İSTANBUL FİLM FESTİVALİ - BELGESEL YARIŞMASI
Bu yıl, İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması, geçtiğimiz yıllara göre daha çok dikkat çekti. Bunda seçkinin çok iyi olmasının yanında, bu yılki koşulların da etkisi ile filmlerin ayrı bir zamanda gösterilmesi, diğer filmlerle çakışmamasının da etkisi vardı bana göre. Çünkü genellikle, İstanbul Film Festivali’nde, hatta diğer büyük festivallerde de, gösterilen onlarca film içinde belgesel filmler biraz üvey evlat muamelesi görürler ve çok özel bir konu işlemiyorsa, belgesel meraklıları dışında çok fazla kişi izlemez. Bu seneki koşullar, bu durumu değiştirdi. Önümüzdeki yıllarda, belgesel yarışmasının gösterimlerinin farklı bir tarihe alınması, ya da fiziki festival gösterimlerinden bir süre sonra online gösterimlerinin yapılması da üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olabilir.
Gelelim filmlere. Gerçekten de bu yıl, belgeselin çok farklı türlerinde gezinen, farklı konuları ele alan, iyi filmler izledik. Diğer festivallerde de yer alan, bir süredir adlarını duyduğumuz, Mimaroğlu, Maddenin Halleri ve Ah Gözel İstanbul, bence de yarışmanın en iyi filmleriydi. Yarışma filmlerinin hepsine kısa kısa bakalım:
Mimaroğlu:
Elektronik müzik hayranları dışında çok fazla kişinin tanımadığı ama alanında çok önemli bir figür olan İlhan Mimaroğlu’nun ve eşi Güngör Mimaroğlu’nun hayat hikayesini anlatan film, bildik bir biyografi belgeselinden çok farklıydı. Evet, seyirciye Mimaroğlu’nu, onun yaptıklarını ve yapamadıklarını, mutluluklarını ve hayal kırıklıklarını anlatıyordu ama bunları neredeyse tümüyle Mimaroğlu’nun kendi arşiv görüntüleri üzerinden yapıyordu. Serdar Kökçeoğlu, filmindeki görüntüler ile Mimaroğlu’nun müziğini öyle bir şekilde birleştiriyordu ki, o müziğin sinemasal karşılığını buluyordu adeta. Özellikle buluntu görüntülerin nasıl kullanılabileceği konusunda çok başarılı bir örnekti.
Maddenin Halleri:
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin koridorlarında, adeta bir hayalet gibi dolaşan kamerasıyla, Maddenin Halleri, hepimizin bir numaralı önceliğinin sağlık olduğu bu günlerde ayrı bir anlam kazanıyordu ama ondan bağımsız olarak da son derece başarılı bir filmdi. Kamera kendini unutturmuyor ama sağlık çalışanlarına da asla müdahale etmeden sessizce dolaşıyordu. 1-2 sahne dışında hastane personeli kamerayı görmüyordu adeta. Yine de kameranın orada olduğunu bilen doktorlar, zaman zaman normalden farklı davranıyorlar mıydı? Bazı yerlerde bunu hissetsek de bu konu belgesel sinemada hep tartışılan ve bu yazının sınırlarını aşacak bir boyut. Yine de hastanenin doğallığını yakalamış diyebiliriz. Yönetmen Deniz Tortum’un bu doğallığı yakalamasında ve bazı sahneleri çekmek için izin alabilmesinde, babasının o hastanede doktor olmasının da etkisi var muhakkak. Bir tek sonlara yakın imam bölümünü sevmediğimi, daha doğrusu, filmin dokusuna uygun bulmadığımı söyleyebilirim. Filmde, o sahne dışında, doğrudan kameraya konuşan kimse yoktu çünkü.
Ah Gözel İstanbul:
Zeynep Dadak’ın Ah Gözel İstanbul’unda, bu kez İstanbul’un içinde hayalet gibi gezen bir kamera ile tanıştık. Filmde, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın, 300 yıllık bir eserinden yola çıkılıyor ve kamera onu kılavuz alarak, İstanbul’da bir yolcuğa çıkıyor. Bu yolculukta ses bandı ile görüntüler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar, kentin değişen ve değişmeyen unsurları üzerinden bir anlam kurarken Dadak bu değişimi, bağırmadan vurgulamayı da başarıyor. Finale doğru, anlatıcı sesinde yaptığı bir değişiklik de filme bakışımızı farklı bir noktaya getiriyor. Filmin görüntü yönetmeninin Florent Herry gibi önemli bir isim olduğunun hissedildiğini de vurgulayalım.
Atık Sözlüğü:
İstanbul’a dair bir diğer belgesel de Atık Sözlüğü idi. İstanbul’un çöplerinin, geri dönüşümün, ikinci elcilerin konu edildiği bu belgesel, Artık İşler Kolektifi’nin bir ürünüydü. Artık İşler Kolektifi, ülkede olan farklı olayları belgeleyip, bundan farklı bütünlükte eserler çıkaran bir yapı. Bu film de aslında birbiriyle doğrudan ilgilisi olmayan, hatta çok farklı zamanlarda çekilmiş bazı görülerin ortak paydada birleştiren bir yapım olmuş. Yine İstanbul’un değişimi ve yanlarından geçerken bir görmediğimiz insanlar üzerine, başarılı bir belgeseldi.
Asfaltın Altında Dereler Var:
Kentlerin değişimi ile ilgili bir diğer belgesel de Ankara’dan geldi. Asfaltın Altında Dereler Var, Ankara’nın belli bir yaşın altındaki sakinlerinin bilmediği bir konuyu, başkentin bir zamanlar dereler ile çevrelenmiş bir şehir olduğunu anlatıyordu. Zamanla bu dereler, asfaltların altında kalmış ve lağım suları ile birleşmiş ve bu plansızlık, şehrin şu an yaşadığı sorunların bir kısmına da yol açmış. Yasin Semiz’in filmi, daha klasik yapıda bir belgeseldi ama hedeflediği de buydu zaten. Şehir plansız gelişimine dikkat çekmek ve uzmanların bu konudaki görüşlerine de yer vererek bu konuda bir farkındalık yaratmak. Amaçladığı noktaya da ulaşıyordu.
Kuyudaki Taş:
Kuyudaki Taş, daha önce de farklı festivallerde karşımıza çıkmış, hatta Adana’da ana yarışmada yer almış bir belgeseldi. “Deli” olarak tanımladığımız insanları konu eden bu film, onların kendi içlerindeki mantık dünyasını karşımıza getirirken, biz “normal” insanlarla, onlar arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu da gösteriyordu. Anlattıkları şeyler kimi zaman güldürse de belgeselin onları bir mizah unsuru olarak kullanmaması da takdir edilmesi gereken bir konuydu. Biraz fazla uzadığı ve bazı tanınmış oyuncuların kullanılmasının filmin akışını bozduğu yönündeki itirazım devam ediyor ama başarılı bir yapımdı.
Kadınlar Ülkesi:
Şirin Bahar Demirel’in Kadınlar Ülkesi ise kentsizlik ve bir yere ait olamama üzerine bir belgeseldi. Yönetmenin kendisini de doğrudan filmin içine kattığı bu yapım, Amerika’da yaşayan bir Türk’ün yine orada yaşayan Suriyeliler hakkında çektiği bir belgeseldi. İki durum arasında ortaklık kuran Demirel, yuva nedir kavramını da sorguluyordu. Suriyeli kadınların konuştuklarını eksik ya da yanlı çeviren erkekler gibi detaylar ve sürekli gülümsemesi ile dikkat çeken bir kadının, vatanını anımsatan bir yerde gözyaşlarını tutamaması gibi yakalanmış anlar, filmin güçlü noktalarıydı.
Miss Holokost Survivor:
Eytan İpeker’in Miss Holokost Survivor’u ise bambaşka coğrafyadan gelen bir filmdi. Yönetmen, İsrail’de 10 yıldır düzenlenen bir güzellik yarışmasını konu ediyordu. Ama bu güzellik yarışması, 70-80, hatta daha büyük yaşlardaki kadınlar arasında düzenlenen bir yarışmaydı. Bu kadınların ortak noktası ise, soykırımdan kurtulmuş olmalarıydı. Yarışmanın kendisi zaten ilginçken, bu yarışmanın sağcı politikaları destekleyen bir şova dönüşmüş olması durumu daha da ilginç kılıyordu. Eytan İpeker de bu iki olayın ilginçliğinin seyirciyi de yakalayacağını düşünmüş ve araya pek bir yorum katmadan karşımıza getirmiş. Film bittiğinde seyirci olarak daha fazlasını görmek istediğimi düşündüğümü söylemeliyim. İpeker için bir not düşelim. Kendisi, Mimaroğlu ve Ah Gözel İstanbul filmlerinin de kurgucusuydu. Özellikle Mimaroğlu’nun en güçlü unsurlarından birinin kurgu olduğunu düşünürsek, bu yılki yarışmanın en önemli isimlerinden biriymiş aslında.
Tenere:
Online gösterim seçkisinde yer almadığı için adından çok söz edilmeyen Tenere’yi biz Ankara’da izleme fırsatı bulmuştuk. Hasan Söylemez’in Afrika’da geçen bir mülteci hikayesini takip ettiği film, denizi geçmeye çalışan mülteciler yerine çölü geçmeye çalışan mültecileri karşımıza getiriyordu. Söylemez’in başından sonuna kadar takip ettiği bu yolculuk bizleri farklı bir coğrafyadaki mültecilerin de bizim sıklıkla duyduğumuz hikayelerin benzerlerini yaşadığını bizlere gösteriyordu.
Muhammed Ali:
Muhammed Ali, farklı yönlerden ilgi çekici bir karakterin peşine takılıp hikayesini anlatan belgesel türüne bir örnekti. Filme adını veren Muhammed Ali, engelli bir genç. Sağır, dilsiz ve yürüyemiyor. Bu gencin yüzme sporuna başlaması ve anneannesi ve koçlarının da yardımı ile madalyalar kazanması gerçekten anlatılmaya değer bir hikâye. Fakat filmin başından itibaren, izlerken bir yapaylık, olmamışlık hissettim. Gerçek karakterlerin büyük kısmının kameraya oynadığı hissinden kurtulamadım. Sonradan araştırdığımda yönetmenlerin, Muhammed Ali ile bir gazete haberi ile tanıştıklarını söylediklerini gördüm. O gazete haberinde de Ali’nin 5 madalya kazanmış olduğu yazıyor (doğru haberi bulmuşsam). Halbuki filmde, Ali’nin yüzmeye ilk başlamasını ve ilk madalyasını kazanmasını izliyoruz. Bu durumda filme, kişilerin kendilerini oynadıkları bir kurmaca demek daha doğru geldi. Belgesel kategorisine alsak bile doğallığı yakalayamadığını söylemek durumundayım.
Göbeklitepe Sakinleri:
Göbeklitepe Sakinleri ise, bölgenin önemli bir arkeolojik yer olduğu ortaya çıkmadan önce nasıl bir algısı olduğunun, ilk kazı çalışmaları sırasında yöre halkının neler düşündüğünün izini süren bir yapımdı. Bunu da o dönemleri yaşamış kişilerle yapılan söyleşiler ile yapıyordu. Konuya ilgi duyanların ilgisini çekebilir ancak diğer filmlerin yanında zayıf kalıyordu.
Ankara’dan etkinlikler:
Bu hafta Ankara’da, benim ulaşabildiğim, yeni bir sinema etkinliği yok. Ancak, 5-8 Kasım arasında Büyülü Fener’de Polonya Filmleri Festivali olacağını önden duyurmuş olalım.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN