İKİ FESTİVAL ARASINDA
Güz festivalleri birer birer başlarken, sinemalar seyirci açısından halen umduğunu bulabilmiş değil. Önümüzdeki haftalarda, seyirci çekebilecek birkaç yerli film geliyor. Onların iyi seyirci çekeceğini umalım diyerek Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal arasında, vizyonda neler izledik, bir bakalım:
Bana Karanlığını Anlat:
Adana'da yarışmada yer alan ama programıma alamadığım bir filmle başlayayım. Festivalin hemen arkasından vizyona girince yakaladım. Çevreden epey kötü yorumlar duyunca, beklentimi dibe çekmiştim ama, yoooo hiç de fena film değilmiş. Neredeyse tümüyle bir gasilhanede geçen film, boşanmak üzere olduğu kocasının zamansız ölümü sonrasında, onunla ölümü sonrası hesaplaşmaya girişen Nermin ve kocasının akrabaları ile ilişkileri üzerinden gelişiyor. Bir defa, çıkış noktası gayet iyi.
Filmin, fazlaca tiyatro havası verdiği söyleniyordu. Doğru ama bu havayı bozmak için çaba gösterildiği de ortada. Dinamik bir kurgu, genel ve yakın planların tezatlığı, belli bir sinema duygusu veriyor. Hikâye akışı da gayet iyi. Hikâye tıkanır gibi olduğunda, yeni bir karakter ile hareket katmayı başarıyor. Kadın oyuncu ödülünü paylaşan Aslıhan Gürbüz de gerçekten başarılı. Zaten 1-2 istisna dışında, genel olarak oyuncuları da beğendim.
Filmin sıkıntıları yok mu? Var.
Öncelikle, bu tarz belli toplumsal sorunları ele alan filmlerde zaman zaman karşılaşılan sıkıntı burada da var. Derdinin altını fazlaca kalın çizip, mesaj verme kaygısına düşüyor. Bu da filmin doğallığını azaltıyor. Filmin ortasında yer alan, aslında filmin en önemli anlarından biri olarak kurulan, Nermin'in kocasının cesedi ile yalnız kaldığı sahne de bunlardan biri mesela. Buradaki monolog, daha doğal olabilirdi.
Bir diğer sorun da filmin mizah dozu. Ölüm gibi sert bir konuyu mizahla dengelemek istediğini anlıyorum. Doğru da bir tercih aslında. Ama bazı durumlardaki mizah, o dengeyi bozuyor ve yine gerçekliği zedeliyor.
Ama sorunlarına rağmen, festivaldeki en iyi filmler arasına olmasa da, onların hemen arkasına alabilirim.
Three Thousand Years of Longing (Üç Bin Yıllık Bekleyiş):
George Miller, Muhteşem Yüzyıl çekmiş. Yani kısmen.
Ya da: George Miller, cin filmi çekmiş. Neyse, en azından bizim cin filmleriyle, uzaktan yakından alakası yok.
Filmi sevdim mi? O da, kısmen.
Tümüyle hikayeler ve hikâye anlatımı üzerine bir film. Tilda Swinton'ın karakteri Alithea bize, Idris Elba'nın cini de Alithea'ya hikayeler anlatıyor. Böyle olunca da çok fazla dış ses kullanımı olmuş. Aslında çok sevdiğim bir yöntem değil ama burada işliyor. Muhteşem Yüzyıl kısımları(!) gayet iyi bence. Acilen George Miller'a bir Osmanlı dizisi çektirilsin. Belli ki döneme bir ilgisi var. Yalnız bizim "Osmanlının torunlarıyız" tayfasını pek memnun etmeyecek şeyler olmasını göze alınız. Burada epeyce var çünkü.
Amerika'da gişede çakılmış olması çok şaşırtıcı değil. Hürrem, Kösem, 4. Murad, Deli İbrahim gibi karakterlerin, bizde bir karşılığı var. Karakteri görünce, arkadaki hikayesini kafamızda kurabiliyoruz. Onlar için, karakterler çok boşlukta kalmış olmalı. Keşke film daha başarılı olsaydı da filmdeki bizim oyunculara bir yurtdışı kapısı aralasaydı. Özellikle Ece Yüksel'e. Bizim oyunculardan, en parlayan o olmuş.
Cinin anlattığı hikayelerde renkli, cıvıl cıvıl bir atmosfer kurulmuş. Günümüz Londrası ise soğuk, kasvetli, sıkıcı. Bu tezatın bilinçli kurulduğunu anlıyorum tabii ama Londra'da geçen final bloğunu izlemek de sıkıcı, ne yazık ki. Evet, günümüz dünyasına dair bir mesaj veriyor ama o da yeterince güçlü değil. Yine de yabancı bir yönetmenin gözünden İstanbul ve Osmanlı tarihi görmek güzeldi. Üstelik buralarda çekilmediği halde, Miller günümüz Türkiye'sini ilk akla gelen kodlar üzerinden kurmamış.
Miller denince ilk akla gelecek filmlerden biri olmayacağı kesin ama belli ki, yine kendisinden beklenen filmi değil, istediği filmi yapmış üstad. Bu yönüyle takdir ediyorum. Dediğim gibi, bizim için bonus puanları da var. O zaman izlenir.
Ticket to Paradise (Cennete Bilet):
Bali belediyesinin tanıtım filmine hoş geldiniz. Aşkı mı arıyorsunuz, sönen hatta düşmanlığa dönüşen aşkınızı mı tazelemek istiyorsunuz? Bali'ye gelin, mutlu olun. (Gerçi film Avustralya'da çekilmiş ama olsun. O da reklamın bir parçası sayılır).
Filmin başrolünde Bali görünümlü Avustralya var gerçekten (ya da tersi). Harika doğa görüntüleri, bu film nerede çekildiyse, oraya gidelim dedirtiyor. Clooney-Roberts ikilisi de karizmaları ve uyumları ile filmi sürüklüyorlar. Farklı oyuncularla, film tepe üstü çakılabilirdi. Yine de çok iyi bir film değil tabii ki. Fragmanı bir kere izlediyseniz, tüm filmi kafanızda kurabilirsiniz ve hemen hemen hiçbir yerde şaşırmazsınız. Hatta fragmanı izlemiş olmanıza bile gerek yok. İlk 5 dakika, her şeyi anlamak için yeterli.
Clooney-Roberts sevenlere diyorum. O da bizim kuşak herhalde. Ha, bu arada. Anne-baba haklı maalesef. O evlilik yürümez gençler.
Don't Worry Darling (Dert Etme Sevgilim):
Venedik'te gösterildiğinde, çok kötü eleştiriler almıştı ama biraz acımasız davranılmış bence. Sette ve sonrasında neler olduğunu çok takip etmedim, umurumda da değil zaten ama film beni yakalamayı başardı. Final bloğuna kadar en azından. Daha önce benzerlerini görmüş olsak da, kurulan Stepford Wives tarzı dünyayı, gizem duygusunu ayakta tutmasını, bu kısımlardaki yönetmenlik tercihlerini ve Florence Pugh ve Chris Pine'ın oyunculuklarını sevdim. Asıl sorun gizemin çözülmeye başladığı final bloğunda bence. Gizemin ne olduğuna da ikna olmuş olayım ama karakterin bunun üstesinden nasıl geldiği çok belirsiz ve olayı çözmekten çok, yeni sorular uyandırıyor. Final o kadar apar topar bağlanmış ki bu soruların hiçbiri de çözülmüyor. Bazı karakterlerin yaptığı hareketlerin nedenini hiç anlamıyorsunuz örneğin. Elbette bir filmin her gizemi çözmesine gerek olmayabilir ama burada sanki bir devam filmi gelecekmiş gibi davranılmış. Belki de gerçekten öyle bir niyet vardı ama şu noktada, imkânsız sanırım.
Final iyi bağlanmış olsa, senenin iyi filmleri arasına alabilirdim. Son 20-25 dakikasında notum düştü ama yine de izlemeye değer bir film diyorum.
Moonage Daydream:
İşte bu yılın en iyileri arasına çekinmeden alabileceğim bir belgesel. Biraz olsun Bowie seviyorsanız, mutlaka izleyin. Mümkünse iyi bir perde ve ses düzeni ile izleyin. Klasik bir belgeselden ziyade, bizi Bowie'nin sanatının içine alan bir yapım, bir deneyim. Elbette bir konu akışı var ama, bir dış sesin sanatçının hayatını anlattığı, ailesi ve arkadaşları ile söyleşilerle örülmüş bir belgesel değil. Bowie'nin arşiv görüntüleri ile birlikte, bambaşka kaynaklardan, bambaşka görüntüleri de harmanlayarak bir sonuca ulaşıyor. Çok klasik bir tabir olacak ama bir kurgu harikası. Yönetmen Brett Morgen, kurguyu da kendisi yapmış zaten. Ne kadar sürdüğünü merak ettim gerçekten. Normalde Bowie ile ilgisiz olabilecek bir sürü görüntüyü de filme bu kadar iyi entegre edebilmek, hem büyük başarı hem de deli işi.
Bowie'yi biraz seviyorsanız izleyin demiştim. Ama Bowie'yi hiç tanımıyorsanız, başlamak için doğru yer olmayabilir. Bowie'nin rol aldığı bazı filmlerdeki görüntüler, kafa karıştırıcı olabilir mesela.
Avatar:
Avatar'ın devri geçti, yeni filmin genç seyirciyi yakalayacağını sanmıyorum demiştim ama ilk filmi IMAX'de tekrar izleyince (sinemada dördüncü, IMAX'de üçüncü izleyişim bu arada), zamanında neden bu kadar çok izlendiğini tekrar hatırladım. Hikaye zayıf olabilir ama izlemesi hala çok heyecan verici. Aradan 13 yıl geçmiş. Günümüzde teknolojinin gelişimi açısından uzun bir süre ama o zamandan beri daha iyi bir 3D film izlemedik sanırım. Özellikle Pandora'yı tanıdığımız yerleri ağzımız açık izliyoruz yine. Yeni film büyük ihtimalle yine, bu deneyimi sinemada yaşamalısınız denerek pazarlanacak. Valla haklılar, denecek bir şey yok. İlk filmi, o sene 3 kez sinemada izledikten sonra, evde tekrar izlemek için hiçbir istek duymamıştım.
Tahmin edebileceğiniz gibi, filmin sonunda (mid-credits'te), Avatar 2'den bir tanıtım var. Orada da bir aksiyon sahnesini değil, denizin altını bize tanıtan bir sahneyi seçmeleri, sizi yine büyüleyici bir dünyaya götüreceğiz mesajını veriyor.
Mekan:
Haftanın en az salonda gösterime giren filmi olarak, muhtemelen en az izlenen filmi de bu olacak. İkinci haftaya kalmayacağı kesin diyerek, Antalya öncesi izlemek istedim. Fragmanı çok ümit vermiyordu ama konsepti ilginç gelmişti. Sadece o ilginçlik ile kalmış açıkçası. Film, afişte gördüğümüz 11 kelimeden yola çıkan 11 hikâyeyi, sadece bir mekânda geçtiği kadarıyla anlatıyor. Hikayelerin farklı aşamalarını göreceğiz diye düşünmüştüm ama her hikâyeyi bir kez görüyoruz ve bir daha geri dönmüyoruz. Böyle olunca da gittiğiniz bir restoranda yan masada konuşan arkadaşlara/çiftlere kulak misafiri olmaktan fazlası olamıyor.
Yine de bu fikirden iyi bir film de çıkabilirmiş ama hem senaryo, hem oyunculuklar yetersiz olunca, elimizde sadece filmin çekildiği mekanın reklamı kalmış. Mesela, yıllardır görmediği oğlu ile buluşmaya giden ama karşısında bir trans kadın bulan adamın hikayesi, dakikalar boyunca, "baba, beni tanımadın mı?", "sen kimsin, ben oğlumu bekliyorum?" diyaloğunun farklı şekillerde tekrarından öteye gidemiyor.
Bu arada, afişteki kelimelerden "EGO"yu, filmi izleyene kadar Ankara'daki otobüslerin bağlı olduğu Ego sanmam da tam bir Ankaralı olduğumun kanıtı galiba…
Reflection:
İlk hafta sonu bu filmi izleyen 621 güzide kişi arasında ben de varım. Bu sefer, bir oteldeki farklı çiftlerin hikayelerini izliyoruz. Flashback’ler ile birkaç kez dışarıya çıktığımız da oluyor. Film iyi mi? Değil. Fakat kötü diye kestirip de atamıyorum. İzlerken tuhaf bir çekiciliği de oldu benim için. Yönetmenin/senaristin kafasında binbir tilki dolaşmış belli ki. Onlarca gönderme, bir sürü tema var. Film, tüm bunları üzerimize umarsızca boca ediyor. Öyle birleştirme gibi bir çabası da yok, bırak dağınık kalsın denmiş.
Fakat bir şekilde bu savrukluk, oyuncuların abartılı performansları ve hatta bozuk İngilizce telaffuzları bile filmi ayrı bir atmosfere sokuyor. Şimdi, aman kaçırmayın desem, bu filmi nasıl önerdin deme ihtimaliniz yüksek. İzlemeyin desem, o da haksızlık olacak. Fantastik sevenler bir bakabilir diye bağlayayım. Sevmezseniz, şikayetlerinizi bana değil, yönetmene iletiniz…
Haftaya, bir terslik olmazsa, Altın Portakal izlenimlerinde görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN