SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

KİMSEYİ GERİDE BIRAKMA FİLM GÜNLERİ

11 Nisan 2021 Pazar 20:32
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Çevrimiçi olarak acaba hangi festivaller, hangi etkinlikler varmış diye araştırırken, geçtiğimiz hafta farklı bir etkinlik karşımıza çıktı. 7 Nisan Dünya Sağlık Günü kapsamında, Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Ofisi tarafından gerçekleştirilen etkinlik, sağlık emekçilerinin hayatımızdaki rolünü daha iyi anladığımız bir yılı geride bıraktığımız için, çok daha ilgi çekiciydi. Ancak doğrudan covid salgını ile ilgili olan filmler henüz çok fazla olmadığı için, etkinliğin alt başlığı “Mülteciler/Göçmenler & Sağlık” olarak belirlenmiş. Etkinlik önümüzdeki yıllarda devam ederse, covid konusu da ele alınabilir.
Festival kapsamında, 6 belgesel, 1 de kurmaca film gösterildi. Özellikle belgesellerin, mülteciler ve sağlık meselesine yaklaşımı ve sinema tarzlarında benzerlikler görmek mümkündü. Filmlerin genellikle Avrupalı ve Amerikalı yönetmenlerin ellerinden çıktığını düşündüğümüzde, konuya dışarıdan bir bakış açısı ile yaklaşmaları şaşırtıcı değildi. Filmlerden bahsettikçe, bu yaklaşımın artılarını ve eksilerini ele alırız.
2015 yapımı Amal ve 2020 yapımı Yeni Bir Başlangıç (A New Beginning), Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleşmeye çalışan Suriyeli aileleri konu alıyordu. Amal, Almanya’ya yerleşmeye çalışan, ailelerinin en küçük üyesini daha bebekken savaşta kaybetmiş, genişçe bir aileyi takip ederken, Yeni Bir Başlangıç ise savaşta bacağından yara aldığı için desteksiz yürüyemeyen bir baba ve oğlunun Norveç’teki hayatlarını anlatıyordu. Her iki film de ele aldıkları kişileri bir yıla yakın bir süre ile takip ediyor, onların hayatlarından kesitler sunuyor ve Suriye’de yaşadıklarına, yeni ülkelerindeki planlarına, Suriye’ye geri dönmeyi düşünüp düşünmediklerine dair onlarla yapılan söyleşileri içeriyordu. Buradaki temel sorun, filmlerin mültecilere fazlasıyla acıma duygusu ile yaklaşması ve sürekli olarak Avrupa ülkelerinin onlar için ne kadar iyi olduğunu vurgulaması idi. Suriye’deki durumun nedenleri, bu durumda Avrupa ya da Amerika’nın sorumlu olduğu noktalar ya da neden Suriye ve Avrupa ülkelerinin imkanları arasında bu kadar fark olduğu gibi konular bu filmlerinin kapsamının dışında olsa da en azından bu ülkelerin kabul etmediği, geri dönmek zorunda kalan ya da belli bir süre kaldıktan sonra sınırdışı edilen mültecilerden hiç bahsetmemeleri filmlerin samimiyetini azaltıyordu. Bir not olarak, Amal filminin üzerinden 5 yıl geçmiş olduğu için, o ailenin şu anki durumunu merak ettiğimi de eklemek isterim.
Mars’ta Uyanmak (Wake Up On Mars) ise, yapı olarak benzer bir hattan ilerleyerek Kosova’dan İsveç’e giden bir aileyi takip etse de hikayesini ailenin iki kızının yaşadığı “teslimiyet sendromu” hastalığı ve küçük kardeş Furkan’ın uzay gemisi yapma çabaları üzerinden kurması ile farklılaşıyordu. Çoğunlukla mülteci ailelerin çocukları arasında görünen, umutsuzluk ve korku gibi duygular sonrasında birdenbire ortaya çıktığı düşünülen bu hastalık sonrasında çocuklar belirgin bir fiziksel sorunları olmamasına rağmen, neredeyse bitkisel hayata yakın bir durumda yaşıyorlar. Furkan da zaten, kardeşinin kendisine uygulanan bir şiddet eylemini görmesi sonrasında bu durum gerçekleştiği için, bir anlamda kendisini sorumlu hissediyor ve Mars’a gittiğinde kardeşlerinin uyanacağına inanıyor. Her ne kadar, özellikle uzay gemisi yapma çabaları filme bir yenilik katsa da yukarda bahsettiğim tarzdaki, bu insanlar Kosova’da ne eziyetler çektiler ama İsveç’te her şey ne güzel, insanlar ne kadar ilgili algısı bu filmde de mevcut.
Tempelhof Havaalanı (Central Airport THF) ve Aç Hayaletler Adası (Island of the Hungry Ghosts) ise mültecilerin aylarca, belki de yıllarca bekledikleri toplama merkezlerini konu ediyordu. Her ikisinde de toplama merkezindeki farklı kişilerin hikayelerini de dinlesek bile, belli 1-2 karaktere odaklanıyoruz. Ancak her iki filmde de yönetmenler, toplama merkezlerinin kuruldukları mekanlara ve bu mekanların değişimlerini de anlatıyordu. Tempelhof Havaalanı zaten Berlin’in Nazi döneminde inşa edilmiş ve yakın zamanda kullanıma kapatılmış yapılarından biri. Yıllar önce ırkçı ve faşist bir ideolojinin simgelerinden biri olan bir mekânın, bugün dünyanın dört bir yanından gelen sığınmacıların geçici konaklama merkezi haline gelmesi gerçekten üzerine bir film kurulabilecek kadar ilginç. Ancak yönetmen Karim Aïnouz’in bu potansiyeli yeterince kullanabildiğini düşünmüyorum.
Aç Hayaletler Adası ise bu konuda daha ilginç bir yapı kuruyor. Filmin geçtiği toplama merkezi, Avustralya’ya bağlı Christmas Adası. Burası uzun yıllar boyunca insanların yerleşim yeri kurmadığı bir bölge olmuş ve kara yengeçlerinin yumurtalama dönemlerinde ormandan okyanusa yaptıkları göçün doğal bir rotası haline gelmiş. Her ne kadar bugün de aynı dönemlerde adanın belli bölgeleri sadece yengeçlerin göçlerine ayrılsa da çok da büyük bir göç dalgasının, insanların göçünün bir merkezi haline gelmiş olması ilginç ve film bu bağlantıyı, bir mülteci belgeseli ve bir doğa belgeseli arasında gidip gelerek, başarılı bir şekilde kuruyor. Filme adını veren “aç hayaletler” ise yerel halk tarafından adaya ilk gelen ve öldükleri zaman gömülemeyen insanların, halen adada yaşadığına inanılan hayaletleri. Belki de tıpkı, bir ülkeden diğerine geçmeye çalışırken ölen ve denizde kaybolup giden mülteciler gibi. Belki de bugünün “aç hayaletleri” de onlar. Filmde yer almasa da bu yazı için ada ile ilgili bilgi toplarken, covid salgını sırasında, aynı adanın karantina merkezi olarak kullanıldığı bilgisini de öğrendim. İlginç bir not olarak eklemeli.
Nefes Alacak Bir Yer (A Place to Breathe) filmi ise Amerika’daki göçmenlerin yoğun olduğu bölgelerdeki sağlık çalışanlarına odaklanırken onların da büyük kısmının, aslında ülkede daha uzun süredir yaşamakta olan göçmenler olduğunu gösteriyordu. Filmin başlarında sağlık personelinin ya da hastaların geçmişlerinde yaşananların animasyon teknikleri ile anlatılması filme bir tazelik katıyordu ama bundan çok çabuk vazgeçtiler ve film de daha klasik bir belgesel yapısına büründü.
Seçkinin tek kurmaca olan filmi olan Styx ise, birkaç yıl önce festivallerde izleme şansımız olan bir yapımdı. Tekrar izleme fırsatım olmadı ama okyanusun ortasında tek başına sağ kalma hikayesinden mülteci sorununa evrilen, ana karakterinin ahlaki çıkmazları üzerinden aslında batı uygarlığını da eleştiren filmi çok sevdiğimi hatırlıyorum. Okyanustaki sahneler de ustaca çekilmişti.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar