GREV SEZONUNDA VİZYONA DEVAM
Yaz sezonu devam ederken, sinema gündemi Hollywood’da halen devam etmekte olan yazarlar grevinden sonra, oyuncuların da greve gitmesi ile şekillendi. Grev sonuna kadar oyuncular, rol aldıkları filmlerin tanıtım kampanyalarına bile katılamayacaklar. Gelecek hafta gösterime girecek olan Oppenheimer ve Barbie’nin yoğun tanıtım kampanyalarında bunun da etkisi vardı muhtemelen. Stüdyolar, grev başlamadan, oyuncuları yoğun şekilde kullanmak istediler. Hatta bu nedenle, Oppenheimer’ın İngiltere galası biraz erkene alındı. Buna rağmen, oyuncular galaya katılmış olsalar da, grevin başlangıç saatinde, törenden ayrıldılar. Şu an Hollywood’da neredeyse bütün setler durmuş durumda. Kısa sürede anlaşma sağlanamazsa, etkisi büyük olacak.
Biz ülkemizde gösterimde olan filmlere bir göz atalım. Bu hafta Indiana Jones’un son filmine, çevre aktivisti gençlerin eylemlerini anlatan bağımsız bir filme, DreamWorks’ün bekleneni veremeyen yeni animasyonuna ve yerli sinemamızdan iki filme bir bakalım.
Indiana Jones and the Dial of Destiny (Indiana Jones ve Kader Kadranı):
Yeni Indiana Jones filmi de bu yazın gişede hayal kırıklığı yaratan filmleri arasında yerini aldı ama o hayal kırıklığı yaratan filmler içinde en sevdiğim bu oldu benim. Kusursuz mu? Değil. Ama bir Indiana Jones filminde aradığım şeylerin çoğunu verdi.
Şunu kabul etmek lazım tabii. Indiana Jones bir üçleme olarak kalsa, çok daha hayırlı olurdu. Young Indiana Jones dizisine de karşı değilim. O da kendi içinde hoştu. Ama dördüncü film, Spielberg'in kendisinin bile, eski büyüyü yaratamayacağını göstermişti. İlginç bir şekilde bu filmin yönetmeni James Mangold, bir görev adamı olarak, serinin işleyen yerlerini almış ve bu filme çoğunlukla iyi şekilde yedirerek, o büyüye yaklaşmış.
Zaten film, başka bir çeşit büyüyle, 80 yaşındaki Harrison Ford'u genç olarak karşımıza getirerek başlıyor. Yarım saat falan, Indy'nin genç halini aksiyon içinde izliyoruz. Bu efekti beğenmeyen çok yorum da okudum ama bence gayet başarılıydı. Karşılaştıracak olursak, 2019'daki Irishman'e göre çok yol alınmış bence.
Film genel olarak bir Indy macerasında görmeyi beklediğimiz her şeyi karşımıza getiriyor. Dünyanın farklı yerlerinde, farklı kovalamaca sahneleri, tarihi ve fantastik güçleri olan bir nesne, çözülmesi gereken gizemler, naziler, Indy'ye çok yakışan şakalar vs. Bunların çoğu da iyi kurulmuştu. Phoebe Waller-Bridge'in Helena karakteri de filme ve Indy'nin yanına çok yakışmıştı. Bir ara, bundan sonra, bu karakterin maceralarını izleyeceğiz falan deniyordu ama film tutmadığına göre, pek mümkün gözükmüyor. Ama olursa, itiraz etmem.
Mads Mikkelsen'ın karakteri de başarılı bir kötü adamdı ama filmin giriş bölümünde başına gelen olaydan nasıl sağ kurtuldu, en azından bir cümleyle açıklasaydınız arkadaş. Ya da, o olayın bir izini falan görseydik.
Buradan filmin zayıf taraflarına geçelim. Senaryoda, yukarıdakine benzer soru işaretleri çok fazlaydı. Kovalamaca sahneleri güzel olsa da bazıları biraz fazla uzundu. Bir de bazı karakterler, olmasa da olurdu. Helena'nın yanındaki ufaklık ve Antonio Banderas'ın karakteri mesela.
Filmin gişede patlamasının en büyük nedenlerinden biri de dev bütçesi tabii. Reklam bütçesi ile beraber 400 milyon $'dan bahsediliyor ki, inanılmaz bir değer. Halbuki, filmin süresi daha kompakt bir 2 saat olsa, gençleştirme efektinin kullanıldığı kısım biraz daha kısa sürse, Banderas'ın karakteri filmden tümüyle çıkarılsa, hadi olsa bile, isimsiz birisi oynasa, bütçe epey azaltılabilir, filmin yaptığı gişe, yeterli de olabilirdi.
Neyse, son söz olarak, Indy'yi seviyorsanız, olumsuz eleştirilere pek bakmayın, filmi izleyin derim. İyi bir veda olmuş.
How to Blow Up a Pipeline (Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır):
Başka Sinema salonlarından sessiz sedasız geçen bir film oldu. İki haftada ancak 574 kişi izlemiş ama senenin ilginç filmlerinden biriydi bence. Film, bir grup aktivist gencin, petrol boru hattını bombalama eylemlerini anlatıyor. Film bir yandan bu eylemi anlatırken, bir yandan da flashback'lerle bu gençlerin önceki hayatlarını, neden böyle bir eylem yapmaya karar verdiklerini ve nasıl bir araya geldiklerini ele alıyor.
Eylem kısmı bayağı detaylı bir şekilde, böyle bir eylemin nasıl yapılabileceğini, nelere ihtiyaç olduğunu gösteriyor gerçekten. Filmin web sitesinin "Take Action" bölümünde, Amerika ve Kanada'daki boru hatlarının haritasının olması da ilginç bir nokta. Hatta film, bir kesim tarafından, terörist eylemlere motivasyon olabileceği gerekçesi ile eleştirilmiş. Ama filmde bir replik var: "Amerikan İmparatorluğu bize terörist diyorsa, doğru yoldayız demektir"
Flashback sahnelerine gelince, bu kısımdaki hikayelerin bazıları iyi, bazıları zayıf. Bazı karakterlerin altının daha fazla doldurulması gerektiği hissediliyor. Gerçi bu sefer de filmin süresi çok uzayabilir ve filmin temposu düşebilirdi. Belli ki bir denge kurulmaya çalışılmış.
Filmin temposu ve kurduğu merak/gerilim duygusu çok iyi bu arada. Yönetmen Daniel Goldhaber böyle bağımsız, aktivist ve otorite karşıtı bir filmden sonra, stüdyo filmlerine geçiş yapar mı bilinmez ama geçerse, Ocean's tarzı filmlerde başarılı olur hissi verdi bana.
Oyuncular genelde çok bilmediğimiz ama kimi filmlerden gözümüzün ısırdığı, yükselen yetenekler. Hemen hepsi de gayet iyi. En bilineni Sasha Lane. Aslında filmin tanıtımında onun adı daha fazla kullanılabilirdi. American Honey hayranları, onu izlemek için salonlara gelirdi belki.
Ruby Gillman, Teenage Kraken (Genç Deniz Canavarı Ruby):
Küçük animasyon stüdyolarının, o yılın popüler filmlerine benzer bir film çekip, onun etkisinden nemalanmaya çalıştığı filmler vardır. Fragmanı izlediğimde, bu da onlardan biri galiba demiştim. Meğerse DreamWorks filmiymiş. Ama izledikten sonra da, fragmandaki hissim çok değişmedi. Hikâye olarak değilse de, görsel olarak Küçük Deniz Kızı'nı hatırlatan çok şey var. Karakter olarak, oradakileri tersine çevirmiş ama yine de akla gelmemesi mümkün değil. Gerçi, o film de beklendiği kadar tutmadı.
Hikâyenin kendisinde de çok yeni bir şey yok. Ailesinin baskısından bunalan genç bir kızın, kendi yolunu çizme çabası, büyüme hikayesi ve sonunda ailesi ile ortak bir noktada buluşması. Bu temanın çeşitlemelerini o kadar fazla izledik ki. Teknik olarak iyi mi desek, yani arkasında DreamWorks olduğu için belli bir standardı var elbette ama o standardı da zorlamıyor. Son dönemki filmlerinden Çizmeli Kedi ve The Bad Guys'ı çok daha sevmiştim.
Son olarak, rahatsız olduğum bir konu. Karakterimiz, başına kötü bir şey geldiğinde, küfür niyetine "orkinos çocuğu" diyor (filmde iki kez geçiyor). Neye gönderme olduğu çok belli ve bir çocuk filmi olduğu için beni rahatsız etti. İngilizcesinde ise bu kısım “son of an angler fish” olarak geçiyormuş. Orada da benzer bir gönderme olsa da çevirideki daha rahatsız edici geldi bana.
Tebessüm:
Filmin afişinden ve fragmanından, yerli Joker mi demiştim ama pek öyle değilmiş. Dışlanmış ve ezilmiş bir karakterin değişimi gibi ortak sayılabilecek bir noktası olsa da ortaklık orada bitiyor. Filmin çıkış noktası, umut verici olsa da, o başarıyı tümüne yayamıyor. Ama önce Onur Buldu'yu övmeliyiz. Komedi oyuncusu kalıbına sıkışıp kalmamasını seviyorum. Bu da o filmlerinden biri. Burada da iyi bir oyuncu olduğunu gösteriyor. Zaten filmin en iyi tarafı da onun oyunculuğu.
Filmin yaklaşık ilk yarım saati, bir karakter çalışması olarak gayet iyi. Bu kısımda, ezik bir memur olan ve asla gülmeyen karakterimizin, arkadaşının gazıyla, yüzüne yapay bir gülümseme yapma ve saçını boyama hikayesini izliyoruz. Son zamanlarda çokça filmde gördüğümüz bir hamle ile, filmin adını, tüm bunlardan sonra görüyoruz. Zaten bu kısım, finali biraz değiştirilse, kendi başına iyi bir kısa film olurmuş. Filmin adının girmesi, filmi bıçak gibi ortadan ayırıyor ve o andan sonra adeta yeni bir filme geçiyoruz.
Hatta bu bölümdeki yeni filme bir isim önerim de var. Yine son yıllarda, çokça gördüğümüz film isimlerini hatırlayalım: Babamın Bacağı.
Bu kısımda, karakterimizin babasının bacağını gömmek üzere çıktığı yolculuğu izliyoruz. Evet, evet, aynen öyle. Bacağı gömmek için!
Bu kısım da kara komediden, romantik komediye evrilen bir türde gidiyor. Yine fena sayılmaz ama ilk bölüm kadar iyi değil ve senaryo açısından daha defolu. Ayrıca, ilk bölümdeki olayları filmden tümüyle atsak, çok bir şey değişir miydi? Değişmezdi. Sadece birkaç espriden feragat etmek zorunda kalırdık, o kadar.
Filmin sorunlarından biri de oyunculuklar. Başta Onur Buldu'yu övdük ama diğer oyuncular, onun kadar iyi değiller. Bu da zaman zaman, inandırıcılığı zedeliyor.
Neticede, bir ilk film olarak fena sayılmaz ama bir yandan da kaçırılmış bir fırsat. Bulunduğunuz yerde hala gösterimdeyse, bir şans verebilirsiniz.
Geri Sayım:
Son zamanlarda nedense, üst üste birkaç yerli hacker filmi izledik. Bir furya denecek kadar çok değil ama üst üste gelmesi ilginç. Ama halen, bilgisayarın ne olduğunu tam da bilmediğimiz yıllardaki saçma klişeleri kullanıyorlar. Bu filmde de, intikamcı hacker gencimiz, kendisini hemen her gördüğümüzde, 3-5 monitörün olduğu odasında bilgisayarda sürekli random bir şeyler yazıyor. Hepimizin bildiği gibi, hacker'lığın birinci kuralı, karşı taraftaki firewall'u, elle mümkün olan en hızlı şekilde kod yazarak kırmaktır!
İkinci hacker kuralı: Her hacker'ın kullanmadığı monitörlerdeki ekran koruyucunun, Matrix'deki yukarıdan dökülen karakterler şeklindeki ekran koruyucusu olması zorunludur.
Üçüncü hacker kuralı: Hacker'lar tek başına oldukları, kimsenin onları görmediği ortamlarda bile, hava sıcak da olsa, soğuk da olsa, kapüşonlu sweatshirt giyip, o kapüşonu da kafasına çekmelidir. Uluslararası hacker üniforması gibi bir şey herhalde...
Tüm bu klişeler içinde, hacker hikayesi de son derece klişe ama bir yandan da yan karakterlerin bazılarının neden filmde yer aldığı anlaşılamayan hikayeleri var. Tamam, filme 3-5 dakika geç girdim ama giriş kısmında hikayeleri bağlayacak dev bir bilgi verildiğini de zannetmiyorum. Oyuncular da pek yeterli değiller. Bir türlü filme gerçeklik katamıyorlar. Bir de zaten, bazıları komedide, bazıları dramda oynuyormuş gibiler. Çok abartılı oynasa da, yine de Yosi Mizrahi, kadronun en iyisi.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN