İSTANBUL FİLM FESTİVALİ-NİSAN SEÇKİSİ
İstanbul Film Festivali, geçen yılın ortalarından beri her ay çevrimiçi olarak, yeni bir film seçkisi ile karşımıza çıkmaya devam ediyor. Her ne kadar arada boş geçtikleri bir ay olmasa da Nisan 2021 itibari ile festivalin 40. yılını resmi olarak açtılar. Görünen o ki, bir süre daha böyle devam edecekler. Festival filmleri ile sinema salonlarında buluşmayı özledik ama her şey normalleştiğinde, şu anki gibi, haftada 4 film şeklinde olmasa da seçkinin vizyon şansı bulamayacak filmlerden oluşacak bir bölümünü, çevrimiçi olarak sunmaları güzel olur diyerek, Nisan seçkisindeki 20 filmden öne çıkanlar ile ilgili kısa notlarımızı verelim.
İstanbul Film Festivali, geçen yılın ortalarından beri her ay çevrimiçi olarak, yeni bir film seçkisi ile karşımıza çıkmaya devam ediyor. Her ne kadar arada boş geçtikleri bir ay olmasa da Nisan 2021 itibari ile festivalin 40. yılını resmi olarak açtılar. Görünen o ki, bir süre daha böyle devam edecekler. Festival filmleri ile sinema salonlarında buluşmayı özledik ama her şey normalleştiğinde, şu anki gibi, haftada 4 film şeklinde olmasa da seçkinin vizyon şansı bulamayacak filmlerden oluşacak bir bölümünü, çevrimiçi olarak sunmaları güzel olur diyerek, Nisan seçkisindeki 20 filmden öne çıkanlar ile ilgili kısa notlarımızı verelim.
Possessor:
Brandon Cronenberg’in yeni filmi geçen yıl epey övgü almıştı. Brandon, Babası David Cronenberg’in ustası olduğu tür ve temalarda gezinen bir filme imza atmış. Son zamanlarda bu türde gördüğüm heyecan verici filmlerden biri olduğunu söyleyebilirim.
Ana karakterimiz, farklı bedenlerin zihinlerine girerek, hedefine yaklaşan, işi bittikten sonra da o bedenin sahibini de intihar ettirerek kendi bedenine geri dönen bir suikastçı. Yeni işinde, kendi benliği ile ilişkisini yitirmesi ya da diğer kişinin benliği ile çatışmalar yaşaması gibi durumlar ortaya çıkınca, bir bedende iki ruh olarak özetlenebilecek bir hikâye izlemeye başlıyoruz.
Aslında Cronenberg soyadını taşıyıp babası ile benzer dertler barındıran bir film yapmak riskli. Karşılaştırma kaçınılmaz. Brandon Cronenberg belki alt metnini, babasının filmlerinde kadar güçlü kuramıyor ama yine de insan bedeninin ve ruhunun deformasyonalarını birlikte işlemek konusunda gayet becerikli. Bunu elbette makineler ile de bir şekilde birleştiriyor. Bir yandan, büyük şirketlerin verilerimizi en ince detaylarına kadar toplamasına da ucundan değinmekten kaçınmıyor.
Bunları yaparken tüm bir renk paleti ve kamera kullanımı ile etkileyici bir görsel atmosfer de sunuyor. Şiddet dozunun epeyce fazla olduğu uyarısını da yapayım. Rahatsız edici sahneler var gerçekten. Festivalde, salonda izlesek çıkanlar olurdu diye tahmin ediyorum. Ama bunlar, karakterin içinde bulunduğu ruh halini göstermek açısından gerekli sahneler. Bu arada, filmin iki versiyonu var. İKSV'nin gösterdiği neyse ki “uncut” versiyonuydu. Diğer versiyonda şiddet sahnelerinin yumuşatılması dışında, cinsellikle ilgili sahnelerde yer alan kritik bir plan da kesilmiş.
İki Aşığın Ölümü (The Killing of Two Lovers):
Amerikan bağımsız sinemasından gelen bu film, Nisan seçkisinin en iyi filmlerinden biriydi. Çok kısıtlı bir oyuncu kadrosu ve düşük bir bütçe ile çekildiği anlaşılan film, evliliklerinde sorunlar yaşayan, bir süre için ayrı yaşamaya karar veren bir çiftin hikayesi. Bu ayrılık sürecinde çiftler farklı kişilerle görüşme ihtimallerini de kabul ediyorlar ama daha filmin ilk planında, erkeğin yoğun bir kıskançlık yaşadığını da görüyoruz.
Yönetmen Robert Machoian, kimi zaman oyunculara yakın plan giren, kimi zaman olayları uzaktan izleyen ama her zaman sakin duran kamerası ile ekonomik ama yetkin bir yönetmenlik örneği sunmuş. Senaryo da kısa sayılabilecek süresine rağmen aşk ve kıskançlıktan tutun da muhtemel bir ayrılığın çocuklar üzerindeki etkisini de irdelemeyi bilmiş. Ayrıca filmin ses tasarımı da kadraj dışı sesleri kullanımı ve karakterlerin iç dünyasına girmemizi sağlaması açısından son derece başarılı.
Son Banyo (O Último Banho):
Rahibe olmak üzere çıktığı yolda son adımlarını atmak üzereyken, tek başına kalan yeğeninin sorumluluğunu almak zorunda kalan bir kadının hikayesini anlatan film, biri henüz ergenlik döneminde olan ve cinsel konularda merakı artmakta olan genç bir erkek ile belli bir yaşa gelmiş olmasına rağmen cinselliğini yaşayamamış ve bu konudaki arzularından dolayı suçluluk duyan iki karakteri bir araya getirerek, daha en baştan riskli sulara yelken açıyor.
Yönetmen David Bonneville, ensestten pedofiliye kadar farklı noktalara gidebilecek hikayesinde ve anlatım tarzında o çizgi hiç aşmayan ama sınırı da zorlayan dengeyi iyi tutturmuş. Anabela Moreira, kendi arzularını bile kabul etmeye çekinen karakterin içinde yaşadıklarını, giderek dışa vurduklarını çok iyi yansıtan bir oyunculuk sergiliyor. Gerçek yaşamında manken olduğunu öğrendiğimiz Martim Canavarro ise, çoğunlukla yakışıklı bir arzu nesnesi olarak arzı endam ediyor. Gerçekte de 16 yaşında olduğu için, İKSV’nin Mayıs programında hakkında bir belgesel de olan, Venedik’te Ölüm’ün arzu nesnesi, Björn Andrésen’i de hatırlattı biraz. Elbette onun kadar popüler olacağı bir rolde değil.
Filmi izlerken zaman zaman Buñuel filmleri aklıma geldi. O da din ve bastırılmış cinsellik konularında epey kafa yoran ve bunları filmlerine aktaran bir yönetmendi. David Bonneville’in en sevdiği yönetmenlerden biri ise şaşırmam.
Üst Kattakiler (Sentimental):
Festivalin antidepresan bölümünde gösterilen bu film, yönetmen Cesc Gay’in kendi tiyatro oyunundan uyarlama. Her ne kadar film, dış mekanlarda açılsa da neredeyse tümü, bir apartman dairesinde ve 4 kişi arasında geçiyor. Yine elimizde, evliliklerinde sorun yaşayan bir çiftimiz var. Bunlar sürekli olarak üst kattaki komşularının sevişirken çıkardıkları seslerden rahatsız oluyorlar ve onları polise şikâyet etmeyi bile düşünüyorlar. Günün birinde komşularını yemeğe davet ediyorlar ve olaylar gelişiyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, tiyatro uyarlaması olduğunu çok belli eden, çok fazla sinemasal dokunuşlar içermeyen bir film. Ancak, oyuncuların uyumu ve metnin oyunbazlığı filmi keyifle izlettiriyor. Bazısını tahmin ettiğiniz, bazısının gelişi görmediğiniz gelişmeler, başarılı bir yapıda kurulmuş. Antidepresan filmleri içinde en çok güldüğüm oldu. Uzun zamandır uzak kaldığımız tiyatro sahnelerinde de seyirciyi kahkahalara boğacak bir oyun olabileceğini hissettim. Hatta muhtemelen, doğru oyuncular ile, filminden de iyi olur. Buradan normalleşme dönemi için yeni oyun arayan tiyatrolara naçizane bir tavsiye olsun.
Düşüş (Falling):
Viggo Mortensen, bu ilk yönetmenlik denemesinde, bir baba-oğul hikayesi anlatıyor. Gençliğinden beri hem ilk karısına, hem ikinci karısına, hem de çocuklarına eziyet çektirmiş, şimdi torunlarına da demediğini bırakmayan, geri kafalı ve aşırı homofobik bir baba ve onun eşcinsel oğlunun hikayesi. Çok iyi eleştiriler almamıştı ama belli bir düzeyin üzerinde bulduğumu söyleyebilirim kendi adıma. Aralarında büyük sorunlar olsa da hayatının son dönemlerinde, kendisini babası ile ilgilenmek zorunda hisseden çocuğun bulunduğu durum gerçekten etkileyici. Ayrıca babanın giderek kendisine ihanet eden hafızası da filmin flashback’lere dayalı parçalı anlatım biçimi ile uyumlu olarak ilerliyor.
Lance Henriksen, aksi ihtiyar olarak çok başarılı. Bu tip filmlerde benzer karakterler çoğunlukla, aksi ama kalbi melek gibi şeklinde çizilir. Burada hiç öyle değil. Gerçekten aksi, gerçekten homofobik ve hayatının sonuna yaklaşırken de değişmeyen bir karakter o. Belki bu gerçeğe daha uygundur. Senaryoyu yazarken, filme kendi çocukluğundan da anılar yerleştiren Viggo Mortensen için belli ki kişisel bir proje olmuş.
Diğerleri:
Yıllar önce izlediğim Sarayın Sessizliği (Les Silences du Palais), o günkü etkiyi vermese de ayın iyi filmlerinden olarak öne çıktı. Keşke İKSV daha iyi bir kopyasını bulup, onu gösterseydi. Luzzu, ekonomik zorluklarla boğuşan bir balıkçının, etik olarak tartışmalı kararlar vermesini konu alan başarılı bir yapımdı. Asla Ağlamam (Jak Najdalej Stad) basit bir hikayesi olsa da etkili bir büyüme hikayesiydi.
Kocasının ikinci bir ailesi olduğunu, onun ölümünden sonra öğrenen bir kadının, diğer kadınla yüzleşmesini anlatan Aşktan Sonra (After Love), özellikle başrol oyuncusu ile değer kazanıyordu. Tufan Olmayacak (Tvano Nebus) ise, kimi çok başarılı sinemasal anlarına rağmen toplamda çok iyi bir noktaya ulaşmıyordu.
Festivalin komedi filmleri içinde Arkadaşlar Arasında (Le Bonheur des uns…), aralarından biri ünlü olunca ilişkileri değişen bir arkadaş grubunu anlatan, keyifli ama iz bırakmayan bir filmdi. Çeşitli yönlerden Rüzgârda Salınan Nilüfer filmini de hatırlattı. Kimin eli, kimin cebinde belli değil denebilecek Gönül İşleri (Les choses qu’on dit, les choses qu’on fait), tipik bir Fransız ilişki komedisi idi. Daha önce Sundance’de izlediğim Susmayan Köpek (El Perro que no calla) ise orta karar bir kara komediydi.
Ayın belgesellerinden en etkilisi, Fransa’daki polis şiddetini konu alan, Şiddet Tekeli (Un pays qui se tient sage) idi. Filmi izlerken, ister istemez ülkemizdeki kimi görüntüler de akla geliyordu. Pazar Günleri (Sundays), yönetmenin kendi babasının hikayesinden yola çıkan ama bu kişisel hikâyeyi fazla genişletemeyen bir yapımdı. Aalto, ünlü mimar Alvar Aalto’nun yaşamı üzerine, klasik bir belgeseldi. Oscar adayı Köstebek Ajan (El Agente Topo) ise yaşlıları ele alırken epey üzücü noktalara da gidebiliyordu.
Ayın benim için hayal kırıklıkları ise, etkili kimi anlarına rağmen, filmin dayandığı kilit olaya hiçbir şekilde ikna edemeyen 180 Derece Kuralı (Khate Farzi), gerçek bir olaydan alınsa da her anında ile komünizm düşmanlığı yapan Sevgili Yoldaşlar (Dorogie Tovarishchi!) ve tüm filmi selfie şeklinde çekmek gibi çok güzel bir fikir buldum diyen yönetmenin, kısa film olabilecek bu fikrini uzun metraja taşımasını izlediğimiz Aynalar (Spoguli) idi.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN