İSTANBUL FİLM FESTİVALİ - ULUSLARARASI YARIŞMA - BÖLÜM 2
Geçtiğimiz hafta, İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma Bölümü’ndeki filmlerin altısı hakkındaki yorumlarımı yazmıştım. Bu hafta içinde ödüller de verildi. Bunların da ışığında, kalan 6 filmden de kısa kısa bahsedelim.
Oğul-Ana (Pesar-Madar):
Festivalin seyirci ödülünü de alan bu film, İran sinemasının belirgin özelliklerini barındıran bir yapım. Özellikle çocukları ana karakterlerden biri olarak kullanmak ve açıkça söyleyemediği bazı şeyleri çocuklar üzerinden söylemek, İran sinemasının sıklıkla kullandığı bir yöntem. Bu film de adından da anlaşılabileceği gibi, bir anne ve oğlunu ana karakterler olarak ele alıyor. Hatta filmi de keskin bir şekilde ikiye bölüyor.
İlk bölümde, 2 çocuğu ile birlikte yaşayan, fabrikada çalışarak geçim mücadelesi veren bir kadının hayatına odaklanıyor. Belki de dünyanın her yerinde fabrikada çalışan yalnız bir kadın olmak başlı başına bir zorluk ama İran gibi bir ülkede daha da zor. Onunla evlenmek isteyen bir adam da var ama onun da yetişme çağında bir kızı olduğu için evlilik için, kadının oğlunun evden ayrılmasını şart koşuyor. İkinci bölümde ise bu oğlanın hikayesini izliyoruz. Oğlan, herhangi bir engellilik durumu olmamasına rağmen, belli bir süre için sağır-dilsiz çocukların okuduğu bir okula gönderiliyor ve burada gün boyu engelli gibi davranıyor.
Her iki bölümdeki konu da ilginç olsa da ikinci bölüm, sonradan ortaya çıkan birkaç detayın da yardımı ile çok daha etkileyici. Özellikle çocuk oyuncuların gayet başarılı oldukları söylenebilir ama çok düz bir sineması var. Yönetmen olarak da tanıdığımız ama bu filmde sadece senaryo yazarı olarak karşımıza çıkan Mohammad Rasoulof ise, çok sayıda konuyu filme sokmaya çalışarak, zaman zaman odak noktasından uzaklaşıyor. Benim için yarışmanın orta karar filmlerinden biriydi ama seyirci ödülü almasını anlayabiliyorum.
Öteki Kuzu (The Other Lamb):
Polonyalı yönetmen Malgorzata Szumowska, İngilizce olarak çektiği bu ilk filminde, karşımıza feminist bir korku filmiyle çıkıyor diyebiliriz. Film, dış dünya ile neredeyse hiç ilintisi olmayan bir tarikatı anlatıyor. Tarikat lideri, kendini çoban olarak niteleyen bir erkek ve tarikattaki tek erkek de o zaten. Diğer üyeler, onun eşleri ve kızları (hiç oğlu olmaması ilginç, değil mi?). Bu iki grup birbirinden kesin kurallar ile ayrılmış ve belli görevleri var. Fakat hayatlarında başka bir erkek ile karşılaşmamış olan kızlar, büyüdükçe eş olmanın nasıl bir şey olduğunu da merak etmeye başlıyorlar. Tahmin edilebileceği gibi, çoban buna dünden razı zaten.
Szumowska, gerçek olmayan bir tarikatı anlatıyor belki ama belli ki derdi, tüm kuralların erkeklere göre yazıldığı, kadınların onlara hizmet etmek zorunda oldukları, cinselliğin erkek istemedikçe yasak olduğu, regl olmanın kirlenmek sayıldığı, sistemi sorgulayanın günahkâr ilan edildiği tüm bir dinler tarihi ile. Bu yüzden, bu adam, kadınları böyle bir düzene nasıl ikna etti sorusuyla da çok ilgilenmiyor. Gerçekten çok iyi çekilmiş bir film. Online takip ettiğimiz yarışmanın, keşke sinema perdesinde izleseydik dediğim filmlerinden biri. Ancak hikâyenin nereye doğru gideceği, fazlaca belli. O yüzden bir merak ya da heyecan unsuru yaratmakta zorlanıyor.
Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Temizleyici (Chico ventana también quisiera tener un submarino):
Bu yıl yarışma seçkisinde fantastik temalar içeren film sayısı az değildi. İsmiyle ilk anda dikkat çeken bu film de onlardan biriydi. Film birbirinden bağımsız üç dünyayı, bir şekilde birbirine bağlıyor. Lüks bir yolcu gemisinde çalışan bir genç, Güney Amerika’da bir şehirde yaşayan bir kadın ve Filipler’de bir ormanda yaşayan insanlar. Spoiler olmaması için ne şekilde olduğunu anlatmayacağım ama yazar/yönetmen Alex Piperno, bu üç dünyayı zekice bir şekilde birbirine bağlamayı başarırken, çok büyük bir bütçe kullanmadan da fantastik bir film yapılabileceğini göstermiş. Ancak filmin süresi kısa olsa da (80 dk.) o süreyi tam anlamıyla doldurabildiğini de söylemek zor. Uzun metraj sınırlarına çıkmasa daha başarılı bir film olabilirmiş. Yine de kurduğu dünya ve sakin tonu ile yarışmanın ilginç filmleri arasına aldım. Filmi hiç sevmeyenler vardı ama jürinin özel ödül verdiğini de unutmayalım.
Koza (Kokon):
Almanya’dan gelen bir büyüme ve kendini keşfetme öyküsü. Merkezinde üç genç kız olsa da temel olarak, onların en küçüğü olan 14 yaşındaki Nora’nın hikayesine odaklanıyor. Kurduğu doğallık ve hikayesine yaklaşımı ile kötü bir film değil ama benzerlerini çok fazla izlediğimiz bir hikâye. Hatta, Nora’nın yeni tanıştığı aykırı genç kız ile ilişkisi, bana fena halde Mavi En Sıcak Renktir’i hatırlattı. Tam da o filmdeki gibi bir pride yürüyüşü sahnesi bile vardı örneğin.
Özellikle başrolde Lena Urzendowsky, ilerde kendisinden söz ettirebilecek bir oyuncu olduğu ışığını veriyor (Dark’tan da hatırlanabilir). Diğer oyuncular da fena değil. Hikâyenin geçtiği Kreuzberg’in Türk mahallesi olmasının da etkisiyle, bölgedeki Almanların da bazı Türk deyimlerini benimsemiş olmaları da güzel bir detaydı (Kur’an üzerine yemin edilmesini, önce çevirideki tuhaflık sanmıştım ama öyle değilmiş). Ama tırtıl metaforunun aşırı klişe olmasından başlayan, ben bu filmi izledim hissi hiç yok olmuyor ne yazık ki.
Kuş Dili (Mowa ptaków):
Andrzej Zulawski, özellikle son filmi Cosmos’un kaotik yapısı nedeniyle çok eleştirilmişti. Vefatından sonra onun senaryosunu çeken oğlu Xawery Zulawski da babası ile aynı yolu tercih etmiş ve aynı eleştirileri de aldı. Eleştirilere katıldığımı söylemek zorundayım. Farklı karakterlerin hikayelerini takip eden Kuş Dili, bu hikayeleri doyurucu bir toplama götüremediği gibi, karakterler üzerinden de derli toplu bir anlatım kuramıyor. Benzer şekilde, biçimle içerik arasında da bir uyum yok. Örneğin, bazen göze hoş gelen, bazen rahatsız edici kamera açıları ve hareketleri kullanılmış ama bunların filmin yapısı içinde neye hizmet ettiği anlaşılamıyor.
Filmin en hoşuma giden tarafı, diğer filmler ve baba Zulawski ile kurulan bağlantılar idi. Onun filmlerine yapılan göndermeler bir yana, Possession filminden bir sahne bile izliyoruz. Fakat bu bölümler fena halde bir oğulun, babasına sunduğu saygı gibi duruyor. O yüzden senaryoya, oğul Zulawski’nin de katkısının olduğunu ama yine babasına saygıdan ötürü, kendi adını senaryoya eklemek istemediğini düşünüyorum.
Sanctorum:
Yarışma filmlerinin en sonuncusu, en heyecan vericisi oldu. Daha ilk sahnelerden keşke sinema perdesinde izleseydik dedirten Sanctorum, Meksika’da uyuşturucu kartelleri ile askerler arasında kalmış bir kasabanın insanları arasında geçiyor. Belki bu insanlar yaşadıkları toprağı terk etseler, karşılaştıkları sorunların hepsi bitecek ama bunu kabul etmiyorlar, kalıp direnmeyi seçiyorlar. Yönetmen Joshua Gil, bu hikâyenin içine mistik bir boyut da katmış. Zaten daha filmin ilk başlarında duyulan sûr borusu benzeri ses, bir kıyamet sinyalini veriyor. Buna doğanın kendisine zulmedenlerden intikamı da demek mümkün. İşin fantastik boyutu, film ilerledikçe artsa da gerçeklikle bağlantısını da hiç koparmıyor.
IMDB’ye göre filmin oyucularının hepsinin ilk oyunculuk deneyimleri. Büyük ihtimalle, profesyonel oyuncular değil, o yörede yaşayan insanlar hepsi. Özellikle diyalogların ön plana çıktığı bazı sahnelerde, bu amatörlüğün hissedildiğini söylemek lazım. Filmin başlarındaki bazı sahnelerde, oyuncuların ezberledikleri metinleri tekrarlamaya çalıştıkları çok belli oluyor. Neyse ki film gücünü daha çok doğa içinde geçen, diyalogsuz sahnelerden alıyor. Filmin aynı zamanda görüntü yönetmenliğini de üstlenen Joshua Gil, belli ki görüntü ve ses tasarımı üzerine çok emek vermiş. Filmin Türkiye dağıtımcısı var mı bilmiyorum ama umarım ileriki günlerde, beyazperdede deneyimleme şansımız da olur.
Ankara’dan etkinlikler:
- Cermodern Açık Hava Sineması: Cermodern, Ankara’da havaların bir miktar düzelmesi sonrasında açık hava gösterimlerine geri döndü. 24 Ekim’deki Deri Ceket (Deerskin) filmi ile gösterimler devam ediyor.
- Fransız Kültür Merkezi, Sinema Kulübü: 24 Ekim Cumartesi günü, Comme des garçons isimli, Fransa’nın ilk kadın futbol takımını konu alan filmin gösterimi yapılacak. Çok beklendik gelişse de sevimli bir komedi diyebiliriz.
Haftaya İstanbul Film Festivali’nin online seçkisindeki filmlerin devamında görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN