SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

M. SHYAMALAN'IN EN YENİSİ, ÇİNDEN BİR BAŞARI VE BOLCA KORKU

18 Ağustos 2024 Pazar 21:43
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sonbahar festivallerinden ufak ufak haberler gelmeye başlamışken, yaz vizyonumuz yine pek çok vasat, ara sıra birkaç iyi filmle devam ediyor. Bu hafta, öncelikle M. Night Shyamalan’ın yeni filmine bir göz atalım. Sonra yazın iyi filmlerinden birini, Biraz Yağmur Yağmalı’yı inceleyelim. Yerli, yabancı çeşitli korku filmleri ile birlikte, sinemalarımızda çok az gördüğümüz, Kazakistan yapımı bir film de bahsedeceğimiz filmler arasında.

Trap (Tuzak):
Bir zamanlar çok sevdiğimiz M. Night Shyamalan, bizi yine üzdü maalesef. Film içinde fena olmayan yerler olsa da genel olarak bir hayal kırıklığı. Seri katilin kimliğinin baştan belli olması, seyirciyi onun yanında konumlaması belli ki yönetmene çekici gelmiş. Ama pek işlemiyor.
Gerilim duygusunu yaratacak şey, katili özünde iyi bir adam olarak görüp onun kaçmasını istemek olurdu (bkz. Dexter). Ama burada öyle bir durum yok. Katilin her an delirip, ortalığı kan gölüne çevirme ihtimali de gerilim yaratabilirdi, o da yok. Shyamalan gibi bir yönetmenin, en azından gerilim duygusunu tüm filme yayabilmesini beklerdim. Belli anlar dışında, olmamış. Sürpriz sonların yönetmeni damgasından kurtulmak istiyor belki ama şu film, tam da öyle olsa çok daha yükselebilirdi (bunun için de bkz. No Way Out).
Filmi iki bölüme ayırabiliriz. Konser bölümü ve sonrası. Aslında her şey konserde başlayıp bitse, daha güzel olabilirdi. Ama orası bile tam işlemiyor. Birinci sıkıntı, Shyamalan'ın kızına torpil geçmesi. Konserine gidilen pop yıldızını, Saleka Shyamalan canlandırıyor. Saleka Shyamalan, kendi şarkılarını seslendiriyor ve bu şarkıları biz de uzuuuun uzuuuun dinliyoruz ve izliyoruz. Tabii ki, bir baba olarak kızının başarılı olmasını istersin de, onun kliplerini falan mı çekseydin acaba?
İşin kötüsü, işi burada da bırakmıyor. İkinci bölümde de bakın kızım iyi bir şarkıcı olduğu kadar, aynı zamanda iyi bir oyuncu da diyor. Şarkıcılığı konusunda yorum yapamam ama iyi bir oyuncu değil ne yazık ki.
Josh Hartnett'e gelince. Açıkçası o da çok bayıldığım bir oyuncu değil. Bir de burada, iyi aile babası gibi görünen bir seri katil oynaması lazım. Bıçak sırtı bir rol. Aslında fena değil ama bazı abartılı oyunculuk tercihleri işi bozmuş. Orada da eksiyi Shyamalan'a yazıyorum. O tarz bir oyunculuğu, yönetmenin özel olarak istemiş olması lazım çünkü.
Sonuç olarak, yine Shyamalan'ın son dönemindeki hemen her film gibi, potansiyeli olan ama sonuca ulaşamayan bir film. Bir de devam filmi çengeli atmış ki, vazgeçse çok daha iyi olur.

Some Rain Must Fall (Biraz Yağmur Yağmalı):
Başka Sinema, yazı zayıf filmlerle geçiriyor. Esasen birkaç film hariç, tüm vizyon öyle. Ama bu film, birkaç aydır vizyonda izlediğim en iyi film olabilir. Ama uyarayım son derece karanlık, depresif ve yavaş bir film.
Film, orta yaşlı bir ev kadını olan Cai'nin bir şanssızlık sonucunda, yaşlı bir kadına zarar vermesi ile başlıyor. Ve olaylar gelişiyor, diyeceğim ama aslında filmin çok belirgin bir olay örgüsü de yok. Temel olarak Cai'nin ruh halinin, karanlığının içine seyirciyi de atıyor. Film ilerledikçe, onun geçmişine dair bazı sırları, hatta çok büyük travmaları da öğreniyoruz ama film o karanlık ruh halinin nedeni, sadece geçmişteki bu olaydır gibi basit bir çıkarıma da girmiyor ki, gerçekte de böyle doğrudan bir neden-sonuç ilişkisine girmek zordur zaten.
Yönetmen Qiu Yang, karakterin ruh haline bizi ortak ederken, bunu kurduğu görsel dünya ile de destekliyor. Durağan kamera hareketleri ve dar bir kadraj kullanıyor. Hatta zaman zaman dar kadrajı, karanlığı da kullanarak iyice sıkıştırıyor. Baş karakterimiz Cai'yi bazen perdenin ortasında, küçücük bir ışığın içinde görüyoruz. Tüm dünyanın ortasında, küçücük ve yalnız bir figür. Filme adını da veren yağmur, bir ferahlık yaratmak üzere bekleniyor ama nihayet geldiğinde de, ne kadar faydası oluyor, tartışılır.
Zor bir film ama karşılığını veriyor bence. Ama bir festivalde, günün 5 filmi içinde izlemiş olsam, çok daha zor olacağından eminim. O yüzden, iyi ki Berlin'de programıma almamışım da şimdi vizyonda izlemişim diyorum.

Elevator Game (Asansör Oyunu):
Vizyonu işgal eden, vasat korku filmleri serisinin, yeni bir örneği. Filmdeki Youtuber karakterlerden biri, seyirci bizim asansörde yukarı aşağı inip çıkmamızı neden izlesin, çok sıkıcı diyor. Tam olarak bu. Film de bu ritüeli ilginç hale getiremiyor. Film boyunca, karakterlerin defalarca, şu kata çık, bu kata in, kapı kapanana kadar gözünü açma vs. ritüelini uygulamalarını görüyoruz. Bir yerden sonra, kendini çok tekrar ediyor. Karakterler de gerçekten verilecekleri en kötü kararları veriyorlar.
Efektler yetersiz, oyuncular kötü, Kurulan çatışmalar da işlemiyor. Ama filmi kurtaracak bir şey varmış aslında. Karakterlerden birinin gittiği öte taraf. Hikâyeyi bunun üzerine kursalar, çok daha etkileyici olabilirdi. Ama orayı çok kısa görüyor ve yine gerçek dünyaya dönüyoruz.
Bu durumda, kısa filmi olsa, belki bir çekiciliği olacak yapım, haftanın vasatları arasında kalıyor.

Ahbar:
Yine yerli korku filmlerinden birindeki tuhaflıklara bakalım. Çünkü, neden olmasın?
Öncelikle filmin bir hikayesi varmış gibi gözükse de, yok. Ortaya, 4 arkadaş tatile giderken arabaları bozulur ve olaylar gelişir diye bir hikâye atılmış ama orada kalıyor. Bir yerden sonra, kime ne oluyor, neden oluyor takip etmek, bir olay akışı yakalamak mümkün değil.
Giriş sahnesinde, çiftlerden birindeki erkeğin gözünün dışarıda olduğu ama sevgilisinin ona güvendiği, diğer tarafta erkeğin sadık, sevgilisinin kıskanç olduğu bilgisi veriliyor. Peki bu bilginin bize bir faydası, hikâyenin gelişimine bir katkısı var mı? Yoooo, öyle giriş olsun diye yazılmış, kalmış. Belli ki yönetmenin kafasında birkaç korku sahnesi varmış (hakkını yemeyelim, fena olmayan sahneler var), onları toplamak için hikayemsi bir şey kurulmuş.
Filmin en dikkat çekici, bir yerden sonra sinir bozucu özelliklerinden biri, sürekli dolunay görüntüsüne kesmesi. Bir defa daha izlemeye gücüm olsa, bunu kaç defa yaptığını sayardım. 20'den az olduğunu sanmıyorum. Filmin 80 dakikalık süresinin önemli bir kısmı dolunay görüntüsü.
En eğlendiğim yerlerden biri de benzinlikte, bizimkileri yerleştirdikleri odalardan birinde koskoca bir spot ışığı olması. Muhtemelen alan darmış, ışığı gizleyememişler. Oradan cin fikirli birisi, o zaman ışığı dekorun bir parçası yapalım demiş. Süper hareket!
Diyaloglar da bir harika. Mesela bir karakter, diğerlerine arkadaşlarının öldüğü bilgisini veriyor. Daha 10 saniye bile geçmeden, belki de ölmemiştir, hadi arayalım diyor.
Bu filmleri alaya alıyorum diye kızan oluyor bazen ama ciddi ciddi bir şeyler yazabilecek filmler değil gerçekten. Türü seven biri olarak üzülüyorum da bir yandan. Türde, 10-15 yıl önce çıkan yönetmenlerin yanına bir yenisini ekleyemedik. Hala, görece iyilerini onlar yapıyor.

Menjelang Magrib (El Fecr):
Yerli kötü korku filmlerimiz çok azmış gibi, neden bir de Endonezya'dan getirmiyoruz denmiş. Adını da El Fecr koyalım, yerli film gibi dursun (İngilizce adı, Before Night Falls bu arada). Yine de hakkını vereyim, çok kötü değil. İzlenebilir seviyede.
Film, içine kötücül bir varlık girdiği gerekçesiyle, geceleri bir kulübede hapsedilen genç bir kızı anlatıyor. Üç psikoloji öğrencisi de bu vakayı incelemek üzere bir proje hazırlıyorlar. Tabii ki yine bilimsel bakışla, doğaüstü inanışlar karşı karşıya geliyor.
Pek çok filmde gördüğümüz korku mizansenleri, arka arkaya eklenmiş. Kötü değillerse de, ortalama seviyede sahneler. Olaylar da beklendiği gibi gidiyor. Fakat, finali öyle apar topar bağlamışlar ki, eee ne oldu şimdi, demekten kendinizi alamıyorsunuz.
Bu arada, filmi orijinal dilinde izlemek için merkezden uzak sayılabilecek bir sinemaya gitmiştim ama dublajlı çıktı. Sinemadaki arkadaşlar bize sadece bu kopya geldi dediler. Ankara'da başka sinemada da altyazılı oynamadığı için izledim. Dublaj da film gibi, ortalamaydı.
Sıkı korku filmi hayranlarına, Endonezya'dan nasıl bir film çıkmış acaba sorusunun cevabı olarak önerebilirim. Çok kötü yerli korku filmlerine alışmış olanlara da en azından, onlar kadar kötü değil diyeyim.

Pochty Macho (Neredeyse Maço):
Yerli kötü romantik komedi filmlerimiz çok azmış gibi (birkaç yıl öncesine göre azaldı bu arada, gerçekten), neden bir de Kazakistan'dan getirmiyoruz denmiş. Yine de hakkını vereyim, çok kötü değil. İzlenebilir seviyede.
Filmde, ana kuzusu diyebileceğimiz Damir'in, Amerika'da iş bulduktan sonra, annesinin evlenmeden gidemezsin demesi üzerine, iki ay içinde bir eş bulma çabasını izliyoruz. Bu süreçte bir şirketten yardım alıyor ve güzel bir kadın olan Ardak ona eğitmenlik yapıyor.
Fragmanı izlememiş olsanız bile, şu kısa özetten, bu iki karakterin zamanla yakınlaşacağını, Damir'in kendine güvensiz, pısırık bir karakterken, özgüveni yerinde bir karaktere dönüşeceğini tahmin etmişsinizdir herhalde. Gerisi de bildik yanlış anlamalar vs.
Bir de yine vasat romantik komedilerin olamazsa olmazı, komediyi harlayan, abartılı yan karakterler var. Burada da o kontenjanı dayı karakteri doldurmuş. Hiç tanımamakla birlikte, Abunasyr Serikov, Kazakistan'ın popüler komedyenlerinden biri olabilir hissi verdi.
Bu film de çok bildik kalıplar üzerinden ilerliyor ama baş karakterlerin uyumu ile kendini izlettirmeyi başarıyor. Ardak'ı canlandıran Kamshat Zholdybaeva da, özellikle sert ve tavizsiz eğitmen olarak gözüktüğü kısımlarda, gerçekten etkileyici.
Yine, bu filmin de hem dublajlı, hem orijinal versiyonları vardı. Ama bunu, orijinal dilinde izlemeyi başardım :-)
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar