GİŞEDE BEKLENENİ VEREMEYENLER
Bu hafta vizyon filmlerinden devam edelim. Ama bu kez, geçen ay içinde vizyona girmiş, çok az izlenen, hakkında az kalem oynatılan ama iyi ya da kötü belli nedenlerle ilgiye değer dört filme göz atalım. Bu filmler az izlendiği için ya tamamen vizyondan kalktı ya da çok az sinemada oynuyor. Ama ilerleyen günlerde, mutlaka dijital platformlara geleceklerdir.
Pathaan:
Öncelikle, ülkemizde çok kısa bir süre gösterimde kalıp ancak 7.571 kişinin izlediği Pathaan’dan bahsetmeden geçmeyelim. Aslında başta Hindistan’da ama dünya genelinde de çok fazla izlenen bir filmdi. Şu an için dünya genelinde, tüm zamanların en çok izlenen beşinci Hint filmi konumunda. Belki de Bollywood sinemasına karşı belli bir önyargı olduğundan bizde çok az izlendi ama John Wick ya da Fast and the Furious serileri için sinemaları dolduranlar, bence bu filmden de benzer bir keyfi alacaklardır.
Her şeyi bir evrene bağlamanın çok moda olduğu günümüzde, Bollywood da bundan geri kalmamış elbette. Bu film de, “YRF Spy Universe” olarak isimlendirdikleri bir evrenin dördüncü filmi imiş. Kendi adıma, diğer filmleri izlemedim ama çok da önemli değil, karakterleri hemen tanıyorsunuz zaten. Ayrıca zaten filmin konusu da çok önemli değil. Kendisine ihanet edildiğini düşünüp saf değiştiren bir ajanla mücadele eden başka bir ajan var elimizde. Ama konu zaten aksiyon sahnelerini arka arkaya dizmek için bir bahane. Birbirinden abartılı ama abartılı olduğu kadar da, hatta abartılı olduğu için keyifli aksiyon sahneleri var. Mantığa ve fizik kurallarına aykırı sahneler birbiri ardına geliyor. Tıpkı yukarıda adını andığım Hollywood filmlerindeki gibi. Kabul edelim ki, burada bilgisayar efektleri biraz daha fazla sırıtıyor ama olsun, ben bu halini de sevdim.
Gelelim, Bollywood filmlerinin olmazsa olmazı müzik ve dans sahnelerine. Bu sahnelerin, bazı kişileri filmden soğuttuğunu biliyorum ama benim için onlar da o görkemin içinde yerine oturuyor. Sevmeyenler için iyi haber, burada sadece iki dans sahnesi var. Biri ortalarda bir yerde, diğeri de en sonda ki, onu jeneriğe dahil edebiliriz zaten.
Neticede aksiyon sevenlerin, önyargılarından uzaklaşıp şans vermesi gereken filmlerden bence. Epey de büyük bir bütçe ile çekilmiş ve dünyanın çeşitli yerlerine gidilmiş. En azından kaslı erkekler ve güzel kadınlar eşliğinde egzotik mekanlar izlersiniz
Uçuş 811:
Uçuş 811, konusuyla ilgimi çeken, sinemamızda pek fazla örneğine rastlamadığımız filmlerden biriydi. Çünkü girişi ve flashbackleri dışında, tümüyle bir uçağın içinde geçen bir gizem-gerilim filmi. Bu filmi de ancak 4.697 izlemiş. Burcu Kara ve Yosi Mizrahi’nin canlandırdıkları bir karı-koca, 2 milyon dolar değerindeki bir taşı, her nedense (film içinde buna bir açıklama geliyor) el bagajlarında taşıyarak Amerika’daki müzayedeye götürmek üzere bir uçağa binerler. Bir süre sonra adam uçağın tuvaletinde ölü olarak bulunur ve taş da kayıptır. Tesadüfe bakın ki, uçakta bir de polis vardır (Emre Karayel).
Esasen bu tarz filmlerin olmazsa olmazları üzerinde çalışılmış bir senaryo olduğu belli. Uçakta takip ettiğimiz belli başlı karakterlerin hemen hepsinin bir sırrı ve taşı çalmak için bir motivasyonu var. Film de şüpheliyi gizlemekte, farklı anlarda, farklı kişileri işaret etmekte, o gerilimi kurmakta hiç fena değil. Fakat özellikle flashback sahneleri filmi çok düşürüyor. Evet, finalde geldiği nokta açısından önemli sahneler ama buralardaki diyaloglar ve mizansenler fazla yapay duruyor. Ayrıca Emre Karayel’in karakterinin sahnelere giriş çıkışı, takındığı tavır, olaylara yaklaşımı da çok tuhaf. Tamam, bunun da nedeni finalde anlaşılıyor ama film, karakteri bu şekilde konumlayınca, finali de önemli ölçüde açık etmiş oluyor (spoiler vermiyorum, karakterle ilgili bir gizem var ama katil değil – gerçi bu da spoiler oldu). Ana hikâyenin gizemini çözdükten sonra, senaryonun bazı karakterleri unutması da başka bir zaaf.
Yine de böyle bir fikre girişilmiş olmasını sevdim. Farklı türlerde denemeler iyidir. Filmin eksikleri var ama en azından ortalamayı tutturuyor.
Le nouveau jouet (Özel Bir Hediye):
Aslında boş bir vizyon takviminde, Başka Sinema’da gösterime girse daha çok izlenecek hoş bir Fransız komedisi, bir aile filmi. Ama ilk haftasında sadece 414 kişi izlemiş. Film, 1976 yılı yapımı, Francis Veber’in Le jouet filminin bir uyarlaması. O filmi izlemediğim için bir karşılaştırma yapamayacağım ama olaylar günümüze iyi bir şekilde yedirilmiş.
Ufak tefek işlerle, zar zor geçinmekte olan ama her elini attığı işi batıran Sami, en sonunda bir gece bekçiliği işi bulur. Bir gece, Fransa’nın en zengin adamının şımarık oğlu mağazaya geldiğinde, yeni oyuncağı olarak onu satın almak ister. Çünkü, ona göre her şey satın alınabilir. Oğluna her istediğini alan baba büyük para teklif edince, yakın zamanda baba olacak olan Sami de bunu kabul eder. Gelin görün ki karısı, o zengin adamın işten çıkaracağı insanlardan biridir ve ona karşı büyük bir protesto yapmaktadırlar.
Konudan bir kapitalizm eleştirisi olduğu anlaşılıyor ama karşımızda bir aile filmi olduğu için çok sert yerden girmemişler. Daha ziyade, para mutluluk getirmiyor ve çocuklarımızın onlara sevgi göstermemize ihtiyacı var mesajları üzerinden gidiyor ve patronlar biraz insancıl olsalar hey şey çözülür aslında diyor. Evet, naif bir mesaj ama en azından patronların değişmesi gerektiği vurgusunu yapıyor ve filmin hedeflediği kitle açısından daha sert bir yere gitmesi de beklenemezdi zaten.
Başrollerde, Jamel Debbouze ve Daniel Auteuil gibi çok aşina olduğumuz yüzler var. İkisi de iyi oyuncu zaten. Başta şımarıklığı nedeniyle itici bulduğumuz çocuk rolünde Simon Faliu da film ilerledikçe kendisini sevdirmeyi başarıyor. İzle ve unut filmlerinden ama keyifli vakit geçirdim.
Motelde Katliam:
Ve geldik, ilk haftasında sadece 192 kişinin izlediği, Z-sınıfı bir korku filmine. Artık bıktığım için, izlesem de pek yorum yazmıyordum bunlara ama yine bambaşka seviyede bir filmle karşı karşıyayız.
Öncelikle filmin kötü olduğu konusunda hiç şüphe olmadığını kabul edelim ama ilk saatini kahkahalar içinde izleyebilirsiniz. Filmi yapanlar da bir ara komedi çekelim diye düşünmüşler, sonra vazgeçmişler ama komedi unsurları kalmış sanki. Yani öyle olduğuna inanmak istiyorum. Yoksa durup dururken, Erik Dalı eşliğinde dakikalarca oynayan karakterleri, adı sadece "Motel" olan moteli, abartılı oyunculukları, en önemlisi birisinin adı Fenasi, diğerinin adı Kerim olan iki karakteri ciddi bir filme koymamışlardır herhalde...
Aslında iyi çekilmiş olsa, bayağı tedirgin edici bir film olabilirmiş. Bir otele giden müşteriler sürekli ortadan kaybolmaktadır, polisler de durumu bir türlü çözemez. Aslında müşteriler, otel çalışanları tarafından parçalanmakta ve etleri çevredeki restoranlara satılmaktadır. Restoranlar da bunu bilerek etleri alırlar zaten. Kendilerine otel tavsiyesi isteyenleri de oraya yönlendirirler. Bu arada, insan eti satılan restoranın Mado olması, subliminal bir mesaj mı diye düşündürmedi değil.
Dediğim gibi, aslında buradan iyi bir korku filmi çıkarmış ama oyunculuklar, diyaloglar, efektler, görüntü ve ses, kısacası sinemanın her unsuru, o kadar özensiz ve kötü ki, gülmekten başka şansımız kalmıyor. Son yarım saatte o istemsiz mizah da tükenince, sinir bozucu oluyor.
Filmin tek ayakta kalan unsuru, Şevki Özcan'ın canlandırdığı, elektrikli testere kullanan katil. Texas Chainsaw Massacre'dan fırlamış gibi duran bu tipi oynarken, Şevki Özcan da aşırı eğlenmiş bence. Arada böyle saçlarını savuruyor falan. Çok saçma, ama eğlenceli bir karakter. Hiç ciddiye almadan, arkadaşlarla toplaşıp, eğlenmek için izleyebileceğiniz bir korku(!) filmi.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN