MARVEL EVRENİNİN YENİ HALKASI VE DİĞERLERİ
Son ayların en merak edilen, muhtemelen seyirci sayısı olarak, sinemaların yüzünü güldürecek filmi, bu hafta gösterime girdi. O halde, ondan başlayarak vizyondaki filmlerin bir kısmına bir göz atalım.
Doctor Strange in the Multiverse of Madness (Doktor Strange Çoklu Evren Çılgınlığında):
Yeni Örümcek Adam filminin çok sevilmesinden ve çok izlenmesinden sonra, orada kapıları açılan çoklu evren meselesinin daha da fazla işleneceği yeni Doktor Strange filminden de beklenti büyüktü. Baştan şunu söyleyelim. Bu sene, bir tane çoklu evren filmi izleyecekseniz adresiniz, geçen hafta bahsettiğimiz, Everything Everywhere All at Once (Her Şey Her Yerde Aynı Anda) olmalı. Bu filmin adında bahsedilen çılgınlık, asıl o filmde var.
Doktor Strange’in apar topar, çoklu evrenler arasında gezebilen America Chavez ile karşılaştığı, işin içine bir şekilde Wanda’nın da dahil olduğu filmde, çok sevdiğim yerler oldu aslında ama oralara gelene kadar çok top dolaştırıyor. Özellikle ilk yarısı zayıf ama ikinci yarıda Sam Raimi imzasını hissettiğimiz yerler pek keyifli.
Henüz Disney+ ülkemize gelmediği için Marvel evrenine bağlı dizileri, başka yerlerden izleme yoluna gitmiyordum ama hikâye doğrudan bağlı olacak diye WandaVision dizisini, bu filmi izlemeden üç saat kadar önce bitirdim. Evet, gerçekten de Wanda'nın hikayesi oradan devam ediyor ama oradaki karakter gelişimini çöpe atmışlar. Dizide, Wanda’nın yas süreci ile baş etmesini, bu süreçte insanlara zarar verdiğini anlayıp, pişman olmasını izliyorduk. Filmde aynı süreci, farklı yollarla tekrar izliyoruz.
Artık hemen her Marvel filminde olduğu gibi, fragmanda olup filmde olmayan sahneler var. Üstelik epey konuşulan bir sahneden bahsediyorum. Muhtemelen o sahnenin filme çok katkısı olmayacaktı ama bu yanlış yönlendirme olayı hoşuma gitmiyor açıkçası. Filmdeki bazı sürprizleri ele vermemek için sahnelerin hafifçe değiştirilmesinden farklı bir durum bu.
Sürprizler demişken, tıpkı Örümcek Adam filmindeki gibi, seyirciyi alkışlatan yerler, bazısı beklenen, bazısı beklenmeyen sürprizler oldu. Elbette çoklu evrende, bildiğimiz bazı karakterlerin farklı versiyonlarını görecektik. Hatta belki daha da fazlası bekleniyordu ama bu kadarı da yeterdi bence. Ama Marvel evrenine hâkim genç seyircinin, Raimi filmlerine hâkim olmaması üzdü. Raimi’nin kendi filmleri ile ilgili yaptığı göndermeler, sevdiği oyunculara verdiği roller tepki almadı. Post-credits sahnesi de tam da bu sebeple seyirci açısından hayal kırıklığı oldu. Gittiğim seansta, bunun için mi bekledik nidaları yükseldi ama o son sahne Marvel evrenine değil, Raimi'nin kendi filmlerine yapılan bir göndermeydi.
Sonuçta, beklentinin biraz altında kalan bir film olsa da, izlediğime memnun olduğum bir yapım oldu.
The Northman (Kuzeyli):
Robert Eggers’in önceki filmlerini bilip sevenler için, Kuzeyli çok daha büyük bir merakla beklenen bir filmdi aslında. Tabir yerindeyse, Robert Eggers, hayvan gibi bir film çekmiş. Hayvan gibi derken, tam anlamıyla, filmdeki karakterlerin (erkek karakterlerin diyelim) içlerindeki hayvanı dışa çıkarmalarını gösteren bir film. Ki, aslında Lighthouse'da da benzer bir şey yapıyordu. Ve fakat Lighthouse'da, o erkekliğin canına okurken, burada, kimi soru işaretleri koymasına rağmen, hayvanlaşan erkekliği öven bir anlatı ortaya çıkarıyor. Bu intikam hikayesinde, kimi falsoları olsa da neticede, babasını öldüren ve annesi ile evlenen amcasının karşısına çıkan Amleth'i destekleyen bir yerde konum alıyoruz. Efendim, bu anlattığım Hamlet mi? Doğrudur, aynı hikâyeye dayanan eserler neticede. Nicole Kidman'ın bence gayet iyi oynadığı kilit bir sahnede o erkekliği sorgulasa da, fazla ileri giden bir adım atarak, kötülüğün kadından geldiği yorumuna da gidebilecek bir kapı açıyor.
Çok bildiğimiz intikam anlatısına da yeni bir şey kattığı söylenemez ama Eggers, görüntü yönetmeni Jarin Blaschke ile birlikte, yine çok iyi, çok akılda kalıcı sahnelere imza atmış. Perdede şiddet görmekle çok derdiniz yoksa, gerçekten hayranlıkla izlenecek sahneler. Daha fragman çıktığında tahmin ettiğimiz gibi Robert Eggers'in, şimdiye kadarki, ana akıma en yakın filmi. Ama özellikle ayin sahneleri gibi bazı sahneler de ana akım bir filmde karşımıza çıkması zor sahneler. Bu yüzden, her ana akım seyircisi sever de diyemeyiz. Eggers, kurgu sürecinde, stüdyonun isteklerinden çok bunaldığını da söylemişti. Onun aklındaki film, muhtemelen ana akım seyircisini biraz daha zorlayan bir yapıda olacaktı. Birkaç film sonra, Northman'in Eggers filmografisinde nasıl bir yerde duracağını merak ediyorum doğrusu.
Neticede, ben salondan etkilenmiş ve iyi bir film izlemiş hissi ile ayrıldım ama Eggers'den beklediğim kadar iyi bir film de diyemiyorum. Alexander Skarsgård'a hayran olmamak mümkün değildi bu arada. Fiziksel olarak rolü üzerine giymiş adeta.
Bir de anekdot: Seyircilerden bir çift belli ki filmi pek beğenmedi ve arada başka filme geçmeye karar verdiler. Seçtikleri film Sonic'ti! Yani herhalde bu kadar farklı iki film arasında kalınamazdı. Ama büfedeki arkadaşa sorup niyetlerini çok belli edince, geçişi başaramadılar. Zaten o seansta, Sonic’e de kimse gelmemiş.
The Unbearable Weight of Massive Talent (Yetenekli Bay Cage):
Nicolas Cage'i kendi hayatından yola çıkarak oluşturulmuş bir karakterde oynatmak, mizahını bunun üzerinden kurmak ve belli başlı filmlerini, hatta bazı çok bilinmeyen filmlerini de işin içine katmak süper fikir. Filmin bu tarafını çok sevdim, çok da eğlendim. Fakat bu süper fikri ne uğruna kullanıyor? Bir başka sıradan Nicolas Cage, komedi-aksiyon filmi yapmak için. Filmin o kısmı işlemiyor. Daha doğrusu, çokça örneğini gördüğümüz benzerlerinin üzerine çıkamıyor. Bu yüzden, filmin ilk kısmını ne kadar beğendiysem, Cage'in hayatı ile ilgili esprilerden uzaklaşıp, casusluk-aksiyon ve buddy-comedy sularına girdiği yerlerde de o kadar sıkıldım. Bu yüzden, eğlenceli bir film olsa da, kaçırılmış bir fırsat diyorum.
Cage'in kendi kendisi ile dalga geçebilmiş olması güzel. Oynarken de çok eğlendiğini tahmin ediyorum. Filmdeki birkaç cameo da iyiydi. Aslında ufak bir rolde Bruce Willis de çok yakışırdı diye düşündüm ama bu film çekilirken sağlık durumu nasıldı, bilmiyorum tabii.
Olga:
Ukrayna'da önceki iktidarın yıkılma sürecinde, ülkesine uzaktan bakmak zorunda kalan genç bir sporcunun hikayesini anlatan bu filmi geçen sene izleseydik, bambaşka şeyler hissedecektik, bugün bambaşka hislerle izliyoruz. Annesi, muhalif bir gazeteci olarak ülkesinde kalan ama kendisi başka bir ülke adına yarışan, hem ülkesinin ve annesinin durumunu endişe ile izleyen, hem sporda başarıyı yakalamaya çalışan, hem de yeni ülkesinde kendini kabul ettirmeye çalışan Olga'nın hikayesi iyi işlenmiş. Ama Ukrayna'da olan bitenlerin nedenlerini tam anlayamıyoruz. Gerçi olaya tümüyle Olga'nın bakış açısından baktığımız için böyle oluyor demek de mümkün. Final biraz hızlıca toparlanıyor. Ukrayna'nın geleceğine umutla bakan bir finali var. Maalesef gelinen noktayı biliyoruz.
Olga'nın hikayesi ilginç ama Ukrayna'da kalan, hem protestolara katılan, hem milli takımda yarışmaya devam eden, Olga'nın eski takım arkadaşı Sasha'ya odaklansaydık, orada da çok sağlam bir hikaye vardı. Hatta Sasha isimli bir film daha çıkabilirmiş.
Başrolde, kendisi de bir sporcu olan ve Ukrayna adına yarışan Anastasiia Budiashkina, başarılı bir keşif olmuş. Hem spor sahnelerinde gerçekten onu görüyor olmamız, fark yaratıyor hem de ilk denemesi olmasına rağmen iyi bir oyunculuk sergiliyor.
Lanetli Tapınak:
Artık Z sınıfı yerli filmler ile ilgili pek yazmıyorum ama izlemeye devam. Giderek daha da kötüye gidiyorlar, insanın içinden filmin ne kadar kötü olduğunu yazmak bile gelmiyor. Ama bu filmi 3 hafta önce izlemiş olmama rağmen, ne acayip bir şeydi diye aklımda kaldığına göre iki satır yazayım. Korkudan ziyade fantastik türüne almamız gereken film için, ekipten biri, arkadaşlar şu an çok saçma bir şey yaptığımızın farkında mısınız dese, filmin ciddi bir hikâye anlatmaya çalışmasından vazgeçip, absürd komediye döndürseler, harika bir şey çıkabilirmiş.
Film İsis-Osiris efsanesinden yola çıkmış ama karakterlerin her biri ayrı telden çalıyor, motivasyonları hiç belli değil. İsis, yüzyıllardır Osiris'i arıyor, onu anladık da ana karakterimiz, oradan oraya koşmaktan başka bir şey yapmayan polis ve kitapçı neyin nesi acaba? Gizlice her şeyi çeken bir karakterimiz var. Onun olayı nedir, hiç belli değil. Bir tanrıyı kandırmak için makyaj yapmayı falan tamamen geçtim çünkü daha filmin asıl bomba tarafına gelmedim: İsis'in askerleri diyebileceğimiz, muhteşem dörtlü!
Bu dörtlüden biri, bariz Marilyn Monroe, diğeri mezardan çıkan motorcu asi bir gencimiz, bir diğeri Marlboro reklamlarından ışınlanmış yalnız kovboy, sonuncusu da yüzünün yarısı deforme olmuş bir adam. Lütfen bu dörtlü için, bir spin-off filmi yapılsın, lütfen! Bir de yetmez hatta, her biri için bir film yapılsın dört olsun.
Filmin teknik yönden zayıflıklarını hiç girmeyeceğim ama süreyi uzatmak için iki kişi arasında geçen bir diyaloğu, kişilerden birini değiştirerek ikinci kez aynen kullanmaları da harikaydı.
Son 10 yılın bu tarz filmlerinden Mühürlü Köşk, ne acayipti kontenjanından unutamadığım bir film olmuştu. Lanetli Tapınak da yanında yerini alacak galiba! Kutluyor, ödülünü takdim ediyoruz.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN