İNSAN HAKLARI FİLM GÜNLERİ VE VİZYONDA BEKLEYENLER
Uzunca bir süredir, bu köşede çeşitli festivallere yer veriyoruz. Vizyon filmlerini biraz ihmal ettik. Bu hafta da planım, İnsan Hakları Film Günleri ile ilgili yazı hazırlamaktı ama haftanın yoğunluğu, oradan istediğim kadar film izlememe müsaade etmedi. O zaman bazılarının üzerinden biraz vakit geçmiş olsa da önce geçtiğimiz haftalardan kalan vizyon filmlerine bir göz atalım, sonra da İnsan Hakları Film Günleri’nde izlediğim birkaç filme kısaca bakalım.
Black Panther: Wakanda Forever:
İlk Black Panther, Marvel filmleri arasında farklı bir yerde duruyordu. Farklı bir kültürü ve farklı motivasyonları olan karakterleri tanıtıyordu. Bu da kısmen öyle. Ama ilk film kadar iyi olduğunu söylemek zor. Chadwick Boseman'ın ölümünü filme yansıtmak ve onun anısına saygı sunmak, filmin iyi becerdiği yerlerden biri. Ryan Coogler, duygu sömürüsüne girmemiş ama onun kaybının yarattığı hissi de filmin tümüne yaymayı başarmış.
Filmin bir kısmı, neredeyse Namor karakterinin ilk filmi olabilecek kadar, onunla ilgili (Marvel, telif hakları nedeniyle solo bir Namor filmi yapamıyormuş). Onu canlandıran Tenoch Huerta, iyi bir seçim olmuş. Karakterin geçmişini Atlantis'ten Aztek'lere döndürmeleri de Wakanda ile benzerlik kurulması açısından iyi olmuş ve daha dramatik bir hikâye. Fakat Namor'un ülkesi Talokan, filmin bize inandırmaya çalıştığı kadar görkemli gözükmüyor. İlk filmde Wakanda'yı gördüğümüzde, vay be demiştik. Bunda, o his olmadı. Görkemli denizaltı sahneleri için, Avatar'ı beklememiz gerekiyor sanırım.
Filmin aksiyon kısmının temelini oluşturan, Wakanda ve Talokan arasındaki gerginlikse, iyi kurulmamıştı bence. Benzer geçmişleri paylaşan iki topluluk olarak, birleşip dış dünyaya karşı bir güç oluşturmaları daha anlamlı olurdu sanki. Sonraki filmde, öyle olması da muhtemel.
Dış dünya deyince, Wakanda ve Talokan dışında kalan dünyada yaşananlar ve karakterler, filmin en zayıf tarafıydı. Marvel dizilerini takip edenler, oralarla bağlantı kurulduğunu söylüyorlar ama bu kısımlar, çok zorlamaydı bence. Mid-credits sahnesi, Marvel filmleri arasında zayıflarından biriydi bence. Zaten öğrendiğimiz bir bilgiyi tekrarlamış oldu. Bir de filmden önce yeni Black Panther, sürpriz olacak gibi bir söylem vardı. Neticede, en beklendik kişi oldu.
Barış Akarsu - Merhaba:
Baştan şunu söyleyeyim. Filmi, Barış Akarsu hayranı olmayan, yarışma dönemi ve sonrasında, karşıma çıktığı zaman şarkılarını dinlemekten fazlasını yapmayan bir seyirci olarak değerlendireceğim. Böyle bakınca, ortalama bir biyografi örneği.
Bir Mustafa Uslu yapımı değil belki ama onun yaptığı biyografi filmlerinin yapısına çok benzer bir yapı kurulmuş. Önce çocukluk, hatta doğum. Bu dönemden dramatik bazı anlar. Sonra yetişkinlik dönemi, hayatla mücadele, yükseliş ve trajik son.
Olumlu bir nokta olarak trafik kazası ve sonraki süreci çok uzatmayıp, duygu sömürüsü yapmadığı söylenebilir. Akarsu'nun hayatı da büyük trajediler barındırmadığı için, filmin geneli de benzerlerine göre daha eğlenceli, keyifli geçiyor. Aslında bu da olumlu. Pek dizi izlemediğim için, hiç tanımadığım İsmail Ege Şaşmaz da başarılı denebilir. Dediğim gibi, Akarsu'yu ne kadar doğru yansıtmış, o konuda yorum yapamam ama çok klişe olsa da tipik bir rock-star olmayı başarmış. Şarkıları da kendi seslendirmiş, anladığım kadarıyla.
Fakat yükseliş hikayesi o kadar bildik ki. Bir gün bir barda şarkı söyledim ve hayatım değişti, yarışmaya bir abim benim yerime başvurmuş, seçmelere de son saniyede yetiştim zaten. Dediğim gibi, doğruluğunu bilmiyorum ama ben göz devirdim buralarda. Şarkılarda da çoğunlukla coverlara yer verilmiş. Cem Karaca, Bulutsuzluk Özlemi vs. Akarsu'nun kariyerinin ilk dönemi böyle geçmiş olabilir ama onun adını taşıyan bir filmde, onun daha fazla şarkısını duymak isterdim.
Akarsu ve sevgilisi Zeynep arasındaki ilişki de filmin sorunlu taraflarından biri. Aşklarına ikna olamadığım gibi ayrılık dönemlerine de ikna olamadım. Zeynep'in kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız bir kadın olarak çizilmek istendiği belli ama ayrılık nedeni havada kalmış. Daha da kötüsü, Akarsu'nun ailenizin rock-star'ı havasına zarar gelmemesi için herhalde, Zeynep ile aylarca beraber yaşadıkları halde, bir kere bile öpüştüklerini-seviştiklerini görmememiz. Zorunda mıyız? Hayır ama bu da, akşamları oturup Netflix izliyoruz tarzı bir ilişki olmuş.
Ayrıca (burası kişisel bir beğeni tabii ki de), ben filmdeki Barış olsam, en baştan Şafak Pakdemir'in canladırdığı Nalan karakterinin karizmasına kapılır, ondan da çıkamazdım.
Bones and All (Kemikler ve Her Şey):
Luca Guadagnino, bazı arkadaşlar kadar ayılıp bayıldığım bir yönetmen değil ama severim genelde. Bu da sevdiğim filmlerinden biri oldu. Aslında hikâyeye dair çok da şey bilmeden izlemeyi başardığım için, olumlu anlamda şaşırtıcı da oldu. Toplumdan dışlanmış, kanundan kaçmakta olan iki genç aşık hakkında bir yol filmi olduğunu biliyordum ama toplumdan dışlanma nedenleri, şaşırtıcı oldu. Guadagnino ve Chalamet'nin önceki ortaklığını sevip de bu filme gidenler için, bayağı şok edici olmuştur herhalde.
Suçlu aşıklar alt türüne giren Bonnie & Clyde ya da Badlands gibi filmleri hatırlatsa da başka türlerle de flört ediyor. Biri çok bariz spoiler olur ama iki karakteri, engel olamadıkları özellikleri yüzünden, istemeden çevrelerine zarar veren karakterler olarak görürsek, üstelik bir de dünyada yalnız olmadıklarını öğrendiklerini düşünürsek, onlara mutant der, filmi de alternatif bir X-Men hikayesi gibi okuyabilirim. Biraz zorlama mı oldu? Belki. Ama günün birinde Kevin Feige çıldırsa ve Marvel evreninde böyle filmlere izin verse, güzel olmaz mı?
Guadagnino, aslında suçlu aşıklar alt türünde çoğunlukla yapıldığı gibi, normalde yollarımızın kesişmesini pek istemeyeceğimiz iki karaktere bizi yakınlaştırıp, onların dertlerine ortak olmamızı, aşklarına ikna olmamızı sağlıyor. Üstelik bunu epey kanlı bir hikâye içinde yapıyor. Kurduğu atmosferi başarılı buldum. Çok altını çizmeden yaptığı dönem ve Amerika tasvirini de sevdim.
Başrollerde Taylor Russell ve Timothée Chalamet gayet iyiler. Özellikle Russell. Ama yüzünü çok çabuk eskiten Chalamet de bildik tarzından biraz uzaklaşmış. İyi de olmuş. Ama filmin esas yıldızı, kısacık rolünde harikalar yaratan, Mark Rylance. Filme damgasını vuran, sonrasında akıllardan çıkmayacak bir performans çıkarmış.
Film vizyondan neredeyse kalktı ama ben yine de önereyim. Ama izleyeceğiniz aşk hikayesinin, epey kanlı olduğunu unutmayın.
National Theatre Live: Prima Facie:
Aslında bu bir vizyon filmi değil. Film de değil. Bir tiyatronun canlı oynanırken kaydedilmiş hali. İngiltere’deki National Theatre’nin bu uygulamasını, geçtiğimiz yıllarda farklı şekillerde izlemiştik. Daha önce Devlet Tiyatroları sahnelerinde gösteriliyordu, Ankara’da uzunca bir süre Cermodern’de izledik, bu sene de Başka Sinema almış. Gözlemlediğim kadarıyla, epeyce de ilgi gördü. Her ay bir oyun gösterecekler.
Prima Facie, gerçekten çok iyi bir oyundu. Kanlı canlı, karşımızda izlesek, hala kendimize gelememiştik muhtemelen. Metin zaten iyi ama Jodie Comer almış, arşa çıkarmış.
Kariyerinde çoğunlukla cinsel saldırı ile suçlanan erkeklerin avukatlığını üstlenen ve genelde bu davaları kazanan, kadın bir avukatın, benzer bir durum kendi başına gelince yaşadıklarını anlatan bir oyun. Temel hatlarıyla, hikâyede neler olacağını tahmin ediyorsunuz aslında. Ama bunu o kadar etkili bir şekilde suratımıza çarpıyor ki, sarsılmamak mümkün değil. Hele başlarda, Hukuk Fakültesi'ne girerken hocasının söylediği bir cümleyi, finalde bağladığı yer tüylerimi diken diken etti. Oyunun pek çok sahnesinde, oturduğum yerde, boğazım düğümlendi, yumruklarımı sıktım Ben bir erkek olarak bu kadar etkilendiysem, kadınları düşünemiyorum.
IMDB'ye göre, bu Jodie Comer'ın ilk tiyatro oyunuymuş ve daha önce bir tiyatro eğitimi de almamış. Doğruysa, gerçekten inanılmaz. Çok light bir yerden başlayıp, duygu yoğunluğunu giderek arttıran, şahane bir performans sunuyor.
Geçen senelerde, National Theatre Live'ın kayıtlarını izlediğimizde, ölmeden oralarda canlı canlı bir oyun izlemeliyim diye yazmıştım. Maddi olarak iyice güçleşti ama halen "bucket list"imde olan bir madde. Umarım günün birinde yapabilirim.
Başka Sinema’nın Youtube kanalına konan, Kadıköy Sineması'ndaki gösterimden sonra yapılan söyleşi kaydı vesilesiyle, oyunun Türkiye'de de Olcay Yusufoğlu tarafından oynandığını öğrendim. Aklımızda olsun, karşımıza çıkarsa kaçırmayalım.
İnsan Hakları Film Günleri:
Bu etkinlikte izleyebildiğim üç filme, fikir vermek amaçlı, çok kısa değineceğim:
Charlotte:
İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşamış olan Yahudi bir ressamın hayat hikayesini anlatan çok başarılı bir animasyon. Hikâye içinize oturuyor. Filmin animasyon olması da sanatçının eserleri ile çok uyumlu. Seslendirme kadrosu da çok iyi ayrıca: Keira Knightley, Brenda Blethyn, Jim Broadbent vs.
A Colourful Dream (Renkli Bir Rüya):
Bu da başarılı bir Çek animasyonu. Tamamen kurmaca bir ülkede geçen olayları anlatıyor. Şöyle bir ülke: Tamamen demokratik bir şekilde(!) yönetiliyor ve her şeye, ben-kendim ve şahsımdan oluşan bir meclisle karar veren bir başkanı var! Bu şehre bir sanatçı topluluğu gelir ve gösterileri sırasında yanlışlıkla (gerçekten yanlışlıkla), başkanın fotoğrafının olduğu bir afişi yırtarlar ve olaylar gelişir.
Behind the Headlines (Manşetlerin Ardında):
Bir grup araştırmacı gazetecinin, Avusturya hükümetinin istifasına yol açan haberleri yapma sürecini anlatan bir belgesel. Belgeselde, geçen hafta Gezici Festival yazısında bahsettiğim belgeseldeki öldürülen gazetecinin de adı geçiyor. O olaydan sonra da Slovakya hükümeti istifa etmişti. Demek ki, bazı ülkelerde, gazetecilerin ortaya çıkardığı olaylar, hükümetleri devirebiliyor. İlginç.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN