Teenage Mutant Ninja Turtles: Mutant Mayhem (Ninja Kaplumbağalar: Mutant Kargaşası):
Çocukluğumuzda bayıla bayıla izlediğimiz, Ninja Kaplumbağalar’ın yeni filmi. Animasyon tarzından dolayı, bu filmden yeni bir Spider-Verse olabilir mi beklentim vardı. Eğlendim aslında ama beklentiyi biraz yüksek tutmuşum. Animasyon iyi ama hikâye onun kadar sağlam değil.
Kullanılan "kusurlu" animasyon yapısı, karakterlere ve anlattığı hikâyenin havasına çok güzel uymuş. Kusurlu derken, bilinçli olarak öyle yapılmış tabii. Bakınca, vay be, mükemmel diyeceğiniz bir stil değil, dikiş izleri görünen bir stil. Dediğim gibi, bu film için, iyi seçim.
Filmin 5 senaryo yazarı var ama temel olarak Seth Rogen ve Evan Goldberg'in elinden çıktığını söyleyebiliriz sanırım. Genç kaplumbağa dostlarımızı günümüze getirirken, günümüz duyarlılıklarına da hitap ediyorlar. Bu hikâyede hep olan, ötekileştirme üzerine iyice gitmişler. Hatta iyi mutantlar ve kötü mutantlar şeklinde ayrılan, aslında benzer gruplar arasındaki çatışmadan ilerleyen hikâye, fena halde X-Men'i de çağrıştırıyor. Filmin hedef kitlesi gereği, Rogen ve Goldberg, esprilerde diğer bazı filmlerindeki kadar ileri gitmemişler. Yine de onların kalemi hissediliyor. Ferris Bueller referansı da, çok hoştu ayrıca.
Tüm bu olumlu unsurlar, filmi keyifle izlememi sağladı ama ben bir adım ötesini, yılın en iyi animasyonlarından biri demeyi ummuştum. O olmadı. O seviyeye gelmek için, daha zihin açıcı bir hikaye ve daha orijinal mizansenler gerekirdi.
Bir de, ben halen 3D’den umudunu kesmemiş biri olarak, bu filmi de 3D izledim ama çok karanlık bir projeksiyon vardı. Filmden aldığım zevki azaltmıştır. İyi 3D bulamıyorsanız, 2D olmasını tercih edebilirsiniz bence.

The First Slam Dunk:
Bu da eski bir animasyon serisinden yola çıkılarak yapılan bir film. Ama Slam Dunk animasyon serisine aşina olmadığımı belirterek başlayayım. Yayınlandığı zaman radarıma hiç girmemiş. O yüzden, bu filmdeki karakterlere yabancıydım. Sanırım yine aynı nedenle, kuramadığım bazı bağlantılar da oldu. Yine de keyif aldığımı söyleyebilirim. Anime serisini bilenler, mutlaka daha çok sevecektir.
Filmde ana karakterimiz, Ryota Miyagi. Temel hikâye örgüsü de onun abisinin ölümü ile başa çıkma çabası üzerinden şekilleniyor. Anladığım kadarıyla anime'de ana karakter, turuncu kafalı arkadaşmış. Ama burada daha çok yan karakterlerden biri gibi.
Film aslında, başından sonuna kadar tek bir maçı anlatıyor. Aralara flashback'ler ile karakterlerin geçmişleri, tanışmaları giriyor. Flashback'lerde Ryota dışındaki karakterlerin sadece tanımlayıcı özelliklerine dair birkaç olay gördüğümüz için, bunlar nasıl aynı takımda bir araya geldiler, nasıl arkadaş oldular kısmı, benim için eksik kaldı. Bu anlamda, tek başına ayakta duran bir film diyemiyorum. 
Maç kısımları ise, genelde heyecanlıydı ama farklı animasyon tarzları denedikleri kısımları daha çok sevdim. Bir de, tamam, bu tarz bir filmden çok da gerçeklik beklemiyorum ama bir tarafın lehine olan 30 sayılık farkın, maçın son kısmında erimesi, mucize gibi bir şeydi. Basketbol tarihinde örnekleri olabilir tabii, benim alanım değil orası ama filmi izleyen bir seyirci olarak, pek ikna olamadım. Asıl ikna olamadığım, kafamdaki büyük soru ise şu: Bizim takım, niye baştan sona aynı 5'li ile oynadı? Hadi çok kısa sürelerle oyuna giren gözlüklü elemanı da ekleyelim: 6. Peki, diğer yedekler ne yapar arkadaş? Üstelik beşliden biri, belini kalıcı olarak sakatlamanın eşiğindeyken böyle. Normalde, hiçbir koç, o riski alıp, o oyuncuyu oynatmaz. Anime olsa da oynatmaz.
Sonuç olarak, Slam Dunk anime serisini biliyor ve seviyorsanız, kesinlikle izleyin. Anime merakınız varsa, o da olur, yine keyif alırsınız. Basketbol seviyorsanız, yine tamam. Bu grupların hiçbirine girmiyorsanız, sanırım yazının bu noktasına kadar gelmezdiniz…

Cobweb (Örümcek Ağı):
Çok iyi yorumlar almamış bir film ama ben özellikle kurduğu atmosferi bayağı sevdim. Finali daha iyi toparlayabilseydi, benim için yılın öne çıkan korku filmlerinden biri haline gelebilirdi.
Duvardan gelen sesler duyan, okulda sürekli ezik olan bir çocuk. Bu sesler sayesinde, kendisine eziyet eden diğer çocuklara kafa tutuyor ama bu sefer de o fazla ileri gidiyor. Bu arada, ailede bir tuhaflık, geçmişten gelen bir gizem olduğu da belli. Ailenin tatlı-sert bir tarafı var. Bir yandan çocuğu seviyorlar, bir yandan da ona sert cezalar veriyorlar. Okula yeni gelen öğretmen de, tuhaflığın farkında ve çocuğa yardım etmeye çalışıyor.
Film özellikle, duvardaki sesin ve bu sesin ailenin geçmişi ile bağlantısının gizemini uzun süre çok iyi kuruyor. Bayağı diken üzerinde izlediğim sahneler oldu. Fakat gizem çözülmeye başladıkça, film de sendelemeye başlıyor. Geçmişteki gizem, filmin kendi mantığı içinde bile inandırıcı olmayan bir noktaya bağlanıyor. Burada spoiler vermeyeyim ama, geçmişte ne olduğunu bilen ailenin, çocuğun duyduğu sesin gerçek olabileceğini düşünmesi, en azından detaylı bir kontrol yapması lazımdı mesela.
Yönetmen Samuel Bodin, daha iyi bir senaryo ile yola çıksa, daha iyi bir film ortaya çıkarabilecekmiş ışığını verdi bana. İlk bir saatini izleyip bıraksanız, hafızanızda daha iyi bir yerde kalacak bir film. Bir Edgar Allen Poe hikayesinden esinlenme olduğunu da not düşeyim.

Lilith Cinleri:
Yerli cin filmlerimizi de ihmal etmeyelim (siz ihmal edebilirsiniz). Artık haftada biri de geçti, haftada ikişer tane gösterime giriyorlar. Gerçekten yine oyunculukları ile, kostümleriyle, makyajlarıyla, efektleriyle, müsamere tadında bir film. Emeğe saygı tamam da, bir ilkokulun yıl sonu gösterisi daha iyi olabilir. Üzgünüm.
Bir ara, tüm filmin bir evin iki odasında geçeceğini düşünmüştüm. Ama nasıl olduysa, mekân ekleyelim diyerek bir de mağara çekimleri yapmışlar. Biliyorsunuz, aslında artık her izlediğim cin filmine yorum yazmıyorum, ben de bıktım ama burada yine de ilgimi çeken bir şey oldu. Film bayağı kişisel bir yerden, çocuğu olan bir çift ve onları kıskanıp, işin içine cinleri sokan bir kadından başlıyor. Tipik cin filmi kalıbı. Fakat bu filmi, tüm dünyayı etkileyebilecek ve yaradılıştan beri devam eden bir kavgaya ilerletme cüretini göstermişler ya, bravo! Tam da bu cüret nedeniyle, IMDB'de filme 1 değil, 2 verdim…

National Theatre Live: Good:
Aslında bir sinema filmi değil, canlı çekilmiş bir tiyatro kaydı ama madem sinemalarda gösterildi, bu yazıda kendine yer bulabilir. Söz etmeden geçmek istemedim. Çok etkileyiciydi çünkü.
"İyi" bir adamın, kendi halinde bir akademisyenin, adım adım nazilerin içine girmesini anlatan bir oyun. Karakterin, aslında görüşlerini onaylamıyorum ama bana ufak tefek faydaları olur, hafiften bunlara yanlayayım, zaten ben kötü bir şey yapmam, en yakın arkadaşım da Yahudi diye başlayan yolcuğu, giderek soykırımda önemli rol oynayan, arkadaşını önemsemeyen bir noktaya gidiyor. Anlatılan dönüşümü sadece 2. Dünya Savaşı dönemi ya da Naziler ile sınırlamamak lazım tabii ki. İzlerken, insanların farklı radikal ideolojiler için de benzer süreçlerden geçebileceklerini düşünüyorsunuz. Genelde de öyle oluyor zaten.
Oyun farklı zaman dilimleri ve karakterler arasında çok hızlı geçiş yapıyor. Almanya'da Nazilerin yükselişi ile ilgili biraz bilgiye sahip olmakta fayda var ama özel olarak bu döneme ilginiz yoksa bile, filmlerde epeyce gördüğümüz, kilit noktalarını bildiğimiz bir dönem zaten.
Karakterler arasında hızlı geçiş yapıyor dedim. Bu anlamda çok iyi bir yapısı var. Son birkaç dakikayı saymazsak, oyunun 3 oyuncusu var. David Tennant baştan sona, aynı karakteri, profesör John Halder'ı canlandırıyor ama diğer iki oyuncu sürekli farklı karakterlere girip çıkıyorlar. David Tennant'ı zaten severiz de, anladığım kadarıyla çoğunlukla tiyatroya yoğunlaşan diğer iki oyuncuya, Elliot Levey ve Sharon Small'a (özellikle Small'a) hayran kaldım. Bazen bir repliğin 2 saniye sonrasındaki diğer replikte karakter değiştirmiş oluyorlar. Bu karakter değişimlerinde, bazen farklı cinsiyetlere de giriyorlar. Small bir sahnede anneyken, diğer sahnede erkek bir komutan oluyor mesela. Tüm bu değişimlere, kostüm, makyaj, saç vs. de eşlik etmiyor üstelik. Oyuncular, sadece vücut dilleri ve sesleri ile yapıyorlar bunu.
Eğer yanlışım yoksa, orijinal oyunda bu üç kişilik yapı yokmuş (eski bazı sahnelemeleri ile ilgili bilgilerde, daha geniş oyuncu kadroları var). Farklı karakterleri, farklı oyuncular canlandırıyormuş. Eminim o haliyle de güçlü bir oyundur ama bu şekilde, daha da etkileyici olmuş.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar