KUİRFEST YUVASINA GERİ DÖNDÜ
KuirFest, 10 yıl önce Pembe Hayat Derneği’nin bir etkinliği olarak Ankara’dan yola çıkan bir festival olmuştu. Türkiye’nin ilk kuir film festivali olarak başlayan etkinliğe yıllar içinde İstanbul ayağı da eklendi. Yanlışım yoksa, başka şehirlerde de ufak gösterimler yapıldı. Ancak 2017 yılında Ankara valiliğinin LGBTİ+ etkinliklerine getirdiği süresiz yasak ile KuirFest’in Ankara etkinlikleri de yapılamaz hale geldi. Sonrasında olay yargıya taşındı ve yasak kaldırıldı. Araya pandemi girdi vs. ama nihayet KuirFest, Goethe-Institut’daki 4 günlük bir programla Ankara’ya döndü. Bu yazıda hem festivalin nasıl geçtiğine bakalım, hem de 30 Eylül - 3 Ekim arasında düzenlenen olan İstanbul ayağına dair bir öneri yazısı olmuş olsun.
Öncelikle KuirFest’e dair kişisel birkaç not. Bir cins hetero erkek olarak (o zaman bu terimi bilmiyordum tabii), 10 yıl önce festivale biraz tedirgin olarak gittiğimi hatırlıyorum. Kendimi özgürlükçü olarak görsem de demek ki belli ölçüde bir homofobiklik varmış. Yıllar içinde en sevdiğim festivallerden birine dönüştü. Öncelikle bu festivalde, başka yerde görme şansımız olmayan, vizyona girme ihtimali sıfır ya da çok düşük olan filmler izledik. Céline Sciamma’nın sinemasını da bu festivalde tanımıştım hatta. Ayrıca hem filmleri izleyerek hem festivalin etkinliklerini takip ederek kafamdaki bazı kalıpları ve önyargıları kırdığımı düşünüyorum. Bu açından da değerli bir festival.
KuirFest’in seyirci kitlesi her zaman daha farklı olmuştur ama Ankara’nın her zamanki sinefilleri de seyirciler arasında yer alırdı. Pandemi dönemindeki bir festival olması dolayısıyla Ankara sinefilleri çok fazla görülmedi. Ama 4 gün boyunca gördüğümüz, selamlaştığımız, yeni tanıştığımız arkadaşlar da oldular. İlk günlerde teknik bazı sorunlar da yaşandı ama sonradan onlar da çözüldü. Zaten Goethe-Institut’un görüntü kalitesi fena değildir ama ses biraz sıkıntılıydı genel olarak. Goethe-Institut’un en kötü tarafı ise yıllardır hiç yenilenmeyen sandalyeleri. Günde 1-2 film izlediğiniz zaman o kadar sorun değil ama daha uzun sürelerde tam bir Çin işkencesine dönüşüyor (gerçi burada Alman işkencesi dememiz lazım galiba 😊). Festival boyunca tuvaletlerin fiili olarak cinsiyetsiz hale dönüştüğünü de hoş bir not olarak ileteyim. İlk gün, burası erkekler tuvaleti değil miydi yahu diyerek biraz garipsemiştim ama erkek-kadın normlarını reddeden bir festival için normal olan da buydu aslında.
Gelelim filmlere. Bir zamanlar Gölge e-Dergi’de yaptığım gibi, bir günce şeklinde paylaşmak istedim bu kez:
23 Eylül Perşembe:
13.00 - #DirenAyol! Seçkisi:
Günün ilk seçkisinde 3 kısa film izledik (aslında 4 olacaktı da birinde ses problemi çıktı).
Dustin, bir partileme gecesinin hareketliliği ile başlayıp, sabahın sakinliği ile biten bir hikâye anlatıyordu. Bunu anlatırken, kısa zamanda ana karakterini bize tanıtabilirken, sen kadın mısın erkek misin sorusuna verdiği cevapla akılda kalan bir film oldu benim için.
The Fish with One Sleeve (Tek Yüzgeçli Balık), 3 filmlik seçkinin en iyisiydi bence. Bir trans kadının, yıllar sonra lise arkadaşlarıyla ve o yıllarda hoşlandığı çocukla karşılaşmasını anlatan film, karakterin kimliği ile barışmasını da ele alıyordu.
O que pode um corpo? (Bir Beden Neler Yapabilir ki?) ise farklı görsel yapısı ile dikkat çekiyordu ve sadece engelli ya da sadece kuir olmak kendi başlarına birer ötekilik nedeni olabilirken, bizleri her ikisini de aynı bedende birleştiren bir birey ile tanıştırıyordu.
15.00 - Ondt i Røven (Minço Ağrısı):
Bizde çok örneği yok ama artık yurtdışında pek çok festival, programına bir de dizi bölümü ekliyor. KuirFest'in dizi bölümünde, 8 kısa bölümden oluşan bu Danimarka dizisini izledik. Çok genel anlamda, bir köyden indim şehire hikayesi. Taşradan Kopenhag’a gelen genç bir kadınla birlikte, şehrin kuir komünitesine, eğlenceli bir yolculuk yapıyoruz. Tessa, geldiği şehirde de kuir deneyimler yaşamış ama bunlar okuldaki hoşlandığı kızla beraber olmak seviyesinde olmuş. Bunun toplumdaki yeri, bu konudaki güncel tartışmalar vs. üzerine de hiç düşünmemiş. Çok eğlenceli bölümler yanında, bazı bölümler de tıpkı Tessa gibi, seyirciye de ufak tefek bir şeyler öğretmek üzerine kuruluydu. Daha "cis" kavramını 2-3 sene önce öğrenen biri olarak, Tessa'nın, ne diyor bunlar yahu merakında, zaman zaman kendimi gördüm 🙂
16.30 - No Hard Feelings (Alınmaca Yok):
İran'da gay olmanın ne kadar zor olduğu malum. Görünen o ki, Almanya'da İranlı bir gay olmak da o kadar kolay değil. Orada doğmuş olsan bile. Yönetmen Faraz Shariat, kişisel hikayesinden yola çıkarak (ki filmde kendi çocukluk görüntüleri de var) bunu anlatmış. Onunla ateşli bir gece geçirdikten sonra, "ben aslında kara, kıllı tiplerden hoşlanmam ama sen de fena değildin" diyen ırkçı tipler bir yandan, açılırsa Almanya'daki İranlılar tarafından dışlanma korkusu diğer yandan. Bir de işin içine, sınırdışı edilme korkusu girince olay daha da karışıyor. İyi çizilmiş karakterleri ve doğal oyunculukları ile festivalde günün tek uzun metrajı olarak, sınıfı geçen bir film oldu. Zaten geçen sene Berlinale'de Teddy almış.
Bu filmden sonra festivalin açılış töreni de vardı. Aslında KuirFest’in şenlikli açılışlarını da seviyorum ama hem yorulmuştum hem de vizyonda bekleyen birkaç film vardı sırada. O yüzden yarınki programla devam ederim dedim.
24 Eylül Cuma:
13.00 - Yıllar Affetmez Seçkisi:
KuirFest'in bugünkü ilk seçkisinde tarihte LGBTİ+ olmakla ilgili kısa filmler vardı. İlk film olan Ruins (Harabeler), tarihi hamamların kalıntıları üzerinden, bu hamamların homoerotik çağrışımları üzerinde duruyordu. Batıda, gay kültürünün bir parçası olan hamamlar, Orta Doğu'da da tarih içinde çok farklı bir işlev üstlenmemiş. Eski-yeni pek çok görüntü ile harmanlanan filmde acı çekmenin zevkinden, erkeklerin duygusal yakınlaşmalarına kadar pek çok şey bulmak mümkün. Özellikle arşivden gelen bazı eski filmlerdeki duygusal ve fiziksel etkileşimler bayağı ilginçti.
Vikken, iki bölüme ayırabileceğimiz bir kısa filmdi. İlk bölümde tarihi LGBTİ+ figürlerinden bir dans eşliğinde bahsediliyordu. Doğumunda kendisine atanan cinsiyetten farklı bir yaşam süren pek çok figürün hikayesi, Jan Dark'a doğru ilerliyordu. İkinci bölümde ise hormon alıp, ameliyatlar geçirmek üzere olan bir trans bireyin, eski kimliği ile vedalaşma sürecini izlerken, onun çok içten duygularını dinliyorduk. Seçkinin başarılı filmlerindendi.
The Many Pink Triangles (Pembe Üçgenler) ise, İspanya, Şili, Arjantin, Uruguay gibi ülkelerden, genelde 50-60 yaş üstü LGBTİ+ bireylerin, yaşadığı sistematik, taciz, tecavüz ve işkenceleri anlattıkları bir belgeseldi. Yapı olarak klasik bir belgesel olmakla birlikte, anlatılanlar önemliydi tabii.
14.30 - Gendernauts (Cinsiyet Kimlikleri):
Monika Treut'un filminin adını uzun süredir duyuyordum ama izlemek ancak kısmet oldu. Üzerinden 20 yıldan fazla geçtiğine göre, sanırım bugün artık kuir sinemanın klasikleri arasında adını anabiliriz. Bu seneki festivalde tek bir film izleyecekseniz, bu olmalı diye iddialı bir cümle de kurabilirim. Bugün biraz da nostalji hissi ile izleniyor ama 90'ların sonunda cinsiyet kimliklerinin şimdiki kadar konuşulmadığı unutmayalım. Erkek-kadın ayrımı dışında düşünebilenler bile çoğunlukla gay-lezbiyen-trans'ı da bunlara ekleyip, herkesi bu kalıplar içine sokmaya çalışıyordu. O dönem San Fransisco'da yaşayan farklı insanların deneyimleri üzerinden ilerleyen belgeselin önemi, sık sık insan sayısı kadar cinsiyet kimliğinin olabileceğini ve kimsenin bir başkasına benzemediğini vurgulaması idi.
Bir karakterin kendisinden bahsederken kurduğu bir cümle çok hoşuma gitti. Belki de kuir olmakla ilgili çok temel bir şeyi söylüyordu. Onu paylaşmadan edemeyeceğim:
"- Kadın mısın, erkek mi?
- Evet."
16.30 - Türkiye'den Kuir Kısalar Seçkisi:
Bu seçkinin en iyileri, çeşitli vesilelerle defalarca izlediğim Mamaville ve Free Fun idi. İlki anneanne-torun ilişkisi ve biri hayatı yeni keşfeden, diğeri hayatının son dönemindeki bu iki kadının zıtlıkları üzerinden gidiyordu. KuirFest'te gösteriliyor olması finale dair ufak bir ipucu da veriyordu açıkçası.
FreeFun ise, eğlenceli bir VR çeşitlemesi idi. Sıradan bir ailenin bireylerinin fantezi dünyalarının ne kadar renkli olabileceğini gösteriyordu. Özellikle VR içindeki dünyanın renkli tasarımı çok başarılıydı.
Seyirciden olumlu anlamda en çok reaksiyon alan filmse Komşu oldu. Evsahibi ile sorun yaşayan bir trans erkeğin hikayesini anlatan film, biraz fazla beklendik şekilde gelişiyordu ve bazı sahneleri biraz fazla uzatılmıştı ama izlemesi keyifliydi gerçekten. Filmin sonundaki söyleşide yönetmen, filmi bitirme projesi olarak çekerken, bazı kurallara uyması gerektiğini söyleyince, kafamdaki bazı sorular da cevaplanmış oldu.
Sudan Çıkmış Balık, ilginç bir animasyon filmiydi ama çok kendimi veremedim. Bir daha izlemek isterim. Gullüm, bir drag queen'le yapılan söyleşi ve performansına şahitlik ettiğimiz kısa bir belgeseldi. Eve Dönüş ise, pandemi döneminde çekilmiş bir video günlük niteliğinde idi.
Bu seçki sonrasında Patrida filminin gösterimi ve söyleşisi vardı ama önceden izlediğim bir film olduğu için, yine dinlenmeye geçtim.
25 Eylül Cumartesi:
13.00 - Olay Lubunya Seçkisi:
KuirFest'in bu seçkisi, toplumda belli bir tanınırlık kazanmış kuir bireyleri konu alıyordu. Seçkinin en beğendiğim filmi Modern Queer Heroes (Modern Kuir Kahramanlar) oldu. Farklı animatörlerin elinden çıkan bu film, tadı damağımızda kaldı dedirtti. Çok sayıda kuir bireyi, 5 dakikada seyirciye tanıtmak gibi zor bir işi soyunan film, daha uzun bir versiyonun tanıtım filmi gibiydi adeta. Umarım ilerde böyle bir proje de olur.
Dün Gullüm belgeselini izlerken aklıma takılan, bu performans sanatçıları pandemi döneminde ne yaptılar acaba sorusunun cevabı Man up in Lockdown (Karantinada Laço Olmak) filminde geliyordu. Bu filmde, Londra'da drag king olarak gösteriler yapan bir sanatçının, karantina döneminde Youtube'a videolar hazırladığını ve ikinci karantinanın hemen öncesindeki endişelerini izledik.
Spectacular Intimacy (Gör Beni), tüm geçiş sürecini aboneleri ile paylaşan Youtube fenomeni Gabrielle Marion'un videolarından bir derleme sayılabilirdi. Özel hayat nerede başlar, nerede biter sorularını sordursa da Gabrielle'in takipçilerine yeni bir şey sunmuyordu sanırım.
Başka bir seçkide de izlediğim Haklısın: Zak, Hayatı ve Sonrası (This is Right; Zak Life and After), isminden de anlaşılabileceği gibi, Yunanistan'da katledilen bir kuir bireyin hayatına ve sonrasında arkadaşlarının yaptığı eylemlere odaklanan, hüzünlü ve öfkeli bir filmdi.
14.30 - Genderation (Cinsiyet Jenerasyonları):
Dün izlediğimiz Gendernauts belgeselinin kahramanları 20 yıl sonra neler yapıyor? Bu tip devam belgeselleri gerçekten ilginç oluyor. Birer gün arayla izleyince, daha da güzel oldu. Kimi hayatlarını aynı çizgide devam ettirmiş, kimi bambaşka yollara sapmış. Bazıları cinsiyet kimliklerini açıkça göstermeye devam ederken, bazıları da farklı yerlere taşınarak yeni hayatlara başlamışlar ve sadece çok yakın oldukları kişilere trans olduklarını söylemişler. Ama yıllar geçip yaşlar alındıkça, hem kendileri hem çevreleri ile barışmış gibiler. Belki de düşmanca davranan çevrelerden uzaklaşma yolunu seçmişler.
İlk filmi bir nostalji hissiyle izlediğimi söylemiştim, bu ise tam günümüzden bir filmdi. Cinsiyet meselesinin yanında, San Francisco'nun değişimi ve yeni zengin kuşağının renksiz hayatı da filmin önemli bir temasıydı örneğin. Karakterlerin değişimini göstermek için ilk filmden sahneler de kullanılmıştı.
16.30 - Your Mother's Comfort (Anne Evi Gibi):
Geçen sene MUBİ'de ve İKSV seçkilerinde gösterilen Indianara belgeselinin öznesi, Indianara Siqueira'nın mücadelesine bakan başka bir belgesel. Bu kez onun hayatını, kurduğu "Casa Nem (Nem Evi)" çevresindeki olaylarla takip ediyoruz. Eski bir seks işçisi, trans birey olarak belediye meclisi adaylığı, seçimi az farkla kaybetmesi ama yine de yedek üye olması, bir süre sonra partisinden fazla radikal olduğu gerekçesi ile dışlanması gibi kısımlar ortak. Hatta bazı sahneler o kadar benzer ki, acaba yönetmenleri aynı da kullanmadığı sahnelerden, ikinci bir film mi çıkardı diye baktım. Değilmiş. Demek ki, aynı dönemlerde, Indianara'nın hayatını iki farklı film ekibi takip etmiş. Burada Nem Evi'nin tahliye sürecinde yeni bir yer bulma ve işgal çabaları, yeni Brezilya başkanı Bolsonaro'nun ne kadar pislik ve her türlü azınlık için ne kadar tehlikeli biri olduğunun gösterildiği kısımlarda farklılaşıyor.
18.30 - Death and Bowling (Ölüm ve Bowling):
Her festivalde 1-2 tane, iyi güzel de pek bana göre değil dediğim film oluyor. Bu festivalde de bu hakkımı, Death and Bowling'den yana kullanıyorum. Aslında ilginç bir konusu vardı ama bazı yönlerden beni yakalayamadı. Lezbiyen bir bowling takımının kaptanın, oğlu gibi sevdiği trans bir aktör ve ölümü sonrasında çıka gelen gerçek trans oğlu arasındaki ilişkileri anlatan film, renkli karakterleri ile birlikte bir yas sürecini ele alıyor. Ancak diyaloglar ve özellikle oyunculuklar bana çok yapay ve plastik geldiği için, bir türlü filme adapte olamadım. Ama İnternet'e şöyle bir yorumlara baktım. Epey seveni de olmuş. Azınlıkta olabilirim.
Bu arada eğer yanılmıyorsam, filmin oyuncuları tümüyle trans oyuncular. Bu yönüyle bir ilk olabilir belki de.
Festivalin en yoğun gününde, programın son filmi Hayalimdeki Sahneler idi. Bu da izlediğim bir film olduğu için pas geçtim ama İstanbul programında, izlemeyenler kaçırmasın derim. Kuir esintiler taşıyan Yeşilçam filmlerine, bu doğrultuda sahneler ekleyen ve bu filmlerle ilgili söyleşilerden oluşan film, izlemeye değer bir yapımdı. Hatta izlerken online platformlar için her bölümü ayrı bir filmden bahsedecek güzel bir seri olabilir diye düşünmüştüm.
26 Eylül Pazar:
18.00 - No Straight Lines: The Rise of Queer Comics (Şöyle Böyle Çizgiler):
Bugünün ilk seansları önceki günlerin tekrarlarından oluştuğu için sabahımı vizyon filmlerine ayırdım ve akşamüstü yine festival salonunun yolunu tuttum. KuirFest'in Ankara'daki son gösterimi, çizgi romanların çok bilmediğimiz bir alanını karşımıza getirdi. Kuir çizgi romanlar. Belgesel, konuyu Amerika'daki ilk kuir çizgi romanlardan günümüze kadar getiriyordu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ilk başlarda çoğunlukla yeraltından başlayan bir hareket olmuş ve giderek daha görünür alanlara doğru ilerlemiş. Yıllar geçtikçe yazar ve çizerlerin kendi hikayelerini de anlattıkları bir mecraya dönüşmüş. Tekli karikatürlerden, devam eden serilere ve grafik romanlara doğru ilerleyen bir seyirden söz edebiliriz. Özellikle çizgi roman sevenlere tavsiye edeceğim bir belgesel. Kendimi çizgi romanla ilgili biri olarak, belgeseldeki isimlerden Alison Bechdel dışındakileri tanımıyordum. O da sanırım Türkiye'de bir kitabı çıktığı için. Kalp Çarpıntısı çizgi romanı ile ilgili son günlerdeki gelişmeleri düşününce, neden acaba diğer Kuir çizgi romanlar Türkiye'de basılmamış diye düşünmeye gerek var mı acaba?
(Bilmeyenler için not düşeyim. Kalp Çarpıntısı çizgi romanı, iki erkeğin aşkını anlattığı için “muzır” sayıldı ve kitabevlerinden poşetli olarak satılmasına ve Internet üzerinden satılmamasına karar verildi.)
Belgesel sonrasında ülkemizdeki kuir çizerlerle hoş bir söyleşi de vardı. Onların da çoğunu tanımıyordum açıkçası ama o da benim ayıbım olsun.
Ankara’dan Etkinlikler:
Geçen hafta, artık Ankara’da son açık hava etkinlikleri herhalde demiştim ama Cermodern gösterimlere devam ediyor:
Cermodern açık hava sineması programı:
28 Eylül Salı: Radioactive (Radyoaktif)
1 Ekim Cuma: The Father (Baba)
Bu arada Fransız Kültür de kendi binasında, kapalı salonda hafta sonu film gösterimlerine başlamış.
2 Ekim Cumartesi: Le poulain
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN