HAFTANIN FESTİVAL FİLMLERİ
Bu haftanın sinema gündemi festivaller ama online festivaller. Bir yandan İstanbul Film Festivali, bir yandan Engelsiz Filmler Festivali online olarak devam etmekte. İstanbul’da festival fiziksel olarak da düzenleniyor ama giden arkadaşlardan duyduğumuz ve Film Twitter’dan anladığımız kadarıyla çok fazla ilgi yok. O halde biz de geçen hafta, bu iki festivalde online olarak izlediğimiz filmlere bir göz atalım.
İstanbul Film Festivali – Uluslararası Yarışma:
Atlantis:
Yakın gelecekten bir Ukrayna portresi. Rusya ile savaş bitmiş, ülke toparlanma ve geçmişi ile yüzleşme çabasında. Bu ortamda, önce savaştan dönmenin psikolojik baskısı ile yaşayan Sergey’i, sonra da bölgedeki gömülü cesetleri ortaya çıkarmaya çalışan bir grupta yer alan Katya’yı tanıyoruz. Karamsar bir atmosferle yola çıkan film, bu ikilinin aşkı ile daha iyimser bir sonuca doğru ilerliyor.
Yönetmen Valentyn Vasyanovych, görsel olarak son derece başarılı bir işe imza atmış. Sabit planlar ve kesintisiz çekimlerden oluşan filmin her sahnesi üzerinde uzun uzun düşünülmüş belli ki. Yönetmenin, daha önce Tribe filminin görüntü yönetmenliğini yaptığı bilgisi şaşırtıcı olmadı. İki filmin görsel tarzı çok benziyor. Burada hem yönetmen hem görüntü yönetmeni zaten. Filmin temel sıkıntısı da görselliği çok önem verirken içeriği yeteri kadar dolduramaması aslında. Karakterlerin çıkmazları ve hikâyenin gelişimi belli kalıplardan kurtulamıyor. Bazı göze hoş gelen sahnelerin de hikâye içinde neye hizmet ettiğini anlamak zor. İzlemesi heyecan verici olsa da yeterince tatmin etmeyen bir film.
Mickey ve Ayı (Mickey and the Bear):
Bu sefer karşımızda bir baba-kız ilişkisi filmi var. Baba karakterimiz, Irak’taki savaştan döndükten sonra kendisini içki ve uyuşturucuya vermiş. Bundan kurtulmaya çalışsa da, bazen daha sağlıklı olsa da bağımlılık bir şekilde geri dönüyor. Kızı da büyüme çağında, ilk aşklarını yaşayan, kendisini bu küçük kasabadan kurtarmaya çalışan, bir yandan da babasını yalnız bırakmak istemeyen bir karakter. Babanın ayakta kalmak için kızına ihtiyacı var çünkü.
Amerikan bağımsız filmi dediğimiz zaman aklımıza hemen bazı kodlar geliyor. Bu film de o kodları kullanan filmlerden. Amerikan taşrasında bir büyüme hikayesi, Irak savaşı, bağımlılık gibi konular, doğal oyunculuk performansları, iyi çizilmiş karakterler, hayatın içinden, abartıya kaçmayan bir hikaye. Yapmak istediğini başardığını söyleyebiliriz ama bir ister istemez bir görülmüşlük hissi yaratıyor.
Luxor:
İngiliz bir kadın doktorun Mısır’ın Luxor şehrine gelmesi ve burada eski sevgilisi ile karşılaşmasını anlatan bir film. Lafı fazla uzatmaya gerek yok, şimdilik Uluslararası Yarışma bölümünde izlediğim en zayıf film. Mısır’ın egzotik güzelliklerini bol bol gösterelim, İngiliz bir kadınla, Mısırlı bir erkek arasında bir aşk hikayesi kuralım, biraz da bölgeye dair metafizik birkaç ayrıntı ekleyelim. Batılı seyircinin kesin ilgisini çeker anlayışı ile çekilmiş bir film. Andrea Riseborough’un ölçülü performansı filmin en elle tutulur yanı ama o da filmi kurtarmaya yeterli olmuyor.
Sarı Hayvan (Um Animal Amarelo):
Bu da Uluslararası Yarışma bölümünün şimdilik en ilginç filmi. Ama en iyisi olduğu anlamına gelmiyor. Sömürgecilerin soyundan gelen bir yönetmen, o soya musallat olan tuhaf bir ruh, sürekli olarak yönetmenle ve bizimle konuşan bir dış ses, fantastikten gerçeğe, gerçekten absürde doğru gidip gelen bir hikâye. Dış sesin kim olduğunun ortaya çıktığı bölüme kadar olan kısmı sevdiğimi söyleyebilirim. Sonrasında yerlilerin modern dünyaya adapte olmaları ile yaşadıkları değişimleri ya da yozlaşmaları anlatmak için kullanılan metafor ve o kısımdaki yan hikayeler beni filmden uzaklaştırdı. Finalde doğru ise tekrar ilgi çekici bir yere döndü. Her zevke göre olmasa da farklı bir film izlemek isteyenlere önerilir.
Yabancı (Exil):
Almanya’da yaşayan, burada büyük bir şirkette çalışan, Alman bir karısı olan Kosovalı bir adam. Bir gün evine ölü fareler gönderilmeye başlanır, bu arada eve gizlice birilerinin girdiğinden şüphelenmektedir. İşyerinde de toplantılara çağrılmaz, hazırlamak zorunda olduğu rapor için gereken veriler ona verilmez, vs. vs. Ama bunlar gerçekten olmakta mıdır, yoksa karakterimizin kuruntuları mıdır? Daha da önemlisi bunlar gerçekse, etnik kökeni yüzünden midir?
Yönetmen Visar Morina, detayların içine saklanan ırkçılığı başarılı bir şekilde verirken, gizem ve merak duygusunu da yetkin bir şekilde kurmayı başarmış. Bir eve dışarıdan gönderilen gizemli paketler teması ister istemez, yakın zamanda sinemada tekrar izlediğim Cache’yi hatırlattı. Filmin tonu da daha çok Ruben Östlund filmlerini akla getirdi. Haneke ve Östlund sinemasının tuhaf bir birleşimi demek yanlış olmaz. Her ne kadar bu yazıda bahsettiğim uluslararası yarışma filmleri arasında en yukarıya koysam da kusursuz bir film diyemiyorum. Özellikle ortalarından sonra fazlaca kendini tekrarlamaya başlıyor ve yan hikayelere fazlaca dalıyor.
Yankılar (Bergmál):
Yarışma seçkisindeki en ilginç filmlerden biri de Yankılar. Filmin anlatabileceğimiz bir öyküsü ya da tanıtabileceğimiz karakterleri yok aslında. Yönetmen Rúnar Rúnarsson, birbirinden bağımsız 56 sahne ile, İzlanda’dan insan manzaraları diyebileceğimiz bir yapı kurmuş. Sahneler birbirinden bağımsız, ortak karakterler yok belki ama 1-2 dakika arasında süren bu sahnelerde yönetmen ülkesine dair dert ettiği şeyleri de karşımıza getirmeyi başarıyor. Geçmiş ve günümüz arasındaki çelişkiler, mülteci sorunu, sınıf çatışması, yalnızlık gibi konular filmin içine girip çıkıyor. Bunun yanında bir Noel coşkusu da yok değil (gerçi o da Kuzey Avrupa coğrafyalarına yakışır şekilde, biraz donuk ama). Bunların her biri ayrı bir film konusu olabilir elbette ama yönetmen, ülkemiz belki de dünyamız bunların iç içe olduğu bir yer demek istemiş sanki.
Filmin yapısı ve geldiği coğrafya, akla hemen Roy Andersson filmlerini getiriyor. Ama Andersson filmlerinin derinliği ve o soğuk mizahı bu filmde yeterince yok. Yine de gelecekte bu tarzda devam etmeye karar verirse Rúnar Rúnarsson’dan daha iyi filmler çıkabileceği umudunu veriyor.
Engelsiz Filmler Festivali:
Aether:
Rûken Tekeş’in bu bol ödüllü belgeseli çeşitli festivallerde gösterildi, çok kısıtlı olarak vizyona da girdi ama izlemek online’a kısmet oldu. Film, 21 gün boyunca, Hasankeyf’te yapılan çekimlerden oluşuyor. Hasankeyf’in sular altında kalmadan önceki son görüntülerini kayıt altına almak, bunları seyirci ile buluşturmak başlı başına önemli bir misyon. Ama Tekeş bunu yaparken iyi bir sinemasal duygu da yakalamış. Hiç konuşma kullanmadığı filminde, bölgenin yakın zamanda kaybolacak olan doğal yapısını, insanlarını, oradan göçebe olarak gelen gidenleri kamerası ile başarılı bir şekilde yakalamış. Filmin dört görüntü yönetmeni olması da ilginç. Her bir element için farklı bir görüntü yönetmeni ile çalışılmış. Bir belgeselde bunu sağlayabilecek bir bütçenin bulunabilmiş olmasını da ayrıca takdir etmek gerek sanırım.
Filmde dair tek çekincem, Hasankeyf’e dair hiçbir bilgi verilmemesi oldu. Bir ön bilgi olmadan filmi izleyenler, özellikle yabancı seyirci filmle nasıl bir bağlantı kurar, çok emin değilim. Sanırım Anadolu’daki tarihi yörelerden birini izliyoruz diye düşünebilir sadece. Elbette, bir dış sesin anlatımından bahsetmiyorum. Filmin tüm dokusunu bozardı ama başlangıçta, filmin sular altında kalacak olan bir mekânda yapılan 21 günlük çekimlerden oluştuğu bilgisi yazı olarak konulabilirmiş.
İsa’nın Bedeni (Corpus Christi):
Genellikle, en iyi uluslararası film Oscar’ına aday olan filmler ülkemizde gösterime giriyor ama bu film unutulmuştu nedense. Belki de Parazit fırtınasından sıra gelmemişti. Bunun da sırası online bir festivalde gelecekmiş demek ki. Polonya yapımı bu film, ıslahevinde Tanrı’yı keşfeden ve rahip olmak isteyen bir genci anlatıyor. Daniel’in geçmişinden dolayı rahip olmasına izin verilmiyor ama şartlı tahliye olduktan sonra gittiği bir kasabada onu, gelmesi beklenen yeni rahip ile karıştırıyorlar ve o da hiç bozuntuya vermiyor. Film, Daniel’in geçmişi ve kasabada yakın zamanda gerçekleşen ve 6 gencin ölümüne neden olan bir trafik kazası üzerinden suçluluk ve affetme kavramları üzerinde dolaşıyor. Bunun yanında modern bir din adamı portresi de çiziyor ve öneriyor.
Başrol oyuncusu Bartosz Bielenia’nın başarılı performansını da çok iyi kullanan film, gerçekten de etkileyici anlar sunuyor. Bu kadar genç bir insanın, üstelik kasabalıya aykırı gelen fikirleri de varken, çok da sorgulanmadan yeni rahip olduğunun kabul edilmesi, hikâye açısından filmin zayıf karnı ama onu kabul ederseniz filmin kalanı gayet başarılı.
Ankara’dan etkinlikler:
Fransız Kültür Merkezi, Sinema Kulübü: 17 Ekim Cumartesi günü, La Belle Et La Belle (Güzel Ve Güzel) filminin gösterimi yapılacak.
Haftaya, festival filmlerinin değerlendirmesinin devamında görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN