İSTANBUL FİLM FESTİVALİ - ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul Film Festivali’nin ulusal kısa ve belgesel film yarışmalarının, ayrı bir yazının konusu olacağından bahsetmiştik. Bu hafta kısa film yarışmasına bir göz atalım.
Suçlular:
Kişisel olarak en sevdiğim filmlerden başlamam gerekirse, daha önce Sundance’in online seçkisinde izlediğim ve burada yorum da yazdığım, Serhat Karaaslan’ın Suçlular filminden bir kez daha bahsetmem gerekiyor. Film, romantik bir gece geçirmek için bir otel odası arayan genç bir çifti anlatıyor. Romantik komediden, gerilime doğru gelişen atmosferi gayet başarılı. Genç oyuncular, Deniz Altan ve Lorin Merhart’ın uyumu da çok iyi. İlk izlediğimde de belirttiğim üzere, Ercan Kesal’ın biraz üzerine yapışmış bir oyun tarzı sergilediği söylenebilir ama yine de iyi bir oyuncu olduğu için çok da rahatsız etmiyor. Filmin başarılı atmosferi dışında ahlaki ikiyüzlülüğümüzü karşımıza çıkarması da etkileyici. Sinemamızda, uzun film çekmeye başladıktan sonra tekrar kısa filme dönen yönetmenlere çok fazla rastlamıyoruz. Halbuki bazı hikayeler, kısa film olarak daha iyi anlatılabiliyor. Görülmüştür ile kazandığı başarı sonrası tekrar bu mecraya dönen Serhat Karaaslan’ı bu açıdan da tebrik etmek lazım. Aynı hikâyenin, uzun metraja dönüştürülme çabası benzer etkiyi yaratmazdı.
Lâl:
Türkiye’de neden iyi animasyon filmleri çıkmıyor diyenlere, kısa filmlere bakmalarını önerelim. Gökalp Gönen, bu açıdan çok iyi bir örnek. Önceki filmleri Golden Shot ve Avarya çok başarılı yapımlardı. Lâl de onlar kadar iyi. Belirsiz bir mekânda tek başına olan bir yaratığın, seslerle kendi benzerlerini yaratmasını ve hayatta kalabilmek için o benzerleri yemesini anlatan, hem teknik hem içerik olarak başarılı bir film. Gönen, döngüsellik meselesini bir kez daha kullandığı için biraz kendini tekrarlamış gibi gözüktü bana ama filmi tek başına değerlendirdiğimizde herhangi bir zaafı yok. Uzun metraj animasyonların son derece emek ve bütçe isteyen bir iş olduğunun farkındayım ama umarım yönetmenin böyle işlerini de görürüz ileride.
Mamaville:
Son yıllarda kısa film kanadından, genç kızların büyüme hikayelerini anlatan çok iyi yapımlar çıkıyor. Aylin ve Ablam, bu konuda ilk aklıma gelen kısa filmlerden. Irmak Karasu’nun Mamaville’i de aynı damardan giden bir film. Bir sahil beldesinde bir büyükanne ile torunun hikayesini anlatan film, birisi hayatı ve kendisini yeni yeni keşfeden, diğeri artık yeni şeylere karşı heyecanı kalmamış iki kadını anlatırken, bu iki karakterin hem iç dünyalarındaki, hem de fiziksel özelliklerindeki zıtlıklarını da vurguluyor. Her anıyla son derece gerçek hissi veren filmde Ece Yüksel, her ne kadar kendisinin neredeyse yarı yaşında bir karakteri canlandırsa da çok genç gözüktüğü için durumu kurtarıyor. Büyükannesini canlandıran Gönül Ürer ile de iyi bir uyum yakalamışlar.
Sürgünde Bir Yıl:
İstanbul Film Festivali, kısa film yarışmasını farklı kategorilere ayırmıyor. Bu nedenle, tıpkı animasyonlar gibi belgeseller de aynı bölümde yarışıyorlar. Bu konuda farklı festivallerin, farklı uygulamaları var. Doğrusu hepsinin de makul argümanları var diyerek, Sürgünde Bir Yıl filmine geçelim. Suriyeli bir göçmen olarak Türkiye’de yaşayan Malaz Usta’nın kendi hikayesini, Türkiye’de geçirdiği bir yılı anlatan bir film. Filmi aylara bölmüş ve 19 dakikada, 12 ayı anlatmayı başarmış. Usta, kendi hayatından, gözlemlerinden derlediği görüntüleri başarılı bir kurgu ile toparlamış (filmin kurgucusu da kendisi zaten). Üzerine de o dönem hissettikleri ile ilgili konuşarak etkileyici bir film ortaya çıkarmış. Film bir göçmenin, kendisine yabancı bir ülkede yaşadıklarını anlatırken, muhtemelen çekilirken hiç öyle bir fikir olmadığı halde, ister istemez İstanbul’un pandemi öncesi günlerini de hatırlatarak, farklı bir duygu da yaratıyor.
Çamaşır Suyu:
Uzun metraj filmlerimizde yeteri kadar işlenmeyen ama kısa metrajlarda iyi örneklerini gördüğümüz türlerden biri de işçi sınıfına bakan filmler. Geçen sene Ankara Film Festivali kısa film yarışmasına da seçilen, Büşra Bülbül’ün Çamaşır Suyu filmi, merdivenleri silerek para kazanmaya çalışan bir kadının hikayesini anlatıyor. Küçük bebeğini bırakacak yer bulamadığı için onu da yanında götürürken bir yandan da çöplükte çalışan kocasından haber almaya çalışan bir kadın. Finalini bağlayacağı yeri fazlaca açık etse de özellikle temizlikçi kadının apartman sakinleri ile diyaloglarını yansıtma şekli çok başarılı. Herkesin ona önem verir gibi gözükürken aslında kendi dertlerinde olması iyi anlatılmış.
Diğerleri:
Yukarıda bahsettiğim 5 film, benim için ulusal kısa film yarışmasının öne çıkan yapımları idi. Diğerlerinden de kısa kısa bahsetmek gerekirse, Yahudi bir ailenin, çocuklarını Bar Mitzva törenine götürme çabalarını anlatan Susam, özellikle tek plan olarak çekilmesi ile dikkat çekiyordu. Şabat günü kurallarına uyup uymama meselesi de güzel bir mizah yaratıyordu. Öğretmenlerinin tatil için, tüm sınıfa dağıttığı Binbir Gece Masalları kitaplarının peşine düşüp, hepsini okumak isteyen bir çocuğu anlatan Binbir Gece, çocuğun giderek büyüyen bu tutkusunu yansıtırken, bölgenin küçük bir portresini çizmeyi de başarıyordu.
Akıntı, boğazın kıyısında çalışan bir kadının çevresindeki insanlarından oluşan bir tablo karşımıza çıkartıyordu. Filmin en büyük artısı, İpek Türktan’ın oyunculuğu idi. Cengiz, ekonomik sorunlar ile boğuşan bir babanın giderek artan psikolojik sorunlarını anlatma açısından başarılıydı ama sanki tam zirve noktasından önce bitmiş bir film izlenimi veriyordu. Animasyon türünde olan Mozaik, farklı öyküleri yan yana getiren diyalogsuz bir yapımdı.
Oğlago, sanki daha uzun ve ilgi çekici olabilecek bir belgeselin ilk adımı gibiydi. Türkiye’de hiç ilgi görmeyen bir sporla ilgilenip, üstelik dört kez olimpiyatlara katılan Sabahattin Oğlago’nun hikayesinden enteresan bir film çıkabileceğini hissettim. Ancak yönetmen Efe Öztezdoğan, filmi çok derinleştirmeden anlatmayı tercih etmiş. Belki de buradan, ilerde uzun metraj belgeseller arasında görebileceğimiz bir film çıkar.
Seval, zihinsel engelli, bedenen gelişse de zihnen çocuk kalmış bir kadını anlatan bir belgeseldi. Dikkat çekici bir hikâye yakalayıp, hikayenin özenesi ve çevresi ile yapılan söyleşilerden oluşan, klasik yapıda bir belgesel olduğu söylenebilir. Seçkinin bence en zayıf filmi ise, kickboks dövüşçüsü genç bir kadının hikayesini anlatan, Cemile filmiydi. Karakterin çevresi ile kurduğu ilişkilerin inandırıcı olmaması bir yana, oyunculuk açısından da doğallığı yakalayamıyordu. Filmin önemli kırılma noktalarından biri olan maç sahnesi de iyi çekilmemişti ne yazık ki.
Hafta içinde ulusal kısa film yarışmasının galipleri belli olacak. Bakalım jüri ile beğenilerimiz uyuşacak mı?
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN